Makale

Mevlânâ'ya Göre Hayatın Anlamı

Mevlânâ’ya Göre
Hayatın Anlamı

Şükrü Özbuğday
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi

İnsanoğlu, yaşamak istediği hayatın anlamını kavramak ve gerçek manada insan olabilmek için; nereden geldim? Nereye gideceğim? Niçin yaratıldım? Nasıl bir hayat yaşamalıyım? Hayatı anlamlı kılmak için neler yapmalıyım? gibi soruları kendine sormuş ve bu soruların doğru cevaplarını bulabilmiş midir? Bu sorunun “evet” ya da “hayır” tarzında tek kelimeyle cevaplandırılması mümkün değildir. Çünkü, insanlık tarihi bu konuda kınanan insanlara da şahit olmuş, hayatın anlamını kavrayan, dolayısıyla bu sorunun cevabını bulan erdemli insanları da tanımıştır. İşte Mevlânâ Celâleddin Rumî, bu erdemli insanlardan birisidir. Ölümünün üzerinden asırlar geçmiş olmasına rağmen onun insanlığa sunduğu mesaj tazeliğini korumakta, insanlar bu mesajlarda kendini bulmakta, hayatın anlamını kavramakta, aydınlığa ve güzelliklere doğru yol bulmaktadırlar.

Kur’an-ı Kerim’de: “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım...” (Zariyat, 56) buyurulmuş, Hz. Peygamber de: “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” (Muvatta, Hüsnü’l-Hulk, 8; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II/381) hadisiyle, sözü edilen konuda hem yol göstermiş hem de bu yolun nasıl bir donanımla aşılabileceğine işaret etmiştir. Buna göre insanın yaratılış gayesi, kendisini yaratan mutlak gücü tanımak ve O’na karşı görevlerini yerine getirmeye çalışan iyi bir kul olabilmektir.

Mevlânâ’ya göre hayatın anlamını kavrayabilmek için; şekli ve sureti aşmak, Hakk’ı hakikati görmek, O’na yönelmek, nefsin parmaklarını gönül gözünün üstünden kaldırmak gerekir. O, hakikatin görülmesinin önemini ve nasıl görülebileceğini şöyle dile getirir: “Kimin kalbinde kapı açılırsa gönül semasında yüzlerce güneş görür.” (Mevlânâ Celâleddin Rumî, Mesnevi, Çev. Veled İzbudak, İst. 1953, c. 4, s.186) Mevlânâ’ya göre, insanın nefsinin sultasından kurtulup, ârifâne bir nazarla hayata ve olaylara bakması, dar kalıpları aşarak gerçekleri görebilmek için hakikat ufkuna nazar etmesi gerekir. Bunun temini için ise, ilâhî rızayı elde etme yolunda canla başla çalışmayı tavsiye eder.

Mevlânâ, idrak edilen zamanı en ideal biçimde değerlendirmeyi, şimdiki zaman itibariyle idrak edilen ömür sermayesinin her saniyesini bilinçli olarak Allah rızasına uygun bir biçimde geçirmeyi; ilerlemenin, başarıya ulaşmanın vazgeçilmez bir şartı olarak görür. O, zaman açısından sahip olunan fırsat ve imkânları iyi kullanmanın önemini belirtir ve hangi yaşta olursa olsun bu gerçeğin değişmeyeceğini hatırlatarak şöyle der: “Yaşadığın zamanın fırsatını elden kaçırmadınsa vaktin adamı da, genci de, yaşlısı da sensin.” (Mevlânâ, Rubailer, II/132)

Mevlânâ, helâl kazanç için çalışmak ve el emeği, alın teri ile yani hak ederek kazanç elde etmek ve helâl lokma yemenin maddî hayatın devamı için gerekli olduğu gibi, manevî, yönden yücelmek ve yükselebilmek için de olmazsa olmaz bir şart olarak görür. O, bu konuda şöyle der: “Nur ve kemali artıran lokma, helâl kazançtan elde edilen lokmadır. İlim ve hikmet helâl lokmadan doğar, aşk ve rikkat helâl lokmadan meydana gelir. Bir lokmadan bilgisizlik ve gaflet meydana gelirse, sen o lokmayı haram bil. Lokma tohumdur, mahsulü fikirlerdir. Lokma denizdir, incileri fikirlerdir. (Mevlânâ, Mesnevî, I/132)

Mevlânâ’ya göre, insanın elde ettiği şey zararsa çalışmamasından, kârsa çalışıp çabalamasındandır. Bu bakımdan, başarısızlıkların altına imza atan da insanın kendisi, başarıların kahramanı da yine odur. Bu sebeple insan herhangi bir olumsuzlukla karşılaşınca suçu başkasında aramamalı, kadere yüklenip yanlış adreslere sığınmamalıdır. O şöyle sorar: “Yiğidim kadere az bahane bul. Nasıl oluyor da suçunu başkasına yükletiyorsun? Zeyd kana girsin, cezasını Amr çeksin bu olur mu? Gündüzün çalışıyorsun, akşamleyin ücretini başkası almıyor. Neye çalıştın da faydasını ya da zararını görmedin? Ne ektin de devşirme vakti onu biçmedin. (Mevlânâ, Mesnevî, VI/35)

Mevlânâ, mazeret üreten yaklaşımlara, hür iradeyi reddeden kadercilik anlayışına da karşı çıkar ve bu görüşünü; “Takdir haktır, ama kulun çalışması da haktır. Kendine gel de koca şeytan gibi kör olma.” (Mevlânâ, Mesnevî, VI/35) ifadesiyle dile getirir. Buna göre, her insan kendini geçmişe takılıp kalmaktan kurtarmalı, gelecekle ilgili ham hayallerle kendisini oyalayıp kandırmamalı, “eğer”, “keşke” gibi sözlerin arkasına sığınmamalıdır.

Mevlânâ’ya göre dünya Hak’tan gaflet edilen bir yer olması yanında, insanlar için olgunlaşma yeridir ve bir ağaç misali o, bu fonksiyonunu sürdürür. (Mevlânâ, Mesnevî, III/104) Bu itibarla insanların yaşamak için kalacakları başka bir dünya, olgunlaşmak için, tutunacakları başka bir dal olmadığına göre onların bu adreste durmaları, bu ağacın dalında olgunlaşmaları gerekir. Dolayısıyla insan ona aldanmadan yüzünü sönmeyen ışığa gerçek âleme çevirmeli, dünyadaki hayatını da buna göre bu hayatın anlamını müdrik bir yaşantı sergileyerek geçirmelidir. (Mevlânâ, Mesnevî, II/13)

Mevlânâ, dünya-insan ilişkisini, gemi ile su arasındaki ilişkiye benzetir. Bunlardan biri yoksa, diğeri de bir anlam ifade etmez. İşte bu manada, geminin yol alması, menziline ulaşması, nasıl üzerinde bulunduğu suya bağlıysa ve nasıl onsuz olmuyorsa, insan için de dünya ve dünya hayatı, böyle bir öneme sahiptir. Zorunluluk olarak da geminin yolu deryadan, insanın yolu dünyadan geçer. Bu zorunluluk ve bağımlılık, arzulanan hedefe güvenli bir biçimde ulaşabilmek açısından beraberinde birtakım önlemlerin alınması mecburiyetini getirmiştir. Bunlar; suyun geminin altında olması, hiçbir şekilde onun içine sızmaması gibi değişmez şartlardır. Aksi halde gemiyi yüzdüren ve onu menziline ulaştıran su, bir yolunu bulur da içeri sızar ve geminin içine girerse onu batırır ve helâkine neden olur. (Mevlânâ, Mesnevî, I/79) İşte dünya da insan için böyledir. Bu sebeple insan da gönül teknesine dünya deryasından onu helâke sürükleyecek bir sızıntı sokmamalı, dünyevî olan her şeyi, meşruiyet ilkesini zedelemeden araç olarak kullanmalı, hiçbir zaman amaç hâline getirmemelidir. Bu şartla kâinattaki tüm nimetlerin onun emrine ve hizmetine sunulduğunu bilmelidir. (Prof. Dr. Erhan Yetik, Mevlânâ Celaleddin Rumi’nin Hayata Bakışı, Tasavvuf, İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi, Yıl: 6, Sayı: 14, sayfa: 55-61)

Mevlânâ, eserlerinde insanı yüce bir varlık olarak görür. Çünkü insan yalnızca topraktan yaratılan; et, kan ve kemikten ibaret bir yaratık değildir. İnsan, Allah emanetini –dini- yüklenmiş, meleklerden daha üstün olan ve Yüce Allah’ın tecellisine ayna olarak yaratılan ulvî bir varlıktır. Allah kendi ruhundan, ruh üfürerek insana can vermiş (bk. Secde, 9; Sâd, 72) melekler insana secde etmişlerdir. (bk. Sâd, 73); İşte insan yaratılışındaki yüksek gayeyi ve kendisindeki cevheri sezdiği, hayatın anlamını kavrayabildiği zaman insan olur. Yoksa bu dünyadaki diğer canlılardan farkı kalmaz. Mevlânâ’nın eserlerinde anlatılanların özü bu gerçeklerdir.

SPOTLAR

İnsan da gönül teknesine dünya deryasından onu helâke sürükleyecek bir sızıntı sokmamalı, dünyevî olan her şeyi, meşruiyet ilkesini zedelemeden araç olarak kullanmalı, hiçbir zaman amaç hâline getirmemelidir. Bu şartla kâinattaki tüm nimetlerin onun emrine ve hizmetine sunulduğunu bilmelidir.

Nur ve kemâli artıran lokma, helâl kazançtan elde edilen lokmadır. İlim ve hikmet helâl lokmadan doğar, aşk ve rikkat helâl lokmadan meydana gelir. Bir lokmadan bilgisizlik ve gaflet meydana gelirse, sen o lokmayı haram bil. Lokma tohumdur, mahsulü fikirlerdir. Lokma denizdir, incileri fikirlerdir.