Makale

Medeniyetimizin Yeniden Keşfinin İmkânı

GÜNDEM

Medeniyetimizin Yeniden Keşfinin İmkânı

Yrd. Doç. Dr. Mehmet ULUKÜTÜK
İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

İlahî vahyin bakiyesi ve Müslüman toplumların tarihsel tecrübesinin bir hasılası olarak İslam düşüncesinin zaman ve mekân formları içinde tecelli ve tecessüm etmesi bağlamında söz konusu ettiğimiz ‘İslam medeniyet’ olgusu küreselleşen dünya düzeninin hegemonyası altında kozmopolit bir hayat yaşayan günümüz Müslümanları için yitik vaziyettedir. Yitik medeniyetimizin yeniden keşfi için kanaatimce yapmamız gereken ilk şey geleneğimizden güç ve ilham alarak ‘bugün’, ‘şimdi’ medeniyetimizin üzerine bina edildiği felsefi/düşüncel damarların keşfine yapılacak uzun soluklu yolculuktur. Bu sayede İslam düşüncesi bağlamında bir medeniyet felsefesi inşa edebilecek, yitik medeniyetimizi keşfetmenin imkânını aralamış olacağız. Aşağıda bu yolculuktaki bazı önemli duraklardan bahsedeceğim.
Evvela, İslam düşüncesi bağlamında bir medeniyet felsefesi yapabilmenin ilk şartı Allah-âlem-insan tasavvurunun kendisine dayandığı ana damar İslam dünya görüşünün farkına varabilmektir. Bu dünya görüşünün varlık-bilgi-değer düzlemindeki dayandığı zihniyetin özgünlüğü keşf etmeye çalışmaktır. Zira medeniyetleri, dünya görüşleri, zihniyetler inşa eder, yoksa medeniyetler dünya görüşünü oluşturmazlar. Dünya görüşü veya daha otantik ifadeyle âlem tasavvuru, bir medeniyetin mimarıdır, medeniyet de onun eseri. Medeniyetlerin varoluş, süreklilik ve değişim diyalektiğini belirleyecek olan da medeniyetin üzerine inşa edildiği ‘ben-idraki’dir. Bir ben-idrakinin oluşmasını sağlayan nihaî etken de, kurumsal ve formel alan değil, bir bireyin varlık sorunsalını anlamlı bir çerçeveye oturtan varlık-bilgi-değer üçgeninde oluşan alem tasavvurudur. Kimlik ile ben-idraki veya dünya görüşünü de basitçe birbirine indirgememek gerekir. Kimlik, sosyal tanınma temelinde gerçekleşen ilişki-bağımlı bir bilinç olarak iki tarafı gerekli kılarken, ben-idraki veya dünya görüşü karşı tarafa ya da sosyal bir tanınmaya ihtiyaç hissetmeyen bireysel bir şuur hâlini yansıtır. Kimlik sosyal, iktisadi ve siyasi otorite tarafından tanımlanabilen ve verilebilen bir nitelik taşırken, özneyi ve varoluşu esas alan ben-idrakinin herhangi bir başka otorite tarafından tanımlanabilmesi de, tasfiye edilebilmesi de imkânsızdır. Böylesi bir dünya görüşünün yokluğunun önemli tezahürlerini her gün şahit olmaktayız. Aynı dünya görüşüne sahip Müslümanlar farklı kimlikler altında, arızi nedenlerle çatışma içinde olabilmektedir. Hâlbuki dünya görüşleri kimlikleri belirlerler, kimlik dünya görüşlerini değil.
İkinci olarak bu dünya görüşüne bağlı olarak zamanı, tarihi, şimdiyi anlama ve anlamlandırma kudretine sahip bir tarih felsefesine, sünnetullah bilincine sahip olmak gerekir. Kronolojik olarak art arda sıralanan olay ve olguları, anlamlı bir mikyasla, hikmete mebni bir ayna tutma ve görüntülerin arkasındaki hakikati keşfe çıkmadan bugünümüzü anlamlandıramadığımız gibi yarınımızı da inşa edemeyiz. Bugününü anlayamayan, yarınını inşa edemeyen, tarihi okumasını, anlamasını bilmeyen toplumların medeniyet kurma ihtimalleri olmadığı gibi bir medeniyet felsefesi yapabilmeleri şansları da yoktur. Sünnetullah bize önce ve sonra arasındaki basit zamansal ve tarihsel süreci anlamamızı ve anlamlandırmamızı sağlar. Sünnetullah ile fıtratullah arasındaki gizemli denklemi keşf edebilirsek eğer geçmiş ve gelecek arasındaki rolümüzün ne anlama geldiğini de bir nebze yorumlayabilir hayatın değişim cümbüşüyle çatışmadan anlamlandırma ve dönüştürme gücüne sahip olabiliriz.
Üçüncü olarak bir söz ve kelam olarak vahyin, dünya görüşü ve zihniyetinin pratiğe dönüşmesinin bir resmi ve örneği olarak nübüvvetin kurucu rolüne dikkat kesilmek gerekir. Nübüvvet, sadece iman esaslarından biri veya spekülatif kelami tartışmaların bir nesnesi olarak değil, toplum kurabilmenin, birlikte yaşayabilmenin ve medeniyet kurabilmenin de en ciddi imkânlarından biridir. Bu konuda pek çok örnek arasından İbn Sina’nın “Peygamberliğin Delili” adlı risalesinde çok çarpıcı ifadeler vardır. İbn Sina için insan toplumsal bir varlık olup yalnız başına hayatını sürdüremez, iş bölümü denilen olgu da bunun en iyi göstergesidir, zira insanın varlığı ve yaşaması ortaklığı gerektirir, karşılıklı ilişkiler kanun (sünnet) ve adaleti, kanun ve adalet ise kanun koyucu ile adaleti sağlayan birini gerektirir, kanun koyucu insanlara hitap edebilecek ve onların kanunu izlemelerini sağlayacak bir konumda olmalıdır. Buna göre o bir insan olmalıdır. İnsanlar kanun konusunda şahsi kanaatleriyle baş başa bırakılmamalıdırlar; aksi hâlde onlar kendi lehine olan şeyleri adil, aleyhine olan şeyleri ise gayri adil (zulüm) görmek suretiyle görüş ayrılığına düşerler. Öyleyse bir peygamber var olmalı ve o bir insan olmalıdır. Nübüvvet ve onun pratikteki aynası olan sünnet sadece ilmi olarak ikinci hüccet kaynağı değil aynı zamanda Müslüman bir toplumun oluşumunda sosyolojik bir imkândır. Dünya üzerinde çok sayıda Müslüman olmasına rağmen, onların bir ümmet veya toplum olup medeniyet inşa edememelerinin en büyük sebebi az önce belirttiğimiz sosyolojik imkânın eksikliğidir.
Dördüncü olarak; İslam düşüncesinin paradigma inşasında rol almış İslam klasikleriyle otantik ve dinamik bir ilişkinin şimdi buradaki imkanları üzerinde, ciddi bir irade ve yüzleşme gerekir. Klasikler bir medeniyetin can suyudur, pınarlarıdır. Sezai Karakoç’un deyişiyle; “Oku diye başlayan Kur’an’dan başlayarak bütün İslam klasiklerini ve kaynaklarını okumak, karanlığa gömülmüş olanları ışığa, gün yüzüne çıkarmak, yarı kalmış düşünceleri geliştirmek. Sonra kitap sayfalarından gelen ve ruhun bilme susuzluğunu, her türlü derdini gideren bu ab-ı hayat bad-ı sabasını ruha geçirmek” gerekir. Kendi klasiklerinin dilini, düşüncesini, ruhunu bilmeyen insanların kendi medeniyetlerinin felsefesini yapmaları imkânsızdır.
Beşinci olarak; dilimiz ve dil bilinci üzerinde durmanın, medeniyetimizin dilinin ufuklarıyla şimdi buradaki dilimizin ufukları arasında bir ufuk kaynaştırması gerçekleştirmenin yollarının keşfine çıkmak gerekir. Dil-düşünce ve kültür ilişkisi konusunda Farabi, mantığı düşüncenin grameri, grameri ise dilin mantığı olarak düşünülen şeyle konuşulan şey arasında asgari bir mutabakatın olmasını gerektiğine dikkat çekmişti. Düşünce ve dil arasındaki mezkûr asgari mutabakat eksikliği, Müslümanların birbirini doğru anlamaları yönünde büyük bir engel olarak durmakla kalmamakta büyük çatışmalara da sebebiyet vermektedir. Eğer bugün dilimiz geleneğimizin ve medeniyetimizin terimlerini ve kavramlarını karşılamaktan acizse bize ulaşan emanet artık bir işe yaramıyorsa, kendimizde kayıp varlıklara dönüşmüşsek; bunun nedeni dil ile düşünce arasındaki bağlantıdır. Zamanımızdaki kültürel kopukluk bizleri şizofrenik varlıklar yapmıştır. Dilimiz çeviri, konuşmamızsa dublajdır.
Altıncı olarak; kendi geleneğimizin fırsat ve sınırlılıkları üzerine dinamik bir süreklilik-değişim denklemi kurarak öznellik ve nesnelliğimizin hâlleriyle yüzleşmek gerekir. İlahî bir yaratıcının tarihe ve mekâna mukayyet olarak yarattığı insan, yeryüzü serüveninde ‘olan’ ile olması gereken arasında, değişim ve sürekliliğin diyalektiğinde varoluşunu gerçekleştirmeye çalışır. Onun bu çabasında bir geleneğe ait olması, süreklilik ve değişim arasındaki gerilimini sağlıklı ve doğal yollardan çözmesini sağlar. Bunu gerçekleştiremediğimiz bugünlerde şahit olduğumuz ise, metin ile hayat, teori ile pratik, ilim ile amel arasındaki büyük boşluktan meydana gelen bir gelenek yoksulluğudur.
Son olarak da ölüm ve mead ile hayatımız arasında anlamlı, tutarlı ve bütünlüklü ilişkiler kurabilmenin yollarını aramalıyız. Ölüm ve sonrasına ait temellendirilmiş bir inancımız olmadığı takdir şimdi buradaki hayatımızı anlamamız ve inşa etmemiz mümkün değildir. Zira ölümsüzlüğe inanmadığımızda, dünyaya anlam vermemiz imkânsız olmasa da son derecede güçleşmektedir. Ölümsüzlük veya öldükten sonra bir hayatın olup olmadığı meselesi yalnızca kelam ve felsefeyi ilgilendiren salt soyut bir durum değildir, her gün hissettiğimiz, çoğu zaman unuttuğumuz, hayatımızda olduğu gibi zihinlerimizden de uzaklaştıralım dediğimiz ve zihinlerimizden de uzaklaştırdığımız ölçüde şimdi buradaki yaşamımızı ve kendimizi unuttuğumuz bir hadise oluvermektedir.