Makale

Mevlânâ'yı Tanımlamak

Mevlânâ’yı
Tanımlamak

Doç. Dr. Halil Altuntaş
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi

Hiç şüphesiz Mevlânâ tasavvuf dünyamızın âbide şahsiyetlerinden biridir. O, bu vadide izlediği kendine has usûl ve üslûp ile tasavvuf yolunun diğer büyüklerinden farklı bir duruş sergilemiştir. Mevlânâ her şeyden önce ahlâkı topluma öğretirken temel ilkeleri vermeye çalışır. Onda teferruata yer yoktur. Özellikle Mesnevî’sinde olduğu gibi, sohbetlerini daima bir hikâye ile zenginleştirerek konuyu sağlamlaştırmıştır. Tasavvuf edebiyatında sıklıkla başvurulan ve müridin hallerini tanımlayan terimlere başvurmaz. Fikirlerinde geniş bir ufuk ve kucaklayıcı bir çizgi hâkimdir. Her yüzeyinden farklı renkte ışıklar sunan bir prizma gibi çok yönlü bir kişilik sergiler. Bu sebeple herkes onun kendi bakış açısına göre kategorize eder. Bir bakış açısına göre Mevlânâ büyük bir şairdir, ötekine göre bir filozof, bir başkasına göre ise büyük bir hümanist. Bu yaklaşımların her birinde Mevlânâ bir yönü ile ele alınarak nitelenmektedir. Tecelliye bakın ki ona karşı takınılan bu tavır Mesnevî’deki, “karanlıkta duran filin farklı yerlerine dokunan kişilerin, onu farklı şekilde tanımlaması” hikâyesi ile tamamen örtüşmektedir: “…Böylece” diyor Mevlânâ, “Seyircilerden her biri, neresine dokundu ise, nasıl sandı ise fili ona göre anlatmaya koyuldu.” (Mesnevî, Beyit: 8962-8971)

Mevlânâ bir şair midir?

Ziya Paşa: “Söz ustası bazı kişiler vardır ki maksatları şiir söylemek değildir. Mevlânâ, Gülşenî, Şebüsterî ve Attâr gibi şahsiyetlerin maksatları açıktır ve o da nazım yolu ile gerçeği açıklamaktır. Böyle “hal ehli” kişilere şair demek, “kemâl” kavramına noksanlık isnat etmektir.” (Harâbât, Matbaa-i Âmire, 1291, Mukaddime)

Merhum Nurettin Topçu, Tahiru’l-Mevlevî’nin “Şerh-i Mesnevî” adlı eserinin baş tarafında yer alan “Tasavvufun Merhaleleri ve Mevlânâ” başlıklı yazısında şöyle diyor:

“Mevlânâ Celâleddin’in, birçoklarının meftun olduğu sanatkâr tarafı, onun zahiridir. Ahenk ile kafiyenin, güzel söz ile gözyaşının muhteşem terkibi olan sanat, kabuktaki parıltıdan ibarettir. Ancak halk kitlesi şekle düşkün olduğundan, şairde sanat taassubu hâkim olarak, vahdet deryasının bütününden ayrılmaz damlası olan Hz. Mevlânâ’yı ‘büyük şair’ diye övmek âdet olmuştur... Mevlânâ’nın, dinî tecrübeyi bütün derinliği ile yapmış bir mutasavvıf olduğunu düşünmek, onu gerçek çehresi ile tanımak olacaktır.” Temel gerçek budur.

Mevlânâ’yı şair, filozof ya da başka bir sıfatla niteleyenler onun “derûn”una nüfuz edemeyenler, onun asıl dünyasını, dünya görüşünü keşfedemeyenler, göremeyenlerdir. Böyle, kabuktan bakılacak olursa Mevlânâ’nın büyük bir manzum hikâyeci olduğunu söylemek de mümkündür. Zira Mesnevî’de yer alan örnekler onun bu alanda da zor ulaşılabilir bir yerde olduğunu ortaya koyuyor. Ancak, “Mevlânâ şair değildir” demekle kastedilen, onun asıl hedefinin şiir söylemek olmadığını ifade etmektir. Zira bir sûfî olarak onun asıl amacı, insanı hakka davet ederek “kemal” yolunda eğitmek ve “vahdet”e ve ilâhî sevgi bilincine ulaştırmaktır. Şiir onun için bir araçtan başka bir şey değildir.

Mevlânâ bir filozof mudur?

Büyük sûfî, felsefeyi ve filozofları redder, onları eksik ve hatalı bulur. (Meselâ bak: Veled İzbudak, Mesnevî Tercümesi, I-VI, Milli Eğitim Basımevi, İst. 1966, V, 50)

Tahiru’l-Mevlevî, onun “felsefesi”nden söz edenlere şiddete karşı çıkar: “Bazı cahiller ve yarı aydınlar, “Mevlânâ’nın felsefesi” deyip duruyorlar. Bilmiyorlar ki Mevlânâ filozof değil sofidir.” (Şerh-i Mesnevî, I-XI, Selâm yay. Ahmet Said Matbaası, İst. 1963, I, 23)

İfade etmek gerekir ki Mevlânâ’nın karşı çıktığı felsefe, Yunan felsefesinin etkisi altında bulunan, aklı “her şey” kabul edip duygu ve oluşlara önem vermeyen ve bazı “dini esasları” inkâr konumunda olan felsefedir. Gerçekten, Mevlânâ’nın yazıp söyledikleri, onun “İslâm düşüncesine iyice nüfuz etmiş ve hatta ona yön verme noktasına gelmiş olan Yunan Felsefesinin çarkına tutulmamış… hem kendi bakışlarını hem de Kur’an tefekkürünün bakışını insana, yaşayan insana çevirmiş.” (Y. N. Öztük, Mevlânâ ve İnsan, Yeni Boyut, İkinci Baskı, İst. 1983, s. 48) olduğunu açıkça gözler önüne sermektedir. Ancak bu durum Mevlânâ’nın “felsefe” yapmadığı anlamına gelmez. Zira felsefe son noktada düşünme ve “hikmet arama” temeline dayalıdır. Mevlânâ’nın eserleri ise derin bir düşüncenin ürünü hikmet dolu eserlerdir. Ancak bu düşünce sisteminde hâkim olan unsur akıl değil “gönül”dür. Düşüncesinde dönemi filozoflarının usul ve üslûbuna yer verilmez. Bu sebeple Mevlânâ’dan filozof diye söz etmek yanlıştır, fakat onun “felsefe” yapmamış olduğunu söylemek de doğru sayılmamalıdır. Meselâ “Bütün ömrüm şu üç sözden fazla değil: Hamdım, yandım, piştim” sözünde derin bir “felsefe”nin bulunmadığını söyleyebilir miyiz?

Mevlânâ hümanist midir?”

Celâleddin-i Rumî’nin bazı kişilerce “hümanist” diye nitelendirildiğini biliyoruz.

İnsanlık tarihinde çok köklü değişiklikleri yol açmış felsefi bir akımdır hümanizm ve temelinde “insana güven” yatar. Hümanizm insanın benzersiz, saygın ve eşsiz bir varlık olduğuna inanır. Bu akıma göre aşkın değer diye bir şey yoktur, insan bilinci bütün aşkın değerleri yargılayıp aşabileceğini ileri sürer. Mevlânâ’nın bu anlamda hümanist olmadığı onun söyleminden açıkça anlaşılır. Nitekim onun tuttuğu tasavvuf yolu bir değerler manzumesinden başka bir şey değildir.

Bir de gündelik dilde insanı sevmek, insan canlısı olmak anlamında kullanılan hümanizm var. Mevlânâ’yı bu özel anlamda hümanist diye nitelemek mümkün gibi görünse de, bu tür “iğreti” yaklaşımlar onun bütün hayatına yön veren sûfî/İslâmî kişiliğini gölgelemekte, verdiği din temelli mesajların paranteze alınmasına sebep olmaktadır.

Mevlânâ’nın düşünce sisteminin temelini, “ilâhî aşk” ve “vuslat” unsurları oluşturur. Bu iki olgunun oluşum alanı ise insandır. Bu bakımdan o insana büyük bir değer atfeder, onu varlık âleminin odak noktasına yerleştirir. Ona göre âlemden maksat insandır. İnsanın bir soluğu, bir cana değer. Ondan düşen bir kıl, bir madene değer. “İnsan çok büyük bir âlemdir.” (Fihi Mafih, Terc. Meliha Ülker Tarıkahya, Maarif yay., İst. 1958, s. 205)

Zayıf olarak yaratılmış insan (Nisa, 28) Allah’ın kendisine verdiği değer sayesinde güçlüdür, en zor işin üstesinden gelebilir. Zira o şerefli kılınmıştır. Bunun bilincinde olursa zayıflık ve çaresizliğinden eser kalmaz. “Kaf Dağı’nın bile belini çekip bükebilir.”

İnsan bu kuvvet ve zaaf yapıları arasında zaman zaman “git-gel”ler yaşar. Bu git-geller üç temel mihverde gerçekleşir. İnsanda bir hayvan, bir şeytan, bir Rahman sıfatı vardır. Bunlardan hangisini benimser, özümserse kişiliği o yönde gelişir, o yapıdaki insanlar arasında yer alır. Bu sebeple kimi olur, insanın temizliğine melekler bile kıskanırlar. Kimi de olur, şeytan bile “korkusuzluğunu” görür de kaçar ondan. İnsan kendisindeki bu değerleri idrak ettiği, varlığındaki cevheri keşfettiği zaman asli niteliğine sahip olur. İşte işin bu aşaması ciddi bir arayış ve çabayı, insanın kendi ruh dünyasını yeniden inşa etmesini gerektiriyor: Öyle ise “Canında bir can var, o canı ara. Beden dağında bir mücevher var, o mücevherin madenini ara. Ey yürüyüp giden sûfî, gücün yeterse ara, ama dışarıda değil, aradığını kendinde ara.” (Rubailer, 11)

İnsan gerçekte ruhî ile manevî yönü ile insandır, maddî yönü ile değil. “İnsana bak! Nerede onun maddî yönü, nerede manevî yönü. Eğer insanın maddî yapından manevî yönü giderse, cesedini evde bir an olsun bırakmazlar.” (Fihi Mafih, s. 112)

İnsana atfedilen bu değerin temelinde onun, Yaratıcıyı, O’nun yolunu bilme yeteneği yer alır. Allah yolunun bilgisini ancak gönül sahibi olanlar bilir. Allah latif bir canlı olan insanı bu niteliklerle yaratmış ve onu bilgi ile donatmıştır. Bu canlının hayvanî yönü ağır basarsa o hep manen uyku halindedir. O aşağılık bir varlıktır ve aşağılık âlemdedir. Çünkü huylarını değiştirme, nefsi ile savaşma yeteneği varken bu yeteneği kullanmamıştır. İnsan bu yeteneğini yitirdi mi ne yaparsa yapsın, hayvanî yönünün ağır basmasına karşı koyamaz. Gönül dünyası ağır basanlar ise daima uyanık ve zinde olurlar. (Bak: Veled İzbudak, Mesnevî Tercümesi, IV, 124-125)

Ancak insan kendisine bağışlanan bu üstünlüğe ulaşmak için dört vasıftan kurtulmalıdır. İnsana ayak bağı olan bu dört huy, dört kuşa aittir. Tavus kuşu gibi azametli, kaz gibi hırslı, horoz gibi şehvete düşkün olmak ve karga gibi olmayacak ümitlere düşüp, uzun ömre tamah etmek. Mevlânâ’nın deyişiyle aklın çarmıhı olan huylar insanlık şuuruna yükselmeye manidir. (İzbudak, a.g.e., V, 7) “İnsanda o kadar büyük bir aşk, hırs, arzu ve üzüntü vardır ki yüz binlerce âlem kendisinin malı olsa, bununla da huzur bulmaz, rahata kavuşamaz… Bu zevklerin, arzuların hepsi bir merdivene benzer. Merdiven basamakları üzerinde oturmaya elverişli değildir; uzun yolu kısaltmak ve ömrünü bu merdiven basamaklarında ziyan etmemek için çabuk uyanan ve durumdan haberi olan kimseye ne mutlu!” (Fihi Mafih Tercümesi, s. 84)

Mevlânâ bugün bile dünyanın pek çok yerinde ulaşılamayan ileri bir görüşle kadına lâyık olduğu gerçek değeri vermiştir. “İnsan psikolojisini gayet iyi bilen Mevlânâ, kadın ruhunun inceliklerini belirttikten sonra, onun daima aksi tesirler yaratan manasız baskılar tatbik edilerek değil de, kendi yaratılışının gereklerine uyularak serbest bırakılmak sureti ile iyi bir insan olacağını eserlerinde anlatmıştır.” (Tarıkahya, a.g.e., Önsöz, XLIII)

Mevlânâ’nın sunduğu sevgi ve ilâhî aşk öğretisi yaşadığı günden bugüne, Anadolu insanı kadar farklı din ve kültürlerden insanların da ilgi odağı olmaya devam etmektedir. Bu yönelişin sebebini İrene Melikoff’a ait şu sözlerden anlayabiliriz: “Mevlânâ’nın eserlerini dünya milletleri kendi dillerine çevirip okusalar, dünyada kötülük, harp, kin, nefret diye bir şey kalmaz” demiştir. (Bak: Emine Yeniterzi, Mevlânâ Celâleddin Rumî, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 1997, s.109)

Asıl kişiliğini arka plâna iten yaklaşımlar yüzünden Mevlânâ popüler kültürün bir unsuru haline indirgenmiş olmaktadır. Bu bağlamda en çok vurgu yapılan söylem “Gel, gel, ne olursan ol yine gel. İste kâfir, ister Mecusî, ister puta tapan ol yine gel. Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir. Yüz kere tövbeni bozmuş olsan yine gel” anlamındaki rubaidir. Her vesile ile dilden dile dolaştırılan bu ifadeye Mevlâna’nın -zımnen- İslâm ile diğer inanç sistemleri arasında bir fark gözetmediği, hangi dine mensup olunursa olunsun, “makbul” bir insan olunabileceği anlamı yüklenmektedir. Hatta buradan hareketle bir “İslâm Rönesans”ından bile söz edilmektedir. Oysa Mevlânâ’nın bütün söyleyip yazdıkları bu bakış açısının bir çarpıtma olduğunu ortaya koyar. Onun söyleminin özünü, Allah’ın birliği (tevhid) ve geniş anlamı ile İslâm ahlâkı oluşturmaktadır. Kur’an’ın içeriği ve Hz. Peygamber’in sünneti bütünüyle onun hayatına yön vermektedir. Başka hiçbir şey söylememiş olsa bile sadece, “Bu canım var oldukça Kur’an’ın tutsağıyım. Muhammed-i Muhtarın yolundaki toprağım. Benden başkaca bir söz nakledenler olursa, hem onu söyleyenden, hem o sözden uzağım”, şeklindeki sözleri bunu açıkça göstermektedir. Kısaca Mevlânâ’nın “gel, gel” diye yaptığı çağrı, “dergâh”a gelenlerin geldikleri halde kalmayıp dergâhın genel havasına uymalarını istemektedir. Onun dergâhında solunan hava buram buram bir İslâmî havadır. “Mevlânâ’nın 700 yıldır Anadolu’dan dünyaya yaydığı hoşgörü”nün bu bakış açısı ile değerlendirilmesi gerekir.

Şüphe yok ki büyük sûfînin mesajları bütün insanlığı kucaklayan evrensel mesajlara sahiptir ve bu yönüyle tüm dünyanın ilgisini çekmektedir. Ama Mevlânâ’nın asıl sahibi olan bizler onu gereği gibi tanımalı ve özümsemeliyiz. Mevlânâ her şeyden önce iyi bir Müslüman, bir “Allah adamı”, bir sûfidir. Bu sebeple konuyu kültür ve magazin ve turizm boyutundan soyutlamamız Mevlânâ’nın bizim üzerimizdeki bir hakkıdır.

Mevlânâ’ya dar bir açıdan bakıp onun üzerinden, İslâm’ın artık yeniden “dizayn” edilmesi gerektiği yaklaşımını sergilemek her şeyden önce Mevlânâ’yı “incitir”. İslâm ilk vahyedildiği dönemdeki tazeliğini aynen korumaktadır. Mevcut aksamalar İslâm’dan değil, Müslümanlardan kaynaklanıyor.

SPOTLAR

Mevlânâ’ya dar bir açıdan bakıp onun üzerinden, İslâm’ın artık yeniden “dizayn” edilmesi gerektiği yaklaşımını sergilemek her şeyden önce Mevlânâ’yı “incitir”. İslâm ilk vahyedildiği dönemdeki tazeliğini aynen korumaktadır. Mevcut aksamalar İslâm’dan değil, Müslümanlardan kaynaklanıyor.

Mevlânâ’nın düşünce sisteminin temelini “ilâhî aşk” ve “vuslat” unsurları oluşturur. Bu iki olgunun oluşum alanı ise insandır. Bu bakımdan o, insana büyük bir değer atfeder, onu varlık âleminin odak noktasına yerleştirir. Ona göre âlemden maksat insandır. İnsanın bir soluğu, bir cana değer. Ondan düşen bir kıl, bir madene değer. “İnsan çok büyük bir âlemdir.”

Mevlânâ’yı şair, filozof ya da başka bir sıfatla niteleyenler onun “derûn”una nüfuz edemeyenler, onun asıl dünyasını, dünya görüşünü keşfedemeyenler, göremeyenlerdir.

Mevlânâ’nın sunduğu sevgi ve ilâhî aşk öğretisi yaşadığı günden bugüne, Anadolu insanı kadar farklı din ve kültürlerden insanların da ilgi odağı olmaya devam etmektedir. Bu yönelişin sebebini İrene Melikoff’a ait şu sözlerden anlayabiliriz: “Mevlânâ’nın eserlerini dünya milletleri kendi dillerine çevirip okusalar, dünyada kötülük, harp, kin, nefret diye bir şey kalmaz” demiştir.