Makale

Diyarbakır’da, ULU CAMİİ Avlusunda...

Diyarbakır’da,
ULU CAMİİ Avlusunda...
Cevat Akkanat

Diyarbakır toprağının yetiştirdiği şair Sezai Karakoç, “Hızırla Kırk Saat”te şöyle söyler:
“Bakır mangallarda/Lokantalarda/Kızaran vakti anlat/ Bir ulu cami avlusunda/Gölgesinde güneş saatinin serinlediği/ Öğle sıcağında/Topluluk namazını bekleyen/Bir arı oğlu gibi vızıldayan/ Savaş anılarıyla/Yaz bahçesinde yol alan evin eşeği gibi/Çocuklarla çevrili/İçindekileri şimdiden büzmeye başlayan/Bir tabutun vaktini anlat…”

Şairin “Bir ulu cami avlusunda” mısraını siz isterseniz kendi şehrinizin “ulu camii” olarak okuyabilirsiniz, evet, bu ifade kuşkusuz Anadolu’daki onlarcasını hatırlatmaktadır. Fakat, şairin belleğindeki ilk karşılığı, Diyarbakır’ın Cami-i Kebir’i, Ulu Camii’dir. Zira biz biliriz ki şairler genel hükümler verirken dahi, bilinç altlarında yer tutan ilk karşılıklardan hareket ederler. Sezai Karakoç da, doğup büyüdüğü şehrin Ulu Camii’nde edindiği intibaları böyle şiirleştirmiştir.

Şimdi, medeniyetimizin bu güzide camiini tanıtmaya çalışacağız.
Geniş bir coğrafyada ilk ve en eski cami…

Tarihî kayıtlar Diyarbakır Ulu Cami’nin ilginç özelliklerinden bahseder. Bir defa bu cami, Anadolu’nun ilk ve en eski camiidir. Sadece Anadolu’nun mu? Kaynaklarda Ortadoğu’nun en eski camii olarak da kendisine yer etmiştir.

Peki köklü geçmiş nereye kadar gidiyor? Doğrusu bu konu muğlaklığını hâlâ koruyor. Diyarbakır Ulu Camii’ne ilk harcın ne zaman, kimler tarafından atıldığını belirlemek henüz mümkün olmamış. Bilinen tek şey, yapının güney cephesinin milâttan önce inşa edildiği ve bugün için 2500 yıllık bir geçmişe sahip olduğudur.

Camiin Diyarbakır surlarının çevrelediği alanın tam ortasında bulunması, yapının tarihi hakkında bir ipucu verebilir. Bu ipucu, surlarla camiin aynı dönemde inşa edildiğidir. 1046’da Diyarbakır’a gelen ve yazdığı eserde camiye dair bilgiler sunan İranlı ünlü bilgin ve seyyah Nâsır-ı Hüsrev’in söyledikleri de bu yönde kanaatler oluşturur. Nâsır-ı Hüsrev Sefernâme adlı kitabında, Ulu Camii ile Diyarbakır kalesinde kullanılan taşların benzerliğine dikkat çeker. Her ikisi de aynı ‘karataş’la inşa edilmiştir. Bununla birlikte, camiin tarihiyle ilgili efsanevî malumatlara da rastlanmaktadır. Bunlardan birisi, Ulu Cami’nin temelini kazan ilk kavmin “Şemsîler” (Güneşe tapanlar) adı verilen ve haklarında tarihî bir bilgi bulunmayan bir şaman topluluğu olduğudur. Evliya Çelebi’nin şu ifadeleri de benzer nitelikleri taşımaktadır: “Şehrin ortasında eski mabed, büyük cami, Diyarbekir’in yüzsuyu olan Câmi-i Kebir: Rum tarihçileri, bu camiin tâ Hazret-i Musa aleyhisselâm zamanında yapılmış olduğunda birleşmiştir.” Fakat ünlü seyyahımızın ispatlayıcı bir dayanağı da vardır: “Avlu sütunlarının sağ tarafında, beyaz bir sütun üzerinde İbranice tarihi vardır. Kale her kimin eline geçmişse yine mabed olmaktan geri kalmamıştır.”

İslâm orduları 639’da Diyarbakır’ı fethettiğinde Ulu Cami’nin yerinde bir kilise yıkıntısıyla karşılaşmışlardır. Şevket Beysanoğlu, “Diyarbakır Tarihi” adlı eserinde konuyla ilgili ayrıntılı bilgi verir: “Saint Toma veya Mar Toma kilisesi denilen” mabet “önceleri kısmen, daha sonra tamamen camiye çevrilmiştir.” Üstelik bu izler bugün de “kendisini göstermektedir.” Sözgelimi, bugün cami içinde bulunan ve “Heykel” denilen bölüm, adını, bir zamanlar orada bulunan bir “put”tan (heykelden) almaktadır.

İslâm Dünyasının Beşinci Harem-i Şerifi…
Hemen her medeniyet döneminde ibadethane olarak kullanılan yapı, M. S. 639’da camiye çevrilir. Camiin bu ilk dönemine ait niteliklerini Nâsır-ı Hüsrev’den aktarabiliriz: “Öyle bir mükemmel yapıdır ki ondan daha düzgün, ondan daha sağlam yapılmasına imkân yoktur. Caminin içinde iki yüz küsur taş direk vardı. Her direk yekpâre taştandır. Direklerin üstüne, hepsi taştan olmak üzere, kemerler yapılmıştır. Kemerlerin üstünde de yine bir sıra küçük kemerler vardır. Bu mescidin bütün damları kubbelerle örtülmüştür. Her tarafı oyma işleriyle, nakışlarla süslenmiş, boyanmıştır. Mescidin ortasında büyük bir taş vardır; o taşın üstünde bir adam boyu yüksekliğinde, çevresi iki arşın gelen pek büyük yuvarlak taş bir havuz konmuştur. Havuzun ortasında pirinç bir lüle vardır ki oradaki fıskiyeden berrak bir su fışkırır; o suyun nereden aktığı görünmez. Öyle büyük, öyle bir abdesthâne yapılmıştır ki, ondan dahi iyisi olamaz. Yalnız binaların yapıldığı taşların hepsi karadır.”

Fakat Ulu Cami’ye 1085’ten sonra köklü bir müdahale yapılır. Diyarbakır bu tarihte Büyük Selçuklular yönetimine geçer. Melikşah’ın emri üzerine şehrin valisi olan Amidüddevle Ebu Mansur Muhammed, Ulu Cami’nin onarımını yaptırır. Böylece, 1091’de Ulu Camii bir Selçuklu devri eseri hüviyeti kazanır. Bu konuda Oktay Aslanapa şunları söylemektedir: “…Diyarbakır Ulu Camii, aslında alışkanlıkla ileri sürüldüğü gibi, bir Artuklu yapısı değil, Büyük Selçukluların eseridir. Büyük Selçuklu üslûbunda 484 (M. 1091-92) tarihli çiçekli kûfi kitabe, Sultan Melikşah’ın adını taşımaktadır. Plânı Şam Emeviye Camii’ne bağlanıyor. Yalnız burada, nefleri ortadan keserek, mihraba doğru uzanan yüksek ve geniş dikey nef, dik bir ahşap çatı ile örtülüdür. Kubbe yoktur. Şam Emeviye Camiinde Kubbe-i Nasr’ı yaptırmış olan Melikşah, Diyarbakır’da aynı plânı kubbesiz olarak ve daha sade bir mimarî ile tekrarlamış olmalıdır.”

Plân olarak Şam Emeviye Camii’ne benzeyen Ulu Camii, ruhaniyet bakımından onunla birlikte başka camilere teşbih edilir. Evliya Çelebi’yi dinleyelim: “İçinde öyle ruhânîlik vardır ki, bir Müslüman iki rekât namaz kılsa kabul olduğuna kalbi şahit olur. Sanki Haleb’in Ulu Camii, Şam’ın Emevî Camii, Kudüs’ün Mescid-i Aksâ’sı, Mısır’ın Ezher Câmii, İstanbul’un Ayasofyası’dır.” Bazı kaynaklarda Ulu Camii için “İslâm’ın beşinci harem-i şerifi” ifadesi kullanılır.

Sürekli Yenilenme…
Ulu Camii bugünkü şeklini alıncaya kadar pek çok değişikliğe maruz kalmıştır.

Yukarıda belirttiğimiz Melikşah dönemi ilk onarımdan sonra Ulu Camii 1115’de büyük bir deprem ve yangın geçirir. Urfalı Mateos’un Vekayinâmesi’ndeki kayıtlara göre camiin geniş bir bölümü hasara uğramıştır: “Büyük caminin üzerine geceleyin gökten ateş düştü. Ateş o kadar kızıştı ki duvar taşları odun gibi yandı. Şehrin bütün erkekleri oraya koştular, fakat bu sönmez ateşi bastıramadılar. Ateş, bilâkis gitgide daha çok alevlendi ve göklere yükseldi. Ateş Müslümanların bu mabedini kâmilen kül etti.” Bu afetlerde, seyyah Nâsır-ı Husrev’in sözünü ettiği iki yüz küsur taş direk ve onların üzerindeki taş kemerler ve çatıyı kaplayan kubbeler yıkılmıştır.

Bugün camideki kitabelerden anlaşıldığına göre, külliyenin bünyesinde bulunan revaklarla, kütüphane ve medreselerin bu afetlerden sonra inşa edildiği, üzerlerindeki kitabelerden anlaşılmaktadır. Ayrıca yangından çıkarılan malzemenin bir kısmı ile, antik bir tiyatrodan sökülerek getirilen değerli yapı unsurları bu yeni mekânlarda kullanılmıştır.

Sözkonusu yeni yapılanmayı şöyle özetlemek mümkündür: İlk olarak İnaloğlu Ebu Mansur İlaldı tarafından H. 511 (M. 1117-18)’de batı revakının alt katı ve hemen ardından H. 518 (M. 1124-25)’de üst katı yaptırılmıştır. Doğu revakı ise H. 559 (M. 1163-64)’da İnaloğlu Mahmud ve veziri Nisanoğlu Ali tarafından inşa edilmiştir. Cami sonraki yıllarda Anadolu Selçuklu Sultanı Gıyaseddin Keyhüsrev (1241), Artukoğullarından Melik Salih (1330), Osmanlı Padişahı IV. Mehmed ve Akkoyunlu Padişahı Uzun Hasan tarafından onarımlara tabi tutulmuştur. Camiin kuzeyde bulunan Şafiler bölümü ise Kanuni Sultan Süleyman döneminde 1528 yılında Atak (Lice) Beyi Emir Zırki tarafından yaptırılmıştır. Cami 1712’de bir yangın geçirmiş, bunun hemen ardından yanan bölümleri onarılmıştır. 1824’te halkın yardımıyla cami yeni bir onarım görür. 1839’da ise Sadullah Paşa tarafından camiye bir muvakkithane eklenir. Aynı yıl, yıldırım düşen minaresi onarılır. Avludaki şadırvan ise 1849 yılında yaptırılmıştır. Cami, 1964’te de kapsamlı bir onarıma tabi tutulmuştur.

Farklı tarihlerde gerçekleşen bu yapım ve onarımlarda çeşitli ustalar görev almıştır. Bunlar arasında, Melik Şah’ın mimarı Urfalı Selami Oğlu Mehmet ve Nisanoğulları’ndan Hibetullah el Gürgânî kitabelerde adlarına rastlananlardır.

Ulu Cami’de Zaman
Bugün bir külliyeyi andıran Ulu Camii mimarî manzumesi iki cami (Daha doğrusu Hanefiler ile Şafiiler’e ait bölümler), iki medrese (Mesudiye ve Zenciriye), iki revak ve abdesthane kısımlarından oluşmaktadır. Bütün bu manzumenin ortasında büyük, dikdörtgen bir avlu vardır.

Camiin en eski mekânları arasında bulunan avlusuna doğu, kuzey ve batıdan olmak üzere üç ayrı kapıdan girilmektedir. Bunlardan doğuda olanı meydana açılan ana (taç) kapı konumundadır. Kuzeydeki kapı bugün ikinci derecede bir durum göstermektedir. Bu kapıdan avluya uzunca bir aralık ile ulaşılır. Bu geçidin çevresi Mesudiye Medresesi arka kısımları, Şafiiler bölümü yan duvarı ve abdestlik tesisleriyle çevrilmiş ve daraltılmıştır. Batı taraftaki kapı ise, buradaki revaklarla, Hanefiler bölümünün bir köşesinde bulunmaktadır. Bu kapıdan Zenciriye Medresesi’ne ulaşan dar sokağa çıkıldığı gibi, caminin batı duvarı dibinde bulunan dar aralığa da ulaşılır.

Ulu Camii avlusunun ortasında sekizgen sütunların taşıdığı bir şadırvan vardır. 1849’da yaptırılan bu şadırvanın sütunları mermer işlemeli olup üstü sivri bir kubbeyle örtülüdür. Bu eski şadırvanın yanına kurulan bir ikinci şadırvan ve havuz, bahçeyi alabildiğine daraltmış ve görüntüyü bozmuştur.

Şair Sezai Karakoç’un en başta takdim ettiğimiz şiirinde geçen güneş saati de Ulu Camii bahçesindedir. 900 yıldan fazla bir geçmişi olan güneş saati, camiin Şafiler bölümü ile Mesudiye Medresesi’ne açılan kapısı arasında yer almaktadır. Bir metre kadar yükseklikteki yuvarlak bir mermer üzerine yerleştirilen metal parçasının, güneşin hareketiyle birlikte çevresinde dönen gölge marifetiyle zamanı gösterdiğini ve bu işlevine hâlâ devam ettiğini belirtelim.

Camiin (Külliyenin ana unsuru olan Hanefiler bölümünün) avluya bakan cephesinin ortasına bir mihrap yerleştirilmiştir. Bunun sağ ve solunda içeriye girişler, pencereler ve camiin yan cephe ile birleştiği yerlere de birer kapı açılmıştır.
Bu arada, önceki devirlerde avlu içinde bazı hükümdar türbelerinin bulunmakta olduğu ve bunların Şah İsmail tarafından 1507 yılında yıktırıldığını kaydetmek gerekir.
Caminin Harimi…

Ulu Camii avlusunun güney tarafında külliyenin ana binası, harimi yer alır. Külliyenin inşa edilen ilk yapısı da olan bu unsurda bugün Hanefiler ibadet etmektedir. Bu bölüm uzunca dikdörtgen şekilli olup boyu dıştan dışa 75, eni ise 17 metredir. İbadet mekânı 90x115 cm boyutlarında dikdörtgen payelerden oluşan iki sıra destekle mihraba paralel üç sahna (nefe) bölünmüştür. Payeler birbirlerine sivri kemerlerle bağlanmıştır. Bu kemerlerin üzerine ikinci bir kemer dizisi daha yerleştirilmiştir. Caminin en önemli unsurları olan mihrap ve minber 19. yüzyılda yapılmıştır. Bu mihrap ve minber üzerindeki süslemeler değerli birer sanat eseridir. Caminin ilk yapılışındaki mihrap ve minberi hakkında ise yeterli bilgi bulunmamaktadır. İbadet mekânının üzerini örten tavan, kalem işleri ile süslenmiştir. Bu kalem işi süslemeler 1712’de yapılmıştır.

Caminin ana mekânı kıble duvarına bitişik olan en öndeki unsuru minaresidir. Bu minarenin de ilk büyük dönüşüm zamanından kaldığı düşünülmektedir. Kare kesitli bir kule şeklinde uzayan minarenin üst kısmı silindirik ikinci bir gövde ve konik bir külâhla son bulmaktadır. Minarenin üzerinde yer yer kitabeler bulunmaktadır.
Doğu ve Batı Revaklarındaki Sanat Eserleri

Avlunun doğu ve batısı ikişer katlı revaklarla çevrilidir. Doğu revakının her iki katındaki sütunlar olağanüstü güzellikteki nakışlarla bezeli korint düzeninde başlıklara sahiptir. Bu sütun başlıklarının, Diyarbakır’daki antik bir tiyatronun cephesinden sökülerek bu yapıda kullanıldığı ileri sürülüyor. Üst kattaki sütunlar tek parçadır. Alt kattakiler ise çeşitli boylarda iki veya üç sütun parçasının birleştirilmesinden oluşmuştur. Doğu revakındaki ana giriş (taç) kapısının iki köşeliğinde aslanla boğa mücadelesini simgeleyen ve simetrik olarak işlenmiş olan bir kabartma yer almaktadır. Aynı kapının üst kısmındaki kitabenin ortasında harap durumda bir aslan başı kabartması bulunmaktadır. Doğu revakının üst katı kütüphane olarak kullanılmaktadır.

Avlunun batısındaki revak antik çağın tiyatro cephelerine benzemektedir. Bünyesindeki kitabe ve silmelerle değişik bir görünümü vardır. İkinci katında birbirlerinden farklı kemerler kullanılmıştır. Revaktaki en önemli unsurların başında bunu inşa ettiren Ebu Mansur İlaldı’nın kitabesi gelmektedir.

Diyarbakır Ulu Camii avlu revakları üzerinde yer alan bitkisel ve geometrik süslemeleri ile taç kapısının iki yanındaki figürlü süslemeler Türk-İslâm sanatının önemli verileri olarak kabul edilmektedir.

Mesudiye Medresesi ve Şafiler Camii…
Ulu Camii avlusunun kuzeyinde ise, iki ayrı unsur yer almaktadır. Bunlardan doğu cephesine bitişik olanı Mesudiye Medresesi’dir. Bu medresenin inşasına 1198 yılında Artuklu Meliki Mesut Kutbuddin zamanında başlandığı, üzerindeki kitabeden anlaşılmaktadır. Motif ve kitabeleriyle çok değerli bir sanat eseri olan medresenin iç avlusundaki mihrabın iki yanına ustaca yerleştirilmiş döner taş sütunlar, binanın herhangi bir sebeple olabilecek çökme veya kaymalarını tespit için konulmuştur. Kesme taştan iki katlı olarak yapılmış olan Mesudiye Medresesi, içinde öğrenim yapılan Anadolu’nun ilk üniversitesi kabul edilmektedir.

Kuzeydeki diğer yapı, batı cephesine bitişik inşa edilen ve tek katlı olan sütunlu, sivri kemerli bir revaktır. Bu kısım daha önce de belirttiğimiz gibi, Şafiî mezhebinden Müslümanların ibadetleri için ayrılmıştır.

Bazı kaynaklarda Diyarbakır Ulu Camii manzumesi içinde kabul edilen bir diğer yapı batı cephesi yakınlarında bulunan, fakat ana manzumeyle doğrudan bağlantılı olmayan Zinciriye (Sincariye) Medresesi’dir. Ulu Camii ile Zinciriye Medresesi arasında bir sokak yer almaktadır. 12. yüzyılın sonlarında yapılan medresenin mimarı olarak Melik Salih Necmeddin ile İsa Ebu Dirhem’in adları geçmektedir. 1934’te arkeoloji müzesi olarak kullanılmaya başlanan Zinciriye Medresesi, günümüzde Diyarbakır İl Müftülüğü tarafından faal tutulmaktadır.

Ve Kitabeler…
Ulu Camii kıymetli bir ibadethane yapan unsurların arasında, duvarlarının birbirinden değerli kitabelerle donatılmış olması da vardır. Bu kitabeler Selçuklu, Artuklu, Akkoyunlu, Karakoyunlu ve Osmanlı dönemlerine aittir. Bir kısmına daha önce temas ettiğimiz bu kitabeler hakkında Şevket Beysanoğlu’nun “Diyarbakır Tarihi” adlı eserinin ilk cildinde ayrıntılı malumat bulabiliriz. Beysanoğlu, eserinde Diyarbakır Ulu Cami’nin 22 kitabesini, bulundukları yerler, tarihleri, kimlere ait oldukları, orijinal ve transkripsiyonlu metinleri ile ilgilenenlerin dikkatlere sunmaktadır.

Sözün Sonu…
Şimdi bir hayal kurun: Diyarbakır’dasınız, bir yaz günü, öğle vakti, kızgın bir güneş… Ulu Camii avlusuna doğru yönelmişsiniz… Ve güzel bir karşılaşma: Ömrünün büyük bir bölümünü bu camiin müezzinliğinde geçiren hafız ve müzisyen Celal Güzelses karşınızda… Ulu Cami’nin minaresinde “Şark Bülbülü” nün ezan okuyan davudî sesi… Ve hayalden realiteye geçiş: “Haydi namaza, haydi kurtuluşa…”