Makale

İslâm ve Düşünceyi İfade Özgürlüğü

İslâm ve
Düşünceyi
İfade Özgürlüğü

Rıdvan Nizamoğlu
Hamburg Din Hizmetleri Ataşesi

İslâm kelimesi, Arapça selm veya silm kökünden gelir. Sözlükte, güçlü olmak, gevşeklik ve tembellikten, eğilip bükülmekten, iç ve dışla ilgili her türlü eksik ve kusurdan salim olmak; barış, barışa girmek, boyun eğmek, buyruğa uymak, doğrudan ayrılmamak, Allah’ın hükmüne razı olmak gibi anlamları vardır. Bu kökten gelen İslâm kelimesinde de bütün bu anlamlar mevcuttur.

İslâm dini de bu anlamları içinde barındıran bir barış, sağlamlık, doğruluk ve Allah’a teslimiyet dinidir. Hz. Muhammed (s.a.s.)’in ifadesiyle, “Müslüman, diğer Müslümanların elinden ve dilinden bir kötülük görmedikleri kişidir. Mümin de insanların canları ve malları konusunda kendisinden emin oldukları kimsedir.” (Buhari, İman, 4)

Bir başka sözlerinde Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Hiçbiriniz, kendisi için arzu ettiğini (mümin) kardeşi için de arzu etmedikçe iman etmiş olmaz.” (Buhari, İman, 6)
Bu iki hadis, Ebu Davud’un önemli kabul ettiği dört hadisten ikisidir.

Kur’an-ı Kerim’de de Hz. Peygamber’in âlemlere rahmet olarak gönderildiği ifade edilmektedir. “(Ey Muhammed!) Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiya, 107) Rahmet kelimesinde, acıma, esirgeme, merhamet manaları vardır. Kur’an da; “Bismillahirrahmanirrahim” (sonsuz merhametli ve rahmeti çok olan Allah’ın adıyla) diye başlar ve ikinci ayette de aynı keIimeler tekrar edilir.

Başka bir ayette de Hz. Peygamberin bir şahit, bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderildiği beyan edilmektedir. (Fetih, 8)
Birçok ayette bunlara benzer ifadeler vardır.

Hz. Peygamberin görevini ve niteliğini açıklayan bu ayetler ile onun iyi bir müminde aradığı vasıfları özetleyen sözlerinin birlikte düşünülmesinde ortaya çıkan sonuç şudur ki; İslâm dini barış, emniyet, merhamet, müjdeci olma ve kendisi için olduğu gibi herkes hakkında iyilik düşünme dinidir.

Ayet ve hadislerdeki bu vasıflandırmalar sebebiyle, din bilginlerinin açıklamalarına göre; İslâm dininin esası; tevhid (tek tanrıya inanma), ruhu; ihlâs (samimiyet) ve sevgi, şiarı (prensibi); adalet, iyilik ve müsamahadır.

Buna göre, İslâm’da tek tanrı inancı, yani Allah’ın birliğine inanma temel esastır.

Samimiyet, yani içi dışı bir olma ve herkese karşı sevgi ile davranma, dinimizin özünü, ruhunu teşkil etmektedir. Bu ihlâs ve samimiyet ruhunu büyük Türk düşünürü Mevlânâ şöyle ifade etmiştir: “Ya göründüğün gibi ol, ya olduğun gibi görün.”

Sevginin dinimizde çok yönlü manası vardır. Önce Allah ve peygamber sevgisi üzerinde durulmuş, sonra insanların birbirlerini sevmesi istenmiş ve nihayet bütün canlılara karşı sevgi ve şefkatle muamele tavsiye edilmiştir. Şöyle ki;

Kur’an-ı Kerim’de müminlerin Allah’a olan sevgilerinin güçlü bir sevgi olduğu ifade edilmiş, (Bakara, 165) Allah’ı sevenlerin Peygambere tabi olmaları gerektiği açıklanmıştır. (Al-i İmran, 31) Hz. Peygamber de “Allah’a yemin ederim ki, hiçbiriniz ben ona babasından da çocuklarından da daha sevgili olmadıkça iman etmiş olmaz.” buyurmuştur. (Buhari, İman, 7) Bu sözü işiten Hz. Ömer (r.a.): “Ya Resulallah! Sen bana kendi nefsimden başka her şeyden daha sevgilisin” demiş, buna karşı, Hz. Peygamber’in; “Ya Ömer! Nefsinden de sevgili olmalıyım” demesi üzerine, Hz. Ömer; “Nefsimden de” deyince, Hz. Peygamber ‘Ya Ömer! İşte şimdi oldu.” buyurmuştur. (Tecrid, 1/31-32) Allah ve peygamber sevgisi, bütün inananlara sirayet etmiştir.

Aynı şekilde dinimizde adalet, iyilik ve müsamaha emir ve tavsiye edilmiştir. Cuma günleri hutbenin sonunda okunan ayette, Allah’ın insanlara adaletle muameleyi emrettiği beyan edilmektedir (Nahl, 90) ve bu her cuma müminlere söylenmektedir. Adalet her hakkı hak sahibine vermektir. Allah bunu emretmiştir ve bütün imamlar bu emri her hafta tekrar hatırlatmaktadır.

Aynı ayette Allah (c.c.) iyiliği de emrettiğini açıklamaktadır. İyilik de, hem yaptığı her işi, güzel ve iyi yapmak; hem de başkalarına faydalı yararlı iş yapmak demektir. Kişinin işlerini Allah’ın memnun olacağı şekilde, O’nun kendisini daima gördüğünü ve her yaptığını bildiğini düşünerek yapmasıdır. İşte insanların işlerini böyle yapmaları dinimizde önemli bir prensiptir. Buna ihsan adı verilir. Bu da Allah’ın biz insanlara emridir.

Nihayet dinimizde müsamaha, hoşgörü önemli bir ilkedir. Büyük Türk Şairi Yunus Emre bu prensibi çok güzel ifade eder:

Elif okuduk ötürü, pazarlık eyledik götürü,

Yaratılanı hoş gör, yaratandan ötürü.

Bütün yaratılmışlar, onları yaratan Allah olduğu için hoş görülmelidir. Bütün insanlara, hatta bütün canlılara ve cansızlara onları Allah yarattığı için iyi niyetle bakılmalı, hoş görülmeli ve müsamahakâr olunmalıdır. İslâm dini budur.

İslâm bu olduğu içindir ki, O’nun Peygamberinin yaşadığı döneme tarihçiler “Asr-ı saadet” adını vermişlerdir.

Düşünceyi ifade özgürlüğüne gelince:

Düşünce özgürlüğü demeyip, düşünceyi ifade özgürlüğü dememin sebebi, düşünceye zaten sınırlama getirilmesinin mümkün olamamasıdır. Esasen ifadeye dökülmedikçe düşüncenin bilinmesi de, buna bir sınır çizilmesi veya bir müeyyideye bağlanması da mümkün değildir. Bu sebeple tartışma konusu olan, hukuk literatüründe hatalı olarak kullanılan düşünce özgürlüğü değil, düşünceyi ifade özgürlüğü demeyi tercih ettim.

Düşünceyi ifade özgürlüğü konusu, tarihin en eski çağlarından itibaren insanoğlunun hem mümeyyiz (ayırıcı) vasfı, hem de problemi olmuştur. Düşündüğünü ve inandığını söylediği için ölüme mahkum edilen İbrahim (a.s.)’den, (Enbiya, 66-68) düşüncelerini ifade ettiğinden dolayı idam edilen Sokrat’a (DİA, 10/471) ve müebbet hapse mahkum edilen Galile’den, günümüzün düşünceyi ifade özgürlüğü tartışmalarına kadar her devirde bu konu önemini muhafaza etmiştir.

Sokrat kötülüğün bilgisizlikten ileri geldiğini söylerdi. Eflatun da, cemiyette her kötülüğün dine, tanrılara ve mukaddes şeylere inanmamaktan doğduğunu söylemiştir. Etlatun, “şu halde sözleri, işleri ve tavırlarıyla tanrılara hakaret edenler kanunla cezalandırılmalıdır” görüşünü savunmuştur.

İslâm’da düşünceyi ifade özgürlüğü konusunda şu ayeti kerimeleri zikredebiliriz:

“Dinde zorlama yoktur.” (Bakara, 256)

“De ki, sizin dininiz size, benim dinim de banadır.” (Kâfirun, 6)

“(Onlara- ehl-i kitaba) şöyle deyin: Biz, bize indirilene de, size indirilene de inandık. Bizim ilâhımız ve sizin ilahınız birdir. (Aynı ilâhtır) Biz sadece O’na teslim olmuş kimseleriz.” (Ankebut, 46)

“Kim peygambere itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur. Kim yüz çevirirse (bilsin ki) biz seni onlara bekçi göndermedik.” (Nisa, 80)

“...Sen onlara vekil (onlardan sorumlu) da değilsin.” (En’am, 107)

Bu ayetlerden anlaşılmaktadır ki, İslâm’da herkes inancında, düşüncesinde ve bunu ifade etmede hürdür. Düşüncelerini özgürce ifade edebilir ve hiç kimse bundan dolayı zorlanmaz. Kimse kimseye de bekçi tayin edilmemiştir.
Ancak şu hususa da dikkat etmek gerekir ki, bu özgürlük hiç kimseye başka inançtakilerin inancına küfretme veya alay etme özgürlüğü vermez.

Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulmuştur: “Onların, Allah’ı bırakıp tapındıklarına sövmeyin, sonra onlar da haddi aşarak, bilgisizce Allah’a söverler...” (En’am, 108) Başka ayetlerde de (7 ayette) peygamberlerle alay etmenin çok kötü bir şey olduğu açıklanmıştır. Bunlardan birinin meali şöyledir: “(Ey Muhammed !) Andolsun, senden önce de birçok peygamber alaya alınmıştı da onlarla alay edenleri, alay ettikleri şey kuşatıp mahvetmişti.” (En’am, 10)

Bu ayetler göstermektedir ki, peygamberlerle alay etmek çok kötü bir iştir ve ayrıca Müslüman olmayanların tapındıklarına sövmek yasaklanmıştır. Yani düşünceyi ifade özgürlüğü vardır. Ama bu başkasına sövme ve hakaret etme hakkı vermez. Hakaret ve sövme yasaklanmıştır.

Esasen bütün Müslümanlar diğer dinlere ve onların peygamberlerine karşı saygılıdır. Hatta bütün peygamberlere iman, İslâm’da iman esaslarındandır. Müslümanlar; İsa (a.s.), Musa (a.s.) derler. Bütün peygamberleri selâm ve hürmet ifade eden keIimelerle anarlar. Bu ne güzel bir saygı ve ne asil bir gelenektir.

Günümüz insan hakları anlayışında da, düşünceyi ifade özgürlüğü en geniş bir şekilde vardır. Ancak bu, hakaret ve alay ölçüsüne asla varamaz. Hakaret ve alay, düşünceyi ifade özgürlüğü kapsamında kabul edilmemektedir.

Bunun en bariz örneklerini Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararlarında görmekteyiz. Burada iki örnek davadan söz etmek isterim. Biri Türkiye’de biri Avusturya’da geçen iki olay vardır.

Türkiye’de 1993 yılı kasım ayında bir roman yayınlanmıştır. Savcılık 18 Nisan 1994 tarihli iddianamesi ile “yayım yoluyla Allah’a, dine, peygambere ve kutsal kitaba hakaret etmek” iddiasıyla dava açmıştır. Mahkeme 28 Mayıs 1996 tarihli kararı ile yayınevi sahibini iki yıl hapis ve para cezasına çarptırmış, daha sonra hapis cezasını para cezasına çevirerek mahkum etmiştir.

Yayınevi sahibi kararı temyiz etmiş, Yargıtay da 6 Ekim 1 997 tarihli kararı ile ilk derece mahkemesinin kararını onamıştır.

Yayınevi sahibi bunun üzerine Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvurmuştur. Mahkeme, sözleşmeye atıf yaparak, “...10. maddenin 2. paragrafında yer alan ifade ve düşünce özgürlüğü bazı görev ve sorumlulukları beraberinde getirmektedir. Bunlar arasında yer alan din ve inanç özgürlüğü söz konusu olduğunda, başkalarına zarar verecek nitelikteki söylemlerden ve saygısızlık edecek davranışlardan kaçınılması gerekmektedir. İlke olarak, büyük hayranlık ve sevgi duyulan dini hedef alan aşağılayıcı eleştirilerin yaptırıma tabi tutulması gerekmektedir.” gerekçesiyle ve şu görüşlerle başvuruyu reddetmiştir.

“Sonuç itibariyle, AİHM, söz konusu müdahale ile Müslümanlar tarafından kutsal sayılan bazı hususlara yapılan saldırıların önlenmesinin amaçlandığına itibar etmektedir, AİHM, bu noktada alınan tedbirlerin sosyal bir ihtiyaca karşılık geldiği sonucunu varmaktadır.

AİHM, ulusal yargı mercilerinin gerekçelerinin yeterli, başvuran hakkında aldıkları önlemlerin yerinde olduğunu ve yetkilerinin takdir paylarını aşmadıklarını kaydetmektedir...

Bu noktada AİHM’nin 10. maddesi ihlâl edilmemiştir.

Bu gerekçelere dayalı olarak mahkeme AİHM’nin 10. maddesinin ihlâl edilmediğine karar vermiştir.”

Bu karar 13 Eylül 2005 tarihinde yazıyla bildirilmiştir.
İkinci olay Avusturya’da geçmiştir.

Avusturya’da gösterilmeye başlanan Das Liebeskonzil filmine Hrıstiyanların dinî duygularını rencide edeceği gerekçesiyle önce el konulmasına ve ardından müsadere edilmesine dair Avusturya yargı kararı üzerine, filmin yapımcısı Otto-Preminger-İnstitut şirketi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvurmuştur.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi 20 Eylül 1994 tarihli kararının 49. paragrafında, düşünce ve ifade özgürlüğünden yararlanan herkese, Sözleşmenin 10. maddesine göre, birtakım görev ve sorumluluklar yüklendiği belirtilerek, “bunlar arasında dinî görüşleri ve inançları da kapsayan ifadeler ne başkalarının haklarını ihlâl etmeye ne de kamunun açık bir tartışma tansiyonunu yükseltmeye dönük olmalıdır.” denilmiş, 56. paragrafında da “...yetkililer filmi gösterimden kaldırarak, bu bölgedeki dini barışın korunması ve bazı kimselerin dinî duygularına haksız yere ve hakaret amaçlı saldırıldığı hissine kapılmasına engel olma yönünde hareket etmiştir.” ifadesine yer verilmiş ve Avusturya mahkemesinin kararının sözleşmenin 10. maddesini ihlâl etmediği sonucuna varılmıştır.

Ahlâkî değerleri korumak için ifade özgürlüğüne müdahale yapılabileceği hakkında başka benzer kararlar da vardır.

Özetle ifade edilen iki karardan çıkan sonuç şudur: İfade özgürlüğü, başkalarının düşüncelerine, dini inanç özgürlüklerine saygı hakkı çerçevesinde kullanılabilir. Bu saygı gösterilmez ve dini inançlar rencide edilecek olursa, o zaman bu özgürlüklerin sınırlandırılması hukuka uygundur. Çünkü hukukun amacı kamu düzenini sağlamaktır. Bunun için de bu düzeni bozacak davranışlar önlenmelidir.

İnançlara saygılı davranma fikri, “onların tapındıklarına sövmeyin” diyen İslâm dininin de temel bir kuralıdır.

İnsanlar ve özellikle toplumları etkileyen, yönlendiren, yayınlar yapan kişi ve kuruluşlar bu dinî ve hukukî prensiplere riayet etseler, dünyada huzur ve sükunun tesisine katkıda bulunmuş olacaklardır.

İnsanlığın, daha mutlu ve daha huzurlu bir geleceğe, çeşitli inanç ve kültürlerle bir arada yürüyebilmesi için buna ihtiyacı vardır.

SPOTLAR

İnsanlar ve özellikle toplumları etkileyen, yönlendiren, yayınlar yapan kişi ve kuruluşlar bu dinî ve hukuki prensiplere riayet etseler, dünyada huzur ve sükûnun tesisine katkıda bulunmuş olacaklardır.