Makale

Kur’an ve Sünnet Perspektifinden Bilgi AhlAkı

Kur’an ve Sünnet Perspektifinden Bilgi AhlAkı

Doç. Dr. Ayşe Sıdıka Oktay
Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

Bugün hâlâ bilimin ahlakı veya etiği olur mu tarzı sorulara farklı cevaplar verenler olsa da en azından bilimsel bilgiye ulaşma ve onu insanlığın yararına kullanma konusunda değerlere dolayısıyla bir bilim etiğinin varlığına ihtiyaç duyulduğu ortadadır. Bu ihtiyaca binaen bu konuları tartışan bilim ahlakı veya bilim etiği adıyla meslek veya uygulamalı etik alanında bir bilim dalı vardır.

Duvardaki delikten gelen güneş ışığının dışarıdaki görüntüyü karşı duvara ters biçimde yansıttığını keşfeden matematikçi İbni Haytam’ın mucidi olduğu Kamera Obscura (karanlık oda)

Ancak iki kişiye gıpta edilir: Onlardan biri, Allah’ın kendisine mal verdiği ve Hak yolunda harcamasına imkan tanınan kimse, diğeri Allah tarafından kendisine hikmet/ilim verilip de onunla hükmeden ve onu başkalarına öğreten kimsedir.

Faydalı ilim” ile “Allah’a derin saygı duyan alimler” ayeti İslam bilim ahlakı açısından bir arada değerlendirilmelidir. Özellikle Allah’a derin saygı duymayan bilim adamları elinde faydasız ilim kötü sonuçlara sebep olabilir.

Bilgiden ahlaka: Bir bilim ahlakı ihtiyacı
Klasik felsefe anlayışı içinde bilgi ve bilim değerlerden bağımsız değildi hatta onlarla iç içeydi. Ancak Batı’da Aydınlanma felsefesiyle birlikte bilim anlayışında yaşanan gelişmeler ve meydana gelen değişimler değerlerden arınmış bir bilim anlayışını öne çıkardı. Bu “bilim kendi başına saf kuramsal bilgi etkinliğidir.” (A. Kadir Çüçen, Bilim Felsefesine Giriş, Sentez Yayıncılık, Ankara 2012, s. 199.) Bundan dolayı ahlak ve manevi değerler insana ait bir olgu olup bilim ve teknoloji bunlara sahip değildir, iyi-kötü, fayda-zarar gibi değerler ancak bilim ve onun uygulaması olan teknolojiyi kullanan insanların niyetinde açığa çıkar şeklinde özetlenebilecek bir anlayış benimsenmiştir. (Çüçen, Bilim Felsefesi, s. 199-200.) Ancak bilime ‘nesnel hakikat’mış gibi bakan bu anlayış, onu kullananların elinde siyasi amaca hizmet eden bir efsaneye dönüşmüş, bilim ve teknoloji bu anlamda tarafsızlığını yitirip iyi veya kötü değerlerle yüklü hâle gelmiştir. (Glyn Ford, “İslam Biliminin Yeniden Doğuşu”, İslam Bilim Tartışmaları, ed. Mustafa Armağan, İnsan yayınları, İstanbul 1990, s. 46.) Bunun sonucunda kişisel, siyasi veya ideolojik sebeplerle bilimin kötüye kullanımı insanlara zarar vermeye başlamıştır. Bu süreç çevre kirliliği, savaş, göç, nükleer ve biyolojik silahlar vb. küresel problemlere dönüşerek devam etmektedir.
Bugün hâlâ bilimin ahlakı veya etiği olur mu tarzı sorulara farklı cevaplar verenler olsa da en azından bilimsel bilgiye ulaşma ve onu insanlığın yararına kullanma konusunda değerlere dolayısıyla bir bilim etiğinin varlığına ihtiyaç duyulduğu ortadadır. Bu ihtiyaca binaen bu konuları tartışan bilim ahlakı veya bilim etiği adıyla meslek veya uygulamalı etik alanında bir bilim dalı vardır.
Modern Batı düşüncesindeki bilgi, değer ve varlık düşüncesindeki derin ayrışmanın sonucu ortaya çıkan bu yaklaşım tarzı yeni olsa da hem İslam dünyasında hem de Batı dünyasındaki temelleri oldukça eskidir. Bilim ahlakı bilgi, bilim ve bilim adamlarıyla ahlak arasında bir ilişki ve etkileşim olduğu düşüncesine dayanır. Ayrıca bilimin genel ahlakı yanında tıp vb. her bir bilim dalının kendisine ait bir ahlakının olması gereğini savunur. (Mehmet Bayraktar, “İslam’da Bilim Ahlakı”, İslam Ahlakı ve Sevgi 2006 Yılı Kutlu Doğum Sempozyumu Bildirileri ve Müzakereleri, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2007, s. 141.) Bu yazıda Batı düşüncesindeki tartışmalardan bağımsız olarak doğrudan İslam’da bilgi ahlakına gidiş ve bir bilim ahlakının temelleri üzerinde durulacaktır.
İslam’da bilgi ve bilim anlayışı
İslami terminolojide bilgi kelimesi ilim ile karşılansa da ilim teori, eylem ve eğitim bakımından bilgiden daha geniş bir anlam bütünlüğüne sahiptir. (Absar Ahmed, “İslam Bilgi Kuramını Keşfetmek”, Dini Bilginin İmkanı, der. Temel Yeşilyurt, İnsan Yayınları, İstanbul 2003, s. 57.) Ayrıca ilim İslami terminolojide sadece bilgiyi değil bilginin sistematik olarak bir araya getirilmiş hâli olan bilim kavramını da içerir. (İlhan Kutluer, İlim ve Hikmetin Aydınlığında, İz yayıncılık, İstanbul 2001, s. 88.) Bu anlamda ilim hem bütün boyutlarıyla bilme tecrübesini hem de bu tecrübenin ürünü olan dini, dünyevi, felsefi, akli bütün ilimleri kuşatmaktadır. Nitekim Müslüman düşünürler Aristotesçi bilim anlayışının ürünü olarak felsefi ilimler sınıflandırmasını altında yer alan ilimlerin hepsini ‘ilim’ kabul etmişlerdir.
İslam düşüncesinde bütün bilgilerin kaynağı Allah ve onun gönderdiği vahiydir. Nitekim Hz. Âdem yaratıldıktan hemen sonra Allah ona eşyanın isimlerini öğretmiş ve meleklerden ona secde etmesini istemiştir. (Bakara, 2/30-34.) Kur’an’da anlatılan bu olay insanın meleklerden üstün olduğuna işaret etmektedir. Allah melekleri Hz. Âdem’e secde ettirerek onun eşref-i mahlukat olduğunu, insan türünün yaratılanlar içinde en değerli varlık olduğunu belirlemiş olmaktadır. Diğer yandan bu alegorik hikâye insanın sahip olduğu bilginin kaynağının Allah olduğunu gösterdiği kadar diğer varlıklardan üstünlüğünün gerekçesini de açıklamaktadır. Çünkü hikâyeye göre Hz. Âdem’in üstünlüğü ve secde edilmeye layık olması Allah’ın kendisine öğrettiği isimlerden kaynaklanmaktadır. Me- lekler takva bakımından ondan daha iyi konumda olmalarına rağmen o kendisine öğretilen bilgi dolayısıyla secde edilmeye layık bir varlık haline gelmektedir. (C. A. Kadir, “İslamî Bilgi Teorisi”, İslam’da Bilgi ve Felsefe, Kindî’den İkbal’e İslam Düşünürleri, Haz. Mustafa Armağan, İz Yayıncılık, İstanbul 1997, s. 25.) Ancak insan bu bilgiyi Allah sayesinde elde etmektedir ve bilgisinin sınırı vardır. Çünkü Allah’ın bilgisi her şeyi kuşatmışken insana ilminden dilediği kadarını vermektedir. (“O, kulların önlerindekileri ve arkalarındakileri (yaptıklarını ve yapacaklarını) bilir. Onlar onun ilminden, kendisinin dilediği kadarından başka bir şey kavrayamazlar. Onun kürsüsü bütün gökleri ve yeri kaplayıp kuşatmıştır.” Bakara, 2/255.) İnsanın kendi bilgisinin yetersizliğinin, mutlak bilgiye sahip olmadığının ve bir bilenin üstünde başka bir bilen olduğunun bilincinde (“…İşte biz Yûsuf’a böyle bir plan öğrettik. Yoksa kralın kanunlarına göre kardeşini alıkoyamazdı. Ancak Allah’ın dilemesi başka. Biz dilediğimiz kimsenin derecelerini yükseltiriz. Her ilim sahibinin üstünde daha iyi bir bilen vardır.” Yusuf, 12/76.) olması gerekir. (Mevlüt Uyanık, Bilginin İslamileştirilmesi ve Çağdaş İslam Düşüncesi, Ankara Okulu Yayınları, Ankara 1999, s. 96, 151.) Bunun için bilim adamı insanın en değerli varlık olduğunu, bu değerin bilgisinden kaynaklandığını, ancak bunun Allah’ın bilgisiyle kıyaslandığında sınırlı olduğunu ve kendisinden daha fazla bilen bir varlık olduğunu idrak etmelidir. Kendisinden üstün bilenin olması onu daha fazla öğrenme ve araştırma yapmaya sevk ederken, insanî bilgi kapasitesinin farkında olması araştırma ve öğrenme konusunda ölçülü olmaya, elde ettiği sonuçların hakikatin sadece bir boyutu olduğunun idrakine ve âlemdeki hikmeti kavramaya yöneltir.
Ayrıca Kur’an-ı Kerim’de, “O, kalemle yazmayı öğretendir, insana bilmediğini öğretendir.” (Alak, 96/4-5.) ayeti bilginin kaynağını verirken ilk vahiy “Allah’ın adıyla oku” (Alak, 96/1.) emri okumanın yani bilginin içeriğini ve hedefini de belirlemektedir. Böylece bilgiye sa- dece kaynağı olma değil aynı zamanda elde edilirken Allah adına veya onun uğruna sahip olma yükümlüğünü de getirmektedir. (Kadir, a.g.m., s. 25.) Dolayısıyla bilgi sadece sahip olma bakımından değil amacı ve hedefi acısından da bir değer içerir. Onu değerli veya değersiz kılan şey Allah adına, rızası gözetilerek, âlemdeki hükmünü anlamaya çalışarak yapılıp yapılmadığına bağlı olarak değişir.
Müslüman düşünürler ilim tabirinden sadece vahye dayanan dinî ilimleri anlamamışlardır. Çünkü Hz. Âdem’e secde edilmesini sağlayan, kendisine öğretilen eşyanın isimleri -ki bununla kavramsal bilgi anlaşılır- dinî dünyevi tüm bilgileri içerir. Dolayısıyla İslam’da sanatlar ve gözlem, deney ve araştırmaya dayalı akli ve felsefi ilimler de dâhil bütün ilimler vahyin özü olan tevhit düşüncesine dayanır ve tabiattaki vahdeti sergiler. (Seyyid Hüseyin Nasr, İslam’da Bilim ve Medeniyet, İnsan yayınları, İstanbul 1991, s. 18.) Bunun için Müslüman düşünürler âlemle Kur’an arasında bir uyum olduğunu düşünürler. (Fazlur Rahman, Ana Konularıyla Kur’an, çev. Alparslan Açıkgenç, Fecr Yayınları, Ankara 1987, s.164; Uyanık, a.g.e., s. 128; Ayşe Sıdıka Oktay, Din Felsefesinde Vahiy ve Mucize Kavramları, Nokta Digital Yayınları, Isparta 2013, s. 32-40.) Ancak Allah tabiattaki bilgileri bazı sembollerle anlatmıştır ve bunu ancak âlimler anlayıp değerlendirebilecek durumdadırlar. (Ankebut, 29/43.) Bundan dolayı vahyin dışında kalan akli ilimlerden de âlemdeki gizlenmiş işaretlerden tevhit akidesinin sırrına ulaştırması beklenir. (Buna işaret eden ayete örnek Fussılet, 41/53; Seyyid Hüseyin Nasr, İslam’da Bilim ve Medeniyet, İnsan yayınları, İstanbul 1991, s. 20-21; Osman Bakar, Gelenek ve Bilim, İslam’da Bilim Tarihi ve Felsefesi Üzerine, çev. Ercüment Asil, Gelenek yayıncılık, İstanbul 2003, s. 17-18, 54-58.) Bu anlayış insanın âlemdeki düzeni, çokluktaki birliği görmesi, ilimle bunu anlamasını gerektirir. Dolayısıyla tevhit veya vahdet ilkesi İslam bilim ahlakı açısından en önemli ilkelerden birisi konumundadır.
İslam’a göre ilmin amacı hakkı ve hakikati bulmaktır. Kur’an’da Allah ilim sahibi anlamında el-Alîm ve el-Hak olarak geçer. Çünkü bütün ilimlerin ve vahiyden kaynaklanan her türlü hakikatin kaynağıdır. Müminden beklenen Allah’ın bu sıfatların kudreti ölçüsünde elde etmektir. Dolayısıyla ilimde hak ve hakikati aramak ve bulmaya çalışmak bilgi ve bilimde bir başka iyi ve olumlu ilke ve değer olarak karşımıza çıkmaktadır.
İlimde sadece hak ve hakikati aramak ve ona bağlı olmak insanı düşünce özgürlüğüne de götürmektedir. Çünkü Kur’an insanı bilimsel çalışmalar konusunda, kısıtlamamakta hatta göklerin, yerin yapılarına bakarak düşünmesini, araştırmasını emrederek (Bu konudaki ayetler için bkz. Gâşiye, 88/17-20; Bakara, 2/164; Zâriyât, 51/20-21; Ra’d, 13/4.) dinî bir boyut kazandırarak teşvik etmektedir. (Mehmet Aydın, “İlim – İslam Münasebeti”, Bilgi, Bilim ve İslam I-II, Ensar Neşriyat, İstanbul 2005, s. 89.) Böylelikle bilgi ve bilim herhangi bir insani ideoloji, görüş veya siyasi amaçlara ulaşmak için değil, hakikati ortaya çıkarmak için yapılmaktadır. Bu yaklaşım tarzı insanı çevreleyip saran diğer bağlardan kurtulmasını sağlamakta, insanı evrensel hakikatler, değerler peşinde koşmaya, onları araştırmaya yönlendirmektedir. Dolayısıyla hak ve hakikati arama ve ona bağlılık ilkesi aynı zamanda özgürlük ve evrensellik gibi diğer ilkelerin varlığına da yol açar.
İslam düşüncesinde bilgi ile ahlak arasındaki ilişkiden bilim ahlakına
İslam’da ilim sahibi olmak ve hakkı aramak Allah’a özgü bir sıfat kabul edildiği için bu sıfatları elde etme ve bu uğurda gayret övülen bir davranış olarak görülmüştür. Nitekim Hz. Peygamber’in “İlim talep etmek her Müslümana farzdır.” (İbn Mace, Mukaddime, 17.) hadisiyle ilim öğrenmenin önemi vurgulanmıştır. Kur’an ayetleri ve hadislerde ilim sahibi olmak kadar o ilmin gerektirdiği şekilde davranmanın gereği üzerinde de durulmuştur. Kur’an’da, “De ki hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak akıl sahipleri öğüt alırlar.” (Zümer, 39/9; benzer anlam için İsra, 17/107.) denilerek bilginin insana imanını kazandırma ile iyi ve doğru davranışlara yönlendirme konusundaki ayırt edici rolüne işaret edilirken başka ayetlerde (Mesela; “İnsanlardan kimi vardır ki, hiçbir bilgisi olmadığı halde Allah hakkında tartışmaya girer ve her azgın şeytanın ardına düşer.” Hac, 22/3; Benzer anlama sahip ayetler için bkz. Hac, 22/8, 71; Nisa, 4/157; Maide, 5/104; En’am, 6/100, 108, 119, 140, 144, 148; Tevbe, 9/93; Rûm, 30/29-30; Lokman, 31/20; Necm, 53/28.) bilgisizliğin doğru imana ve onun gerektirdiği davranışlara mani olup kötülüğe sebep olduğuna işaret edilmektedir. Bunun için Kur’an’da, “Allah’a karşı ancak; kulları içinden âlim olanlar derin saygı duyarlar.” (Fatır, 35/28.) ayetiyle Allah’ı bilme ve O’na gösterilmesi gereken saygının ilim sahipleri tarafından gereğince yapılacağına işaret edilerek nasıl bir iman ve bunun gerektirdiği ahlaki duruşa sahip olması gerektiğinin ancak âlimler tarafından bilinebileceği vurgulanmıştır. Bunun için Hz. Peygamber, “Âlimler peygamberlerin varisleridir.” (Buhari, İlim, 10; Tirmizi, İlim, 19.) hadisiyle böyle bir bilgiye, imana ve bunların getirdiği ahlaki değerlere sahip olan âlimlerin Allah katındaki yeri belirtilmiştir. Nitekim bir başka ayette, “Rabbinden sana indirilenin gerçek olduğunu bilen kimse, (onu bilemeyen) kör gibi olur mu? (Bunu) ancak akıl sahipleri anlar. Onlar, Allah’a verdikleri sözü yerine getiren ve sözleşmeyi bozmayanlardır.” (Ra’d, 13/19-20.) denilmektedir. Ayet bütün olarak değerlendirildiğinde Allah’tan gönderilenin hakikatini kavrayabilecek ve bunun gereği olan eylemleri yerine getirebilecek ve hayatını buna göre yönlendirme ve yönetme bilincine sahip kimselerin âlimler olduğuna işaret edilmektedir. Yani bilmek onun gereği olan bir hayat tarzını yaşamayı dolayısıyla ahlaki seçimleri de içermektedir. Rasulüllah da bir hadisinde “Ancak iki kişiye gıpta edilir: Onlardan biri, Allah’ın kendisine mal verdiği ve Hak yolunda harcamasına imkan tanınan kimse, diğeri Allah tarafından kendisine hikmet/ilim verilip de onunla hükmeden ve onu başkalarına öğreten kimsedir.” (Buhari, İlim, 15.) demektedir. Bu hadis ilim öğrenmek ve öğretmek kadar o ilme uygun davranmayı, hayatı o ilmin gerektirdiği gibi yaşamayı tavsiye etmektedir. Hoca ilmiyle hayatını yönlendirdiği gibi bu bilinci öğrencisine de aşılamalıdır. Buna karşılık ilim sahibi olup o ilmin gerektirdiği amelleri, davranışları yapmayan kişiler kitap yükü taşıyan merkeplere benzetilerek (“Tevrat’la yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerle kitap taşıyan eşeğin durumu gibidir. Allah’ın âyetlerini inkâr eden topluluğun hâli ne kötüdür! Allah, zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.” Cuma, 62/ 5.) eleştirilmiş, bilip yapmayıp başkalarına yapmasını tavsiye etmek kınanmıştır. (“Siz Kitabı (Tevrat’ı) okuyup durduğunuz halde, kendinizi unutup başkalarına iyiliği mi emrediyorsunuz? (Yaptığınızın çirkinliğini) anlamıyor musunuz?” Bakara, 2/44.) Bu vb. ayetler âlimler/bilim adamlarına birtakım sorumluluklar yüklemektedir. Bilen bildiğine göre hareket etmek zorundadır. Dolayısıyla bilim adamları Allah’tan gelen hakiki bilgi ve bu bilgiye uygun eylemleri içeren İslam’ın gerektirdiği bakış açısı ve hayat tarzına uygun bir bilinç geliştirmek, buna uygun yaşamak ve örnek olmak, bu bilincin yaygınlaşması için gayret etmek zorundadırlar. Mesela İslam bir barış dinidir. Öyleyse bilim adamı kendi ailesi, kurumundan başlayarak toplumda barışın yaygınlaşması, insanların huzur içinde yaşaması için çalışmak zorundadır. Aynı şey doğruluk için de geçerlidir. Bilim adamı doğru ve dürüst olmalı, yalan söylememeli, iftira atmamalı, hırsızlık yapmamalıdır. Doğruluk ilkesine bağlı bilim adamı en basitinden kendi bilimsel çalışmalarında bilgi aşırma/akademik hırsızlık, bilgileri çarpıtma, verileri değiştirme ve yalan söyleme vb. bilimsel suçlara teşebbüs etmeyeceği gibi başkalarının da buna benzer suçlarına izin vermez, toplumda doğruluk ilkesinin yaygınlaşmasına kendisi uygulayarak katkıda bulunur. Benzer şekilde bilim adamı emin/güvenilir olma, adil olma ve toplumda barış ve adaleti sağlama, doğruluk gibi İslam’ın temel ahlaki değerlerine ve ilkelerine bağlılık göstermeli, eylemlerini buna göre düzenlemeli İslam dininin beklediği ahlaklı ve adaletli bir toplum hayatının oluşması için gayret etmelidir. Bilim adamları ancak ilimleriyle amel ettiklerinde yani teorik bilgilerini pratiğe, bilgi ve bilimlerini teknolojiye dönüştürme sırasında aldıkları tutumla gerçek anlamda hâkim/bilge hâline gelirler. Çünkü teoriyi pratiğe aktarma o bilgiyi benimseyip, içselleştirmeyi gerektirir ve ancak bu şekilde peygamberlerin varisleri olup topluma model ve örnek olabilirler.
Hz. Peygamber, “Allah’ım bana öğrettiklerinle beni faydalandır. Bana fayda verecek ilmi öğret ve ilmimi artır.” (Tirmizi, Deavat, 128.) hadisiyle dua ederek, arzulanan “faydasız ilimden sana sığınırım.” (Nesai, İstiaze, 21.), “Allah’ım fayda vermeyen ilimden kabul olmayan duadan, korkmayan kalpten ve doymayan nefisten sana sığınırım.” (İbn Mace, Sünne, 23.) hadisleriyle kaçınılması gereken bilginin nasıl olması gerektiğini ifade etmiştir. Bu hadisler topluca değerlendirildiğinde ilmin kendisinin doğruluk veya hakikat değeri kadar fayda değerine de sahip olduğu ve ayrıca bunun yanında ilimlerin olumlu yönde kullanılmasıyla insanlara fayda sağlayabileceğine işaret edilmektedir. Çünkü yine sevgili Peygamberimiz “Aziz ve Yüce olan Allah’ın rızası için öğrenilmesi gereken bir ilmi, sırf dünya menfaati elde etmek için öğrenen bir kimse kıyamet günü cennetin kokusunu dahi alamayacaktır.” (Ebu Davud, İlim, 12. Ayrıca bk. İbn Mace, Mukaddime, 23.) demektedir. Dolayısıyla burada kesinlikle bireysel, kişinin kendi dünyevi menfaatine dayalı bir fayda söz konusu değildir.
Bilginin ve bilimin sonuçları güzel ve doğru olabilir. Ancak bir şeyin doğru veya güzel olması onun faydalı olması anlamına gelmez. Bunun için “faydalı ilim” ile “Allah’a derin saygı duyan âlimler” ayeti İslam bilim ahlakı açısından bir arada değerlendirilmelidir. Özellikle Allah’a derin saygı duymayan bilim adamları elinde faydasız ilim kötü sonuçlara sebep olabilir. (Bayraktar, a.g.m., s. 143.) Bilim ve teknolojinin günümüz insanlığına verdiği atom bombası, nükleer silahlar, çevre kirliği ve atıklar, vb. zararlar dikkate alındığında ve özellikle İslam’ın emin olma, insanın en değerli varlık olması ve elinden, dilinden insanların zarar görmemesi ilkeleri bir arada düşünüldüğünde bu hadislerin anlamı daha iyi idrak edilir. Bir Müslüman bilim ahlakı açısından en faydalı olanı en az zararlı olanı seçme durumundadır. Mesela âlemin kendisine emanet olarak verildiği bilincinde olan insan diğer varlıklara ve çevresine zarar verecek şekilde bilgisini kullanamaz. Faydalı olma ve zarardan kaçınma ilkeleri de İslam bilim ahlakı içerisinde değerlendirilebilecek en temel ilkeler arasındadır. Ancak hadislerde geçen fayda kavramının bugün faydacılık ve pragmatizm gibi felsefi akımlarda ele alınan fayda ilkesinden çok farklı olduğu unutulmamalıdır.
Sonuç olarak İslam ilme dayanan bir dindir ve onun meydana getirdiği medeniyet bir ilim medeniyetidir. Dolayısıyla ilmin elde edilmesi, kullanılması, uygulanması ve başkalarına aktarılması sırasında kendisine özgü birtakım ilke ve değerleri içermesi kaçınılmazdır. Bilimin değerlerden arındırılmış olması gereği tezi günümüz şartlarında geçersiz kalmıştır ve bilimi kötüye kullananlar elinde zararlı sonuçlar doğurmuştur. Bunu önlemek için geliştirilmeye çalışılan bilim etiği kavramı da ‘evrensel ilkeler ve değerlere bağlı olmalı’ tezine sahiptir. Ancak bilim gibi bilim etiğinin de onu yorumlayanların elinde olumsuz sonuçlar doğurduğu gözlemlenmektedir. İslam kendi iç dinamikleri ve değerleriyle kendi bilim ahlakını geliştirmelidir. Bilim ahlakı bağlamında Müslüman bilim adamlarının bağlı olması gereken en önemli ilkeler yukarıda sıralanmaya çalışılmıştır. İslam’a göre insan yeryüzünde Allah’ın halifesidir ve o kimsenin yüklenmek istemediği emaneti yüklenmiştir. Bu bilinçle insan, âlemin kendisine verilen bir emanet olduğunu, bilme, anlama ve koruma gücünün kendisinde olduğunun farkında olarak bilgi eylem dengesini kurmalıdır. Dolayısıyla bilgi ve bilimini ahlaki değerlerden, evrensel ilkelerden arındırmış olarak kullanamaz. Onun için bilim kadar bilim ahlakı anlayışını da geliştirmeli ve bu konuda ilkeler ve değerler oluşturmalıdır. Bununla ilgili temel ilkeler ve değerler İslam’ın iki ana kaynağı Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamber’in sünnetinde mevcuttur.