Makale

Hayırlı Evlat Nasıl Yetiştirilir

Fatma Hale Liman
Vaize-İstanbul

Hayırlı Evlât
Nasıl Yetiştirilir

Benim çocukluk yıllarımda ^ annem ve babam ile arkadaşlık nedir bilmezdik. Onlar Allah (c.c.) tarafından bizim için seçilmiş ve kendilerine emanet edildiğimiz kimselerdi. Onlar işlerini pek bir vakur yaparlardı. Yerleri belli idi, biz çocukları idik, onlar da ebeveynlerimiz. Saygı duyardık, korku ile birlikte duyulan bir saygı idi bu... Kurallar kesindi. Büyükler konuşurken araya girilmezdi; küçükler büyüklerin işine karışmazdı. Yapma denilen şey yapılmazdı. Görevlerimiz belli idi, pazarlık yapılmazdı. ’Okuyorsan kendin için okuyorsun’ derdi annem; ’ev işlerini öğrenmen, yapman lâzım’ bunun pazarlığı olmaz. Eve misafir geldiği zaman bizim odamıza çekilmemiz diye bir şey asla söz konusu değildi, misafir hürmete lâyıktır. En güzel hizmet misafire yapılandır. Ben pek çok sınava gece misafirler gittikten sonra çalıştığımı hatırlarım. Kızmak, sitem etmek diye bir şey olamazdı; ’nereden de çıktı şimdi bunlar, benim sınavım var’ diyemezdik. Hem okula gider hem evde kardeşlerimizle ilgilenir, hem de ev işlerinde annemize yardımcı olurduk. Namazı annemizle birlikte abdest alıp kılardık.
Babamın halasının romatizmadan elleri deforme olmuştu; tırnaklarını kesemez, evini süpüremezdi. Annem sıra ile bizi onun evine gönderirdi halamıza yardımcı olurduk. Bencillik yok, fedakârlık yapmalı idik. Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için derdik birbirimize kardeşler olarak. Tüketmeyi bilmezdik. Harçlık verilmezdi bize ihtiyacımız da olmazdı. Evde kahvaltımızı yaptıktan sonra dışardan ne alabilirdik ki? Okuldaki arkadaşlarımıza ise ayakkabı ya da elbiselerimizle övündüğümüzü hiç bilmem. Markalı giymezdik, annelerimiz dikerdi kıyafetlerimizi, onlar örerlerdi. Dostluklar sıkı idi. Komşuluklar sıkı idi. Arkadaşlarımızla sokaklar bizim idi. Akşam gezmelerine giderdik orada da yaşıtımız çocuklarla ne oynardık ama... Öyle ergenlik döneminde kavgalar olmazdı, çünkü anne baba ile kavga edilmezdi.
Önce ben değil, biz demeyi öğretmişlerdi bize. Önemli olan şu ya da bu mesleğin sahibi olmak değil, adam olabilmekti. Dershane okul ikileminde değildik. Koşuda değildik, küme çalışmaları yapılırdı bizim ilkokulumuzda, başarı tüm kümenindi kişilerin değil. Doya doya, sindire sindire büyüdük. Çocukluğumuz iki araya bir dereye gelmedi. Pek oyuncaklarımız olmadı ama sokak oyunlarından hepsini bizzat uyguladık. Milâttan öncesini anlatmıyorum. Yetmişli yıllardan seksenli yıllardan bahsediyorum.
Bizim anne babalarımız çocuk psikolojisi kitapları okumamışlardı, danışmanları da yoktu, büyüklerinden başka...
Bizim ana babalığımıza gelirsek: ’biz biraz okuyalım, daha bilgili kültürlü çocuk yetiştirelim’ dedik. Daha bilimsel yetiştirelim. Kendimizce sloganımızda vardı; biz daha iyisini yapacaktık, çocuklarımız daha özgür olacaklardı. Onlar fikirlerini rahatça söyleyebileceklerdi, onlar bireydiler, bizim çocukluğumuzda bizler nesne konumunda idik, güya bizim çocuklarımız özne idiler ve onlar değerli idiler, her konuda fikirlerini söylemeli idiler. Biz annelerimizin diktiğini giymiştik, bizim çocuklarımız marka giymeli idi. Eve misafir gelse bile bu çocuklarımızın düzenini bozmamalı idi. Eve misafiri bile çocuklarımızın okul ve dershane proğramına göre ayarladık. Onların düzeni bozulmasın. Bir de okuduğumuz bazı kitaplar: ’çocuklarınızla arkadaş olun’ diyordu. Evde kimin büyük kimin küçük olduğu karışmaya başlamıştı. Aradan çok değil birkaç yıl geçmişti ki; bu kez de doktrinler değişmişti ve: ’anne anneliğini bilsin, baba babalığını; çocuk da çocukluğunu’ diyorlardı; yani anne baba rolü elzemdi. Şimdi ne oldu? Bu ne idi şimdi?
Bize şunu yapın bunu yapın diyenler bu kez de yok anlar olmadı artık şunları yapın diyorlardı. Şimdi her çocuk yepyeni bir dünyadır, genel geçer kurallar yoktur, her çocuğun eğitimi ona özel verilir. Genellemeler yapılamaz. Siz iyi anne baba olun onlarla arkadaş olmaya kalkmayın sokakta bir sürü arkadaşları var, siz onlara iyi bir rol model olun deniliyordu. Önceleri ağladığı zaman bebeğinizi kucağınıza almayın hemen, kucağa alışmasın demişti psikoloji kitapları, pedagoglar; şimdi ise: ’istediğin kadar kucakla bebekler anne ile ne kadar bedensel temas kurarlarsa daha özgüvenli olurlar’ deniliyordu. Bu karmaşanın içinde seksenli yıllarda batı depresyona giren bebeklerle tanışıyordu. Çok geçmedi bizim bebekler de depresyonda idi artık... Çünkü bizler bu kadar kafa karışıklığı arasında rol model olamadık. Esas ana babalığın; örnek olan, hayatı çocuğuna tanıtan, daha az yara alarak ve çevresine daha az zarar vererek hayatın dikenli yollarında! Yürüyebilmeleri için rehber olan, özellikle karakterli yetişmeleri, ahlâklı ve erdemli olmaları için gerekli terbiyeyi vermek olduğunu öğreniyorduk. Bizlerse; bilimsel yaklaşım budur deyip; çocuklarımızı merkeze oturttuk, ne dedilerse çocuklarımız ne istedilerse: ’emrin olur baş üstüne’ dedik. Sevgi, saygı, şımarıklık birbirine karıştı. Özgüvenli olsunlar derken bencil, önce ben diyen çocuklarımız oldu. Aman iyi lise kazansınlar, iyi üniversite kazansınlar, güzel meslekleri olsun biz yemez yediririz, giymez giydiririz. Bir yerlerde boşluklar vardı da nerede. Hayatı anlamlı kılan neydi sahi?
Dışarıda oluşturulan her şeyin bize uymayacağını geç anladık. Ne aile yapısı ne de çocuk yetiştirme sistemi bize uyuyordu çünkü... Çocuklarına; ’bir an önce büyüyüp başımızdan gitsinler’ diye bakanlar oldu. Sokaklar acımasızdır, ezilmesinler, zarar görmesinler çocuklarımız diye; ’elinizdekini kimseye kaptırmayın, kimseye yardım etmeyin, sizden bir menfaat edinmek isteyebilirler’ diye öğretiyorlardı. ’Acımasız bir rekabet var dünyada’ başarmak için birilerinin omuzlarına basmalısın. Esas olan başarmaktır ve başarmak içinse her şey mübahtır’ diyorlardı. B.i- ze ait değerlerin, erdemin öğretilmediği, yerde filizler nasıl boy verir dersiniz?
Bizim toplumumuzda ise kaç yaşında olursa olsun evlât daima evlâttı, evlât asla atılmaz, evlât ciğer paremiz idi. Özveri, karşılıksız sevme, küçüğe sevgi büyüğe saygı vardı bizim toplumuzda. Fedakârlık, paylaşma esastı bizim toplumumuzda. Başkasının hastalığına iyi gelen reçete her hastalığa uygulanmazdı. Sorgulamadan, şartsız kabul ettiğimiz kuralları uygulamıştık. ’Biz görmedik, varsın en iyisi onların olsun’ duygusallığını da ortaya koyunca hiç de mutlu olmayan çocuklar, gençler ortaya çıktı. Marka giyiyordu ama bir başka modeli çıkınca depresyona giriyordu bizim çocuklarımız. Sadece ders çalışsınlar varsın olsun biz bulaşıkları yıkardık. İstemezlerse misafirin yanına çıkmazlardı, bizler de istemeye istemeye çıkmaz mıydık? Şöyle bir bakınca gayet bencil, saygı nedir bilmeyen, fedakârlık nedir bilmeyen, sadece; ’istiyorum’ diyen çocuklar yetiştiriyorduk. ’Yapmak zorundasınız’ diyorlardı. Hayatı anlamlı kılan ahlâkî değerler ve erdemler araya kaynamıştı...
Yetişkinlerde bir kaybolmuş- luk olduğu için anne ve babalar çocuklarına yeterince yön veremiyorlardı ve çocuklar ebeveynlerine saygı duymuyordu artık. Anne ve babalarımız bizden daha mı başarılıydı ne?
Demokratik tutumla boşvermek birbirine karışmıştı. Batıda çocuklar kişilik bozukluğu patlaması yaşıyordu, ’biz nerede hata yaptık’ diyordu batı. Bizler de çocuklarımız da benzer şeyleri yaşıyorduk. Çok duymuşumdur hanımlardan; ’anne miyim neyim belli değil, teşekkür bile edilmez bana.’ Bunlar acı şeyler. Doksanlı yıllarda yetiştirilen çocuklar hep bu ikilemde kaldı. Bugünün gençliği kimlik sorgulamasında çaresiz, depresyona daima meyyal, intihara yakın, sokağa ait kültürle yetişen, mafyaları örnek alan gençlerimiz var artık. Marka bağımlısı, tükettikçe mutlu olan, hırslı ve kazanmak başarmak uğruna her şeyi mübah gören bir kitle... Bunları biz dahil ettik hayata. Sağlam bir ana baba modeli gördüler de teptiler mi bu çocuklar? Hayır. Erdemler, ahlâk, din eğitimi önce mükemmelinden ailede verildi de almadı mı bu çocuklar? ’Adam ol evlâdım, benim için şu meslekten ya da bu meslekten olman önemli değil, sen insanı yaratılana yaratandan ötürü sev hizmet et’ dendi de yapmadı mı bu çocuklar? ’Biz ezildik, sen ezilme’ dedik onlara; ezilme neydi ki? Bumerangın bize de döneceğini niye hesap edemedik? Karşımızda anne baba bilmeyen, kapıyı çekip evden giden, haksızca eleştiren bu çocuklar kendiliğinden mi türedi? Ezilmiyorlar işte. Ezilmiyorlar ama mutsuzlar, arkadaşları, dostum diyecek dostları yok çünkü.
Nereden gelip nereye gittiğini bilmeyen, geçmişini ecdadını, peygamberini rol model olacak şahsiyetleri öğrenmemiş olan gençliğin nesine kızıyoruz. Maddeye boğulan bizler, manayı önemsemeyen bizler... Armut dibine düşer. Sağlam ana baba olduk da çocuklar kusurlu mu kaldı? Çevreyi suçlamayalım, hemen. ’Bana dokunmayan yılan kırk yıl yaşasın’ demiyor muyuz biz? ’Bana bulaşmasın da ne yaparsa yapsın’ demiyor muyuz? ’Benden uzak olsun da...’ demiyor muyuz?
Elbette değişen hayatı gözeten bir eğitim sistemi uygulanmalı... Karakterli, erdemli, örnek model ana babalarla eşliğinde hayırlı evlât yetiştirmek bu çağda bile çok mümkün. Gayret kullardan olduktan sonra, tevfik Allah’tan beklenmez mi?
Sevginin olmadığı bir yerde eğitimden söz edilebilir mi? Sevgi sayesinde sabrı, merhameti, hoşgörüyü, fedakârlığı gerçekleştirebilir insanlar. Sevgi ne kadar çoksa öz güven o kadar çoktur. Şımarıklıkla karıştırılmayan bir sevgiden bahsediyoruz. Ana babasının gözünde sevgi ışıltısını gören çocuk her türlü güçlüğün üstesinden gelmez mi?
E. Erikson dindar anne babaların çocuklarının temel güven duygusunun beslenmesi açısından daha şanslı olduklarını belirtir. Yegâne güven kaynağının Allah olduğunu öğrenen ’Allah bir kapıyı kaparsa bir kapıyı açar.’ diye duyan çocuk yegâne güvenilecek kimsenin Allah olduğunu düşünerek yaşar. ’Allah var keder yok’ ’Allah’ın her şeye gücü yeter’ düşünceleri ile yetişen çocuklar daha mutlu çocuklardır. Allah inancını sevgi ve bağlanma duygularını temel alarak geliştir- sek ruh sağlığı için gerekli olan yaşama sevinci de oluşmuş olur. Çocuklar üzerinde kuramadığımız otoriteyi Allah korkusunu pervasızca kullanarak kurmaya çalışmak Allah’ın gazabına sebep olur.
Konuşup duran değil, anlatıp duran değil, çocuğunun ne olmasını istiyorsa onu yaşayan ana babadan daha tesirli kim olabilir? Arkadaş değil temsil özelliklerini üzerinde taşıyan, tam bir model olan ana babanın önünde kim durabilir? Acıma duygusu olmayan acımayı, merhameti öğretemez; dua etmeyen dua et diyemez, namaz kılmayan da namaz kıl diyemez. Vefa, kadirşinaslık, yardımseverlik, fedakârlık ancak yaşanarak öğretilir. İstikrarlı ana babalar hayırlı evlât yetiştirebilir, bir dedikleri bir dediklerini tutmayanlar değil. Evlâdı ile empati kuran ebeveynler çocuk eğitiminde daha başarılıdır. Telkin döneminde değerleri oturtmamışsak; treni kaçırırız. Daima ilgi ama boğmadan, çocuğumuzda bir bireydir daima saygı duyarak, daima sevgi, daima temsil, yaşayarak öğretme...
’Kişiye ve onu şekillendirene, sonra da ona iyilik ve kötülük kabiliyeti verene and olsun.’ (Şems, 78)