Makale

İbadet Hayatı ve Bidat İlişkisi

İBADET HAYATI VE BİDAT İLİŞKİSİ*

Çev. Seyit AVCI**

Bu makale, Hindistanlı hadis âlimlerinden ve Hanefî mezhebi fakihlerinden Ebü’l-Hasenât Muhammed Abdülhay Leknevî (ö.1304/1886) tarafından yazılan İkâmetü’l-hucce alâ enne’l-iksâra fı’t-teabbüd leyse bi-bid’a adlı eserin ilk bölümünün tercümesidir.
Bu bölümde sahabe, tâbiîn, tebe-i tâbiîn tarafından yapılan fazla ibadetlerin ayrıca bu nesiller zamanında yapılıp da onlar tarafından reddedilmeyen şeylerin kendisinden sakındırılan bidatlar kapsamına girmediği, bunların sünnete uygun olduğu konusu işlenmiştir.
Anahtar Kelimeler
Bid’at, Fıkıh, Hadis, İbadet
Abstract
Worship Life and Bid’ah Connection
Tihis article that is titled as “Worship Life and Bid’ah Connection” is interpretation of first section of Ikâmetu’l-hucce alâ enne’l-iksâra fi’t-teabbüd leyse bi-bid’a that was written by Indian Hadith-erudite and Fiqh erudite -Ebü’l-Hasenât Muhammed Abdülhay Leknevî (1304/1886)
In this section, many worships done by Sahabi and Tabi’un besides things done and not turned down by them in the times of these generations are not comprehended as abstained bid’ahes. All these things’ convenience with sunnah studied in this article.
Key Words
Bid’ah, Fiqh, Hadith, Worship
Şükredenlerin hamdi gibi güzel, mübarek bir hamd ile âlemlerin Rabbine hamd eder, Allah’tan başka hiçbir ilah olmadığına, tek başına olup ortağı bulunmadığına, bizi salihlerle biraraya getirecek, selâm diyarına girmeyi nasib edecek bir şehâdetle şehâdet ederim. Efendimiz Muhammed’in O’nun kulu ve bütün mükellefler üzerine gönderilmiş Rasûlü, âlemlere rahmet olarak yeryüzüne gönderilen peygamberlerin sonuncusu olduğuna şehâdet eder, O’na kıyamete kadar devam edecek temiz, devamlı ve tam bir şekilde âbidler meclisinin büyükleri, zâhidler dergâhının önderleri olan âl ve Ashabına salât ve selâm ederim. Müctehid imamlardan, fukahâ ve muhaddislerden, sulehâ ve ibadet edenlerden onlara uyanlara salât ve selâm olsun. Allah onlardan ve bizden, hepimizden razı olsun.
Bundan sonra, güçlü olan Rabbinin affını uman kul, Ebul-Hasenât Muhammed Abdülhay el-Leknevî el-Ensârî el-Hanefî, -Allah açık gizli günahlarını bağışlasın- taşkın denizin, bol yağmurun, akledilen ve nakledilen şeyleri araştıran, aslî ve fer’î meseleleri inceleyen, mevlânâ hafız el-Hâc Muhammed Abdülhalim’in oğlu, -Allah onu naîm cennetine koysun- der ki:
Küçük yaşlarımdan beri esmâ-i ricâl eserlerine dalmış, irfan sahibi âlimlerin menkıbelerini anlatan kitaplara göz gezdirmekle meşgul olmaktayım. Bundan dolayı onların ahlâkıyla ahlâklanmayı, özellikleriyle sıfatlanmayı ümit ediyor, şairin dediği gibi doğru ve yararlı bir yolda olmak istiyorum:
Salihleri severim, halbuki onlardan değilim
Allah’ın beni hayırla rızıklandırmasını dilerim.
Hayatlarının her ânını ibadetle geçirebilmek için büyük gayret sarfeden selefin mücâhedesine, çok ibadet etmeye kendilerini alıştıran, hüsnâyı ve ziyadeyi1 arzulayan halefin riyâzâtına vâkıf oldum.
Hadis kitaplarını mütâlâa ve nebevî haberlerin sırlarını süratli bir şekilde okuyup öğrenmek suretiyle celâl sahibi Rabbim bana lütufta bulununca, kullukta teşeddüdü yasaklayan, zühd konusunda aşırılığı nehyeden hadisler gördüm.
Bundan dolayı kalbime bir şüphe düştü. Bu hadislerle İslâm büyüklerinin mücâhedeleri birbirleriyle nasıl uyuşacak? Bu haberlere geniş zaman ayırdım, hadislere iyice kafa yordum. Araştırıcı şârihlerin yazdıklarını, fakihlerle hadisçilerin kaleme aldıklarını inceleyip okudum. Sonuçta, bu konudaki hadislerin çeşitli olduklarını gördüm. Bunlardan bazısı gayret göstermeyi ictihadı, bazısı da orta yolu tutmayı iktisâdı, teşvik ediyordu. Hepsi de yerinde söylenmişti. Zira ictihad hadisleri bunu yapmaya gücü yetenlere, iktisâd haberleri de bunu yapamayanlara hitap ediyordu. Büyük âlimlerin, değerli imamların açıklamalarının da bu yönde olduğunu gördüm.
Ben bu sonuca varmışken birinin şöyle söylediğini işittim: Kullukta gayret göstermek, bütün geceyi ihya etmek, bir rekatta Kur’an’ı hatmetmek, bin rekat namaz kılmak ve bunun gibi imamlardan nakledilen uygulamalar bidattir, her bidat ta dalâlettir.
Onun bu sözünü hayretle karşıladım. Kendisine dedim ki: Mücâhede eden bu insanlar, sahabe, tâbiîn, muhaddisler topluluğu bidat ehlinden midir?! Bunun üzerine şöyle dedi: Bu durumu yasaklayan hadisler vardır. Sahih hadis kitaplarında bunlar rivayet edilmiştir.
Ona dedim ki: Bu sözler, geniş olmayan dar görüşlü, lafızların zâhirine takılmış kalmış kişinin sözüdür. Hiç kulağına gelmedi mi, bidat ilk üç asırda olmayan, dört delilden kendisine bir dayanak bulunmayandır? Bunlar kendileriyle teberrük olunan o zamanlarda vardır. Câiz, hattâ müstehab olduğuna dair -gücü yeten için- şer’î deliller mevcuttur.
Şöyle cevap verdi: Zamanın âlimlerinden, güvenilir insanlar yanında sözü kabul edilenlerden biri, bu gibi şeylerin bidat olduğunu açıklamıştır. Dedim ki: Eğer böyle ise o kişi, ibadette aşırılığı yasaklayan hükümleri tam kavrayamamış ve diğer şer’î delillere bakmamıştır. Bununla birlikte o bu konuda özür, hatta ecir sahibidir. Önceki büyük muhaddis ve fakihler bunun caiz olduğunu açıklamışlardır. Onların sözleri, nasıl olur da böyle yerlerde kabul edilmez?! İtiraz eden kişi düşünceye dalarak başını öne eğdi, şaşkına döndü.
Sonra itirazcının bu sözleri, avâm ve havâs arasında yayıldı. Mücâhede sahiplerinden nakledilen birçok riyâzât örneklerinin kötü bir bidat olduğunu söyleyerek, en yüksek sesle bunu reklam ettiler. Bu vesile ile mutlak dereceler elde etmiş selef ve halefe dil uzatmaya başladılar. Onların bu hallerini şiddetle tenkit ettim. İlim meclislerinde orta yolu göstermeye çalıştım.
Bu konuyla ilgili olarak benzerini benden önce kimsenin yazmadığı derde deva olacak, el kitabı gibi, derli toplu bir eser yazmayı istiyordum. Fakat hazırlanmasıyla meşgul olduğum Şerhu şerhi’l-Vikâye kitabı ki, ismi es-Siâye fî keşfi mâ fî Şerhi’l-Vikâye’dir -geniş bir şerh; başkalarından müstağni kılan bir hazine, her meselede âlimlerin mezheblerini delilleriyle birlikte detaylı bir şekilde inceleyen, leh ve aleyhteki soru ve cevapları değerlendiren bir eserdir. İşte bu eserle meşguliyetim söz konusu konuyla yeterince ilgilenmeme engel oluyordu. Ne zaman ki arkadaşlardan bazıları bu önemli konuya yönelmemi, dostlardan bir kısmı benden bu işe girişmemi ısrarla istediler, işte o zaman es-Siâye’yi yazarken vaktin bir kısmını buna ayırarak, bu yeni eseri yazmaya başladım. Eseri yazarken konuları delilleriyle göstermeye, ilimde derinleşmiş âlimlerin nakilleriyle perçinlemeye, yeri geldikçe ince nüktelerle işlemeye çalıştım. Eserin ismini konusunu haber verecek şekilde, İkâmetü’l-hucce alâ enne’l-iksâra fi’t-taabbüdi leyse bi-bid’a koydum.2
Eserin başına, eserin ne olduğunu bildirecek şekilde Nusratü’l-âbidîn bidef’i ta’ni’l-hâmidîn lakabını verdim.3 Bu eserden istifade edenin ona insaf gözüyle bakmasını, hile ve yoldan sapanların zikrini bırakmasını, görüşüne ters ise doğru terazi ile tartmadıkça red hususunda acele davranmamasını dilerim.
Allah Teâlâ’dan bu eserle avâm havâs herkesi faydalandırmasını, celâl ve ikram sahibi kerim olan zâttan rızasına uygun bularak kabul buyurmasını, ayaklarımı hata ve zelleden, kalemlerimi yanılma ve kusurlardan uzaklaştırmasını ona yalvaran bir kulun istediği gibi isterim.
Bu eser iki asıl, iki maksad ve bir hatime üzere tertip edilmiştir:
Birinci Asıl: Sahabe, tâbiîn, tebe-i tâbiînin bizzat yaptıkları, onların zamanında yapılıp da onlar tarafından reddedilmeyen şeylerin bidat olmadığı,
İkinci Asıl: Fazla ibadet edenlerden örneklerin zikredilmesi,
Birinci Maksad: Herkesin gücüne göre ibadet etmesinin bidat kapsamına girmediği,
İkinci Maksad: Fazla ibadeti yasaklayan hadislerle, din önderlerinin riyazatlarının arasının bulunması.
Hâtime: Alışılageldiği biçimde ve ahirette hüsnayı gerektireceği zannına binaen bir gece teravihte Kur’an’ın hatmedilmesinin hükmü, konularına dairdir.
BİRİNCİ ASIL
Sahabe, tâbiîn, tebe-i tâbiînin yaptıkları, onların zamanında yapılıp da onlar tarafından reddedilmeyen şeyler, şâriin bizi kendisinden sakındırdığı bidatlardan değildir.
Muhakkik âlim Sa’deddin et-Taftâzânî,4 Şerhu’l-Mekâsıd’ın ilâhiyat bahsinde şöyle demiştir:5
“Mâturîdi ve Eş’arîlerden muhakkik âlimler, birbirlerini bidat ve dalâlete nispet etmemişlerdir. Mutaassıb bidat fırkaları böyle değildir. Hatta onlar bazen fürû meselelerdeki ihtilafı bidat ve dalâletten saydılar. Bilerek besmele çekilmeyen hayvan etinin helal olması, iki yolun dışında çıkan şeylerin abdesti bozmaması, velisiz nikahın ve Fatiha’sız namazın caiz olması gibi. Onlar bidat-ı seyyienin sahabe ve tâbiîn döneminde olmayan, hakkında şer’î bir delil bulunmayan, dinde sonradan çıkan şey olduğunu bilmezler. Cahillerden bazıları sahabe döneminde olmayan şeyleri, kötü olduğuna dair bir delil bulunmasa bile Peygamber (s.a.s.)’in “Sonradan çıkan işlerden sakının”6 hadisine dayanarak bidat-ı mezmûmeden sayarlar. Bu hadiste kastedilenin dinde olmayan şeyin ondan sayılması manasına geldiğini bilmezler.”
el-Mecâlisü’l-ebrâr’da şöyle denilmiştir:7
“Bidatin iki manası vardır. Biri sözlük genel manası ki, sonradan ortaya çıkan her şeydir. ister âdet, ister ibadetlerden olsun aynıdır. İkincisi, dinî özel anlamı ki sahabe devrinden sonra, şâriin söz, fiil, açıktan ve işaretle izni olmaksızın ortaya çıkan fazlalık ve eksikliğe denir. Hadiste kastedilen, dinî manasıdır.”
Yine aynı eserde şöyle denilmektedir: “İnsanların sahabeden sonra ortaya çıkan şeylerin bidat olduğu konusunda görüş birliğine varmaları seni aldatmasın. Aksine onların hallerini, uygulamalarını iyi bir şekilde araştırmalısın. Zira insanların en bilgili, Allah’a en yakın olanları, sahabeye en çok benzeyenleri, onların yollarını en iyi anlayanlarıdır. Çünkü din, sahabeden öğrenilmiştir, onlar şeriat sahibinden şeriatın nakledilmesinde ilk nesildirler.”
Şir’atu’l-İslâm’da8 şöyle denilmiştir:9 “Yapışılması gereken sünnet, haklarında hayır, iyilik ve doğrulukla şehadet edilen asırlarda yaşayanların sünnetidir. Bunlar hulefa-i râşidîn, yaratılmışların efendisine çağdaş olanlar, sonra onlardan sonra gelen tâbiîn, sonra da onlardan sonra gelenlerdir. Onlardan sonra onların yollarına ters düşen sonradan çıkan şeyler bidattir. Her bidat, dalâlettir. Ashab-ı kiram, Hz. Peygamber döneminde yapmadıkları şeyleri az olsun çok olsun, küçük olsun büyük olsun ortaya çıkaranları reddeder, onların bu durumlarını asla tasvip etmezlerdi.
Yakub b. Seyyid Ali Rûmî,10 Mefâtîhu’l-cinân şerhu Şir’atil-islâm’da şöyle der:11
“Burada kastedilen, din ile ilişkili olup ashabın yoluna aykırı olan şeylerin dalâlet olmasıdır. Aksi takdirde bidatlar arasında dinî ilimlerle, eser telifiyle uğraşmak gibi güzel, makbul olanlar vardır. Bidatlar içinde seyyie, reddedilen bidatlar da vardır. Ashab-ı kiramın yoluna ters düşen uygulamalar ki, eğer onlar bunları görselerdi mutlaka beğenmezlerdi.” et-Tarikatu’l-Muhammediyye’de,12 Birgivî Muhammed Efendi şöyle demiştir:13
“Eğer denilirse ki: Aleyhissalatü vesselâm’ın “Her bidat dalâlettir” hadisi ile fakihlerin: “Bidat bazen mübah olur, elek kullanmak, devamlı buğday özü yemek, bundan karın doyurmak gibi. Bazen müstehab olur, medrese, minare yapmak, eser yazmak gibi. Bazen de vacib olur, inkarcıların şüphelerini reddetmek için deliller ortaya koymak ve buna benzer şeyler yapmak gibi” sözleri nasıl anlaşılacak, araları nasıl bulunacak?
Şöyle deriz: Bidatin genel sözlük manası; ister âdet olsun, ister ibadet olsun sonradan ortaya çıkan şeydir. Bidat, ibtida’ kelimesinden ihdâs manasına isimdir. İrtifa’dan rif’at, ihtilaftan hılfet kelimeleri de böyledir. Fakihlerin sözlerindeki taksimat bu şekildedir. Yani onlar, mutlak manâda asr-ı saâdetten sonra ortaya çıkan şeyleri kastederler.
Bir de özel, dinî manası vardır. Dinde bir şeyi artırma ve eksiltmeye, şâriin söz, fiil, açıktan ve işaretle izni olmaksızın sahabe döneminden sonra ortaya çıkan şeylere denir. Âdetten olan şeyleri kapsamaz. Aksine bazı itikad ve ibadet şekilleriyle alâkalıdır. Rasûl-i Ekrem (s.a.)’in şu hadislerde kastettiği bunlardır:
“Sünnetime ve râşid halifelerin sünnetine uyun”,14 “Siz dünya işlerini benden daha iyi bilirsiniz”,15 “Bizim bu işimizde onda olmayanı ortaya çıkaranın bu işi reddedilir.”16
Hocazâde’nin Havâşi’t-Tarîkati’l-Muhammediyye’sinde “Sahabeden sonra...” sözü şöyle açıklanmıştır:
“Hulefâ-i râşidîn döneminde ortaya çıkan şeylere gelince, onlar bidat değildir. Zira hadiste onların sünnetine sarılmak emredildiğinden onların sünneti, Resûlün sünneti gibidir.”
Abdülğanî Nablusî17, el-Hadîkatü’n-nediyye şerhu’t-Tarîkati’l-Muhammediyye”18 adlı eserinde musannıfın “Sadr-ı evvel” sözünü şöyle izah etmiştir: Onlar Hz. Peygamber zamanına yetişen selef, yani sahabedir. Nitekim Aleyhisselâm: “Sünnetime ve benden sonra râşid halifelerin sünnetine yapışın” buyurmuştur. Sahabe zamanında ortaya çıkan şeyler bidat değildir. Bidat sahabe, tâbiîn ve tebe-i tâbiînden sonra ortaya çıkan şeylerdir.
Âlimlerin bütün bu görüşleri gösteriyor ki sahabe, tâbiîn, tebe-i tâbiîn dönemlerinde yadırganmaksızın ortaya çıkan şeyler bidat kapsamına dahil değildir. Bunları yapmak sapıklık sayılmaz.
Bu konunun açıklanması şu şekildedir:
Hz. Peygamber zamanında olan şeyler, ister bizzat kendisi yapsın, isterse Ashabı yapıp da kendisi bunu kabul etsin, bunlar görüş birliğiyle bidat değildir. O’nun zamanında olmayıp da sonradan ortaya çıkan şeyler peygamber döneminden sonra ortaya çıktıklarından dolayı genel manâda bidattir. Bu gibi şeyler ya âdet ya da ibadet kabilindendir.
Birinci kısım, yani âdetten ise, çirkin olduğuna dair dînî bir delil olmadıkça o asla dalâlet kapsamına giren bidat değildir.
İkinci kısımdan, ibadetten ise şunlardan biridir:
a) Sahabe zamanında ortaya çıkmıştır. Sahabenin hepsi veya onlardan biri yapmış, ya da onların bilgisi dahilinde kendi zamanlarında yapılmıştır.
b) Tâbiîn döneminde ortaya çıkmıştır.
c) Tebe-i tâbiîn zamanında ortaya çıkmıştır.
d) Onlardan sonra günümüze kadar olan zamanda ortaya çıkmıştır.
a) Sahabe zamanında ortaya çıkan şeyler:
Bu gibi şeylere sahabe tarafından tepki gösterilmiş olabilir veya bildikleri halde tepki gösterilmemiş olabilir.
Birincisi: Dalâlete götüren bidattir. “Her bidat dalâlettir” kapsamına dahildir.
Örnek: Bayram namazlarından önce hutbe okunması.
Mervan b. Hakem bunu yaptığı zaman Ebû Saîd el-Hudrî onun bu hareketine tepki göstermiştir. Buhârî ve diğerlerinin Ebû Saîd el-Hudrî’den rivayet ettiklerine göre şöyle demiştir:
“Rasûlullah ramazan ve kurban bayramlarında namaza çıktığında önce namazla başlar, sonra ayrılarak cemaatin karşısına geçer, onlar saflarında otururlarken onlara va’z ve nasihatlarda bulunur, emredeceğini emrederdi. Halk bu uygulamaya devam etti. Mervan, Medine valisi olduğunda kurban veya ramazan bayramı namazına onunla birlikte çıktım. Musallaya geldiğimizde Kesîr b. Salt minber kurdu. Mervan, namaz kıldırmadan minbere çıkmak istiyordu. Elbisesinden çektim. O da beni çekti. Sonra minbere çıkarak namazdan önce hutbe okudu. Ona: Vallahi, değiştirdin! dedim. Ey Ebû Saîd, senin bildiğin geçti gitti, dedi. Allah’a andolsun ki benim bildiğim bilmediğimden daha hayırlıdır, dedim. Bunun üzerine: “Halk, namazdan sonra oturup bizi dinlemezler. Bundan dolayı hutbeyi namazdan önce okudum” diye cevap verdi.”
Örnek: Cuma hutbesinde dua için ellerin kaldırılması.
Bunu Bişr b. Mervan yapmış, Umâre bunu reddetmiştir. Müslim, Ebû Dâvûd ve diğerleri19 Husayn b. Abdurrahman’ın şöyle dediğini rivayet etmişlerdir.
“Umâre b. Rueybe, Bişr b. Mervan’ı Cuma günü dua ederken gördü ve: “Şu iki eli Allah kahretsin! Ben Resûlullah’ı minberde iken şunun üzerine ilave yapmadığını gördüm. Yani baş parmağı takip eden şehadet parmağıyla işaret ederdi” dedi”20.
İkincisi: Sahabe tarafından inkar edilmemiş, aksine rıza gösterilmiş, uygun görülmüş olanlar şer’î bidat değildir. Genel manada bidat denilse de bu bidat-ı hasene olarak değerlendirilir.
Örnek: Cuma günü birinci ezan okunması.
Buhârî, İbn Mâce, Tirmizî ve diğerleri21 Sâib b. Yezîd’in şöyle dediğini rivayet etmişlerdir:
Rasûlullah (s.a.), Ebû Bekir ve Ömer zamanında Cuma günü ilk ezan, imam minbere oturduğunda okunurdu. Osman’ın halifeliği döneminde nüfus çoğalınca Zevrâ’da22 üçüncü ezan ilave etti.” Nevevî,23 üçüncü ezan denmesinin ikamete de ezan tabir edilmesinden dolayı olduğunu söylemiştir.
Örnek: Bir şehirde bayram namazının birden fazla yerde kılınması.
Şeyhülislam İbn Teymiyye,24 Minhâcu’s-sünne’de şöyle demiştir:25
“Ali b. Ebû Tâlib halifeliği döneminde camide ikinci bir bayram namazı ortaya çıkardı. Rasûlullah (s.a.s.), Ebû Bekir, Ömer ve Osman dönemlerinde bilinen uygulama, şehirde bir yerde cuma; kurban ve ramazan bayramlarında da bir bayram namazı kılınması şeklinde idi. Ali’nin halifeliğinde kendisine: “Şehirde musallaya çıkamayacak kadar zayıflar var” denilmesi üzerine onlara, mescidde namaz kılacak birini tayin etti.”
Örnek: Bir mescidde cemaatla namaz kılındıktan sonra ikinci bir cemaat için ezan ve ikamet meselesi, zira mescidde ezan ve ikametle bir namaz kılınmıştır. Sonra bazı insanlar gelmişler, cemaatla namaz kılmak istemektedirler, onlara tekrar ezan ve ikamet gerekir mi?
Bu konuda üç görüş vardır. Birincisi: Ezan ve ikamet okurlar. İkincisi: Ezan okumazlar, ikamet getirirler. Üçüncüsü: Ezan ve ikamet okumazlar. el-Kenz ve Dürrü’l-muhtâr haşiyelerinde bu konuda geniş bilgi verilmiştir.26
Bazıları ikinci cemaat için ezan ve ikametin bidat olduğunu zannetmiştir. Bu boş bir zandır. Nitekim Buhârî, Cemaatin Fazileti Bâbı’nda muallak olarak şöyle rivayet etmiştir: “Enes, Basra’da bir mescide gelmiş, orada namaz kılınmıştı. Ezan okudu, ikamet getirdi ve cemaatle namaz kıldı. Kastallânî şerhinde27 Buhârî’nin bu muallak rivayetini Ebû Ya’lâ’nın mevsûl olarak rivayet ettiğini, bunun sabah namazında olduğunu söylemiştir28. Beyhakî’nin rivayetine göre bu mescid Benî Rifâa mescidi idi. Beyhakî bir diğer rivayette: Çocuklarından yirmi gençle birlikte gelmişti” demiştir.
Bu rivayet ikinci cemaat için ezan ve ikameti tekrar etmenin bidat olmadığını gösterir. Bu konu Vikâye şerhi olan es-Siâye fî keşfi mâ fi şerhi’l-Vikâye isimli şerhimde geniş bir şekilde açıklanmıştır. Oraya müracaat edilmelidir.29
Örnek: Bizim örfümüzde vaaz olarak bilinen halka öğüt vermek.
Mısırlı tarihçi Takıyyüddîn Ahmed b. Ali el-Makrîzî, el-Mevâiz ve’1-i’tibâr bizikri’l-hıtati ve’1-âsâr adh eserinde şöyle demiştir:30
Ömer b. Şebbe’nin31 zikrettiğine göre Hasan’a: Kıssa anlatmak ne zaman ortaya çıktı? diye sorulduğunda, Osman’ın hilafeti zamanında ortaya çıktığını söylemiş, ilk kıssa anlatan kimdir? denildiğinde Temim ed-Dârî demiştir. Makrizî, İbn Şihâb’ın şöyle dediğini rivayet eder:
Rasûlullah (s.a.s.)’in mescidinde ilk kıssa anlatan Temîm ed-Dârî’dir. Halka va’z vermek için Hz. Ömer’den izin istemiş, Ömer bunu kabul etmemiş, halifeliğinin son zamanlarında ise cuma günü kendisi mescide gelmeden önce va’z etmesine izin vermiştir. Temîm, Hz. Osman’dan da izin istemiş, cuma günleri olmak üzere iki gün vaaz için izin vermiş, Temim de dediği gibi yapmıştır.
Örnek: Ramazan gecelerinde yirmi rekat teravih kılmak için toplanmak.
Cemaatle teravih namazı kılmak, Hz. Ömer zamanında ortaya çıkmıştır. Hz. Ömer, bu konuda: “O, ne güzel bidatır”32 demiş, genel manada bidat olarak isimlendirmiştir. Böylece onu güzellikle nitelendirerek, her sonradan çıkan şeyin dalâlet olmadığını belirtmek istemiştir. Yoksa şer’î manada her bidatin dalâlet olduğunu kastetmemiştir. Öyle olsa nasıl güzellikle vasıflanır?.. Nitekim bu meseleyi Tuhfetü’l-ahyâr fî sünneti seyyidi’l-ebrâr adlı eserimde açıkladım.33
Örnek: Vitir kunûtu için tekbir almak, tekbir esnasında elleri kaldırmak.
Hanefîlerden bazı âlimlerin zikrettiğine göre, her ikisi de vaciptir. Halk arasında böyle yapmak meşhurdur. Fakat hanefîlerin muhakkik ulemâsı, bunların vâcib olmadığını belirtmişlerdir. el-Bahru’r-râik’te34 şöyle denilmiştir:35
Şârih36 kunût tekbirinin terkedilmesi sebebiyle, sehiv secdesinin vacib olduğunu kesin olarak belirtmiştir. Oysa vacib olmaması görüşü tercih edilmelidir. Zira bu (yani tekbirin olmaması) asıldır, aleyhine (yani olduğuna dair) delil de yoktur. Bayram namazı tekbirleri böyle değildir. Onda vücûb delili “Sayılı günlerde Allah’ı zikredin”37 âyetinde olduğu gibi devam etmektir. Fetâvây-ı Kâdîhân’da38:39 “Kunût tekbiri esnasında iftitah tekbirinde olduğu gibi elleri kaldırmak vacib değildir. Terkedilmesi halinde sehiv secdesi gerekmez” denilmiştir.
Bazı âlimler aşırı gitmiş, Hz. Peygamber’in böyle bir şey yapmamış olmasına bakarak, her ikisinin de bidat olduğunu söylemişlerdir. Bu, boş bir zandır. Her ne kadar Rasulullah (s.a.s.)’den sabit olmamışsa da buna dair bazı sahabilerden gelen rivayetler vardır. Bu durumda bidat değil aksine sünnet ya da müstehab olur.
Bu mesele bana 1288 yılında şu şekilde soruldu:
Vitir namazının üçüncü rekatında kıraattan sonra kunûttan önce, halk arasında yaygın olduğu şekilde, elleri kaldırmak ve tekbir almak, hadiste böyle bir şey sabit olmadığı için bidat-ı seyyiedir. Bu söz doğru mudur, değil midir? Tekbir almak ve elleri kaldırmak sünnet mi yoksa müstehab mıdır, bu konuda âlimlerin görüşleri nelerdir? açıklayın sevab kazanın.
Şöyle cevap verdim: Tekbir almak, kunût sırasında elleri kaldırmak konusunda Hz. Peygamber’den gelen bir rivayet yoktur.
Hidâye sahibi,40 elleri kaldırmanın delili olarak şu hadisi zikretmiştir: “Eller ancak yedi yerde kaldırılır: Namaza başlama tekbiri, kunût tekbiri, iki bayram namazı tekbirleri, dördü de hacdadır”41. Fakat Aynî, el-Binâye şerhu’l-Hidâye’de42 bu hadisin değişik yollarını zikrettikten sonra Namazın Sıfatı Bâbı’nda: “Rivayetlere bak, kunût sırasında ellerin kaldırılmasını bulabilecek misin? Bu ancak bizim mezhebimize mensup âlimlerin eserlerinde vardır. Musannif da onlardan biridir” demiştir. Vitir Bâbı’nda da şunları söylemiştir:43
“Buhârî, Bezzâr ve Taberânî’nin zikrettiklerine göre hadiste kunûtun zikredilmediğini namazın sıfatı babında anlattık.”44
Fâdıl Muîn,45 Dirâsâtü’l-lebîb fi’l-üsveti’l-haseneti bi’l-habîb’de şöyle demiştir:46
“Aslı bulunamayan meselelerden biri de vitir kunûtundan önce tekbirin vacib olduğu meselesidir47. Rasûlullah (s.a.s.)’in buna devam ettiğini, hatta bunu terkedenleri kınadığını gösteren rivayetler şöyle dursun, hanefîlerin bu konuda vücûb hükmünü doğrulayacak merfü bir hadis bile bulamadım48. Bununla birlikte ben bununla amel ediyor, hanefîlere olan hüsn-i zannımdan dolayı terketmeksizin ona devam ediyorum. Ama bunun vacib olduğuna inanmıyorum.”
Aslı olmayan meselelerden biri de: Ebû Hanîfe’nin kunût tekbirinde ellerin kaldırılmasının vacib olduğunu söylemesidir.49 Şu âna kadar bu konuda bırakın sahabiyi, büyük bir tâbiînden nakledilen sahih bir rivayete ulaşabilmiş değilim.”
Yine aynı eserde şöyle denilmiştir:50
“Hâfız Ebû Bekir b. Ebî Şeybe’nin Musannef’inde Abdullah b. Mesud’un vitir kunûtunda ellerini kaldırdığı rivayet edilmiştir. Aynı muhaddisin İbn Mesud’dan bir diğer rivayetinde, onun vitrin son rekatında kıraatı bitirdikten sonra tekbir üzerine bir şey ilave etmediği de nakledilmiştir. Senediyle Abdurrahman b. Esved’in babasından İbn Mesud’un kıraatı bitirdiken sonra, vitrin son rekatında tekbir alıp kunût yaptığını, kunûtu bitirdikten sonra tekbir alıp rükûa gittiğini rivayet etmiştir.
Hanefîler iki yerde İbn Mesud’a muhalefet etmişlerdir. Böylece kunûtta elleri kaldırma bidatini işlemişler,51 tekbir üzerine elleri kaldırmayı ilave etmişlerdir”.52
İmâm Muhammed, el-Âsâr’da şöyle demiştir:53
“Bize Ebû Hanîfe, Hammâd’dan İbrahim Nehaî’nin: “Vitirde rükûdan önce kunût yapmak ramazan ayında ve diğer zamanlarda vaciptir. Kunût yapmak istediğinde tekbir al” dediğini haber vermiştir”54.
İtkânî’nin,55 Ğâyetû’l-beyân şerhu’l-Hidâye’sinde şöyle denilmiştir:
“Tahâvî, el-Âsâr şerhinde Nehaî’ye ulaşan bir isnadla şöyle dediğini nakletmiştir:
“Eller, yedi yerde kaldırılır: Namaza başlarken, vitir kunûtu için tekbir alırken, iki bayram namazında, Hacer-i Esved’i selamlarken, Safâ ile Merve’de sa’y ederken, Cem’ ve Arafat’ta vakfe yaparken56, iki makamda, cemrelerde taş atarken.” İtkânî, bu rivayeti Kabe’nin Görüldüğü Sırada Elleri Kaldırma Bâbı’nda zikretmiştir.
el-Binâye şerhu’l-Hidâye’de nakledildiğine göre, Müzenî şöyle demiştir:57
‘’Ebû Hanife kunûta sünnette olmayan, kıyasın da kabul etmediği bir tekbir ilave etti.” Ebû Nasr Akta’ Şerhu Muhtasarı ‘l-Kudûrî’de şöyle demiştir: “Müzenî’nin bu sözü yanlıştır. Zira bu konuda Ali, İbn Ömer, Berâ b. Azib’den rivayetler vardır, kıyas da bunu gösterir.” İbn Kudâme, el-Muğnî’de” Hz. Ömer’den vitirde kıraatı bitirdiği zaman –tekbir aldığı rivayet edilmiştir” demiştir.
İbrahim Halebî58, Ğunyetü’l-mütemellî şerhu münyetil-musallî’de şöyle demiştir:59
“Kunût tekbirinde elleri kaldırmakla ilgili Ömer, Ali, İbn Mesud, İbn Abbâs, İbn Ömer, Berâ b. Azib’den rivayetler vardır. Bayram tekbirlerinde elleri kaldırmak Hz. Ömer’den rivayet edilmiştir. Esrem ve Beyhakî, Sünenü’l-kebîr’inde böyle zikretmişlerdir.’’
Sonuç: Kunutta elleri kaldırmak ve tekbir almak, Hz. Peygamber’den rivayet edilmemişse de Aynî, İbn Kudâme, Halebî, İtkânî ve daha başkalarının belirttiklerine göre bazı sahabi ve tâbiînden nakledilmiştir. Bu durumda nasıl bidat-ı seyyie olur? Evet, bazı hanefîlerin açıklamalarına göre kunutta tekbir almanın ve elleri kaldırmanın vacib olduğunu gösteren bir delilin bulunmamasından dolayı bunların vacib olması zordur. Özetlemek gerekirse, kişi bunları sahabe ve tâbiîne uyarak yaparsa sevab kazanır. Yapmadığı takdirde ise ayıplanmaz, kınanmaz. Doğruyu en iyi bilen Allah’tır. Sevabın güzeli O’nun yanındadır.
Bil ki: Bazı sahabiler kendi zamanlarında ortaya çıkan bazı uygulamalanın bidat olduğuna hükmetmişlerdir.
Onların bu şekilde hüküm vermeleri bu uygulamaları söz ve davranış olarak reddetme şeklinde olmuşsa bu onun çirkin olduğunu gösterir.
Böyle değil de güzel gördüklerine dâir bir emare varsa o zaman bununla genel anlamdaki bidati, dalâlet olanı değil, muhdes olanı, kastetmişlerdir.
Birincinin örneği: Ebû Dâvûd’un Mücâhid’den rivayet ettiği şu mevkuf hadistir:60
“İbn Ömer’le birlikteydim. Adamın biri öğle veya ikindi namazında tesvîb yaptı.61 İbn Ömer: “Haydi buradan çıkalım, zira bu adamın yaptığı bidattir”, dedi”. Aynî’nin62 el-Binâye şerhu’l-Hidâye’sinde şöyle denilmiştir: Mebsut’ta rivayet edildiğine göre Hz. Ali yatsı namazı için tesvîb yapan bir müezzin görmüş: “Şu bidatçıyı mescidden çıkarın” demiştir.
Dersen ki: Bu iki rivayet varken fakihler nasıl olur da bütün namazlarda tesvîb yapılmasını güzel görüyorlar?
Derim ki: Bu konuda üç çeşit görüş vardır:
Birincisi: Sabah namazı dışında bütün namazlar için mekruhtur. Zira sabah uyku, ve gaflet vakti olduğundan müezzinin tesvîb yapması müstahsen, yani güzel bir şeydir. Bunun aslı Ebû Dâvûd’un63 Ebû Bekre’den rivayet ettiği şu hadistir: “Resûlullah (s.a.) ile birlikte sabah namazına çıktım. Uğradığı her adama namaz için sesleniyor veya ayağını dürtüyordu.”
Aliyyü’1-Karî64, Mirkâtü’l-mefâtîh şerhu Mişkâti’l-mesâbîh’de şöyle demiştir:65 “Bana göre bu hadisten bütün namazlarda tesvîbin meşru olduğu hükmü çıkarılabilir.”
İkincisi: Ebû Yusuf, idareciler ve müslümanların işleriyle meşgul olan herkes için tesvîbin caiz olduğunu söylemiştir. Bunun aslı, değişik yollardan rivayet edilen Bilal’in iki ezan arası Hz. Peygamber’in kapısına gelerek namaz için seslenmesidir.
Üçüncüsü: Müteehhir âlimler, akşam namazı dışında her namaz için bütün insanların tesvîb yapmasını güzel görmüşlerdir. Buna gerekçe olarak da kendi asırlarında namaz işlerine gereken önemin verilmemesini göstermişlerdir. Bir çağrıdan sonra bir başka çağrı onlara göre güzeldir. Asr-ı saadet döneminde dinî işlerde tembellik gibi bir durum olmadığından buna ihtiyaç yoktu. Bu durum müteehhir ulemânın yukarıda geçen tesvible ilgili iki rivayeti bilmelerine rağmen, ona muhalefet etmelerine sebep olan bir mazerettir. Bundan sonraki sözler tartışma konusudur. Bu konuda leh ve aleyhteki görüşleri et-Tahkîku’1-acîb fi’t-tesvîb adlı eserimde gerektiği şekilde açıkladım. Onu oku.
Tirmizî, hadisin hasen olduğunu söylemiştir. Nesâî, İbn Mâce, Beyhakî66 ve daha başkaları Ebû Neâme el-Hanefi, ismi Kays b. Abâye’dir, Abdullah b. Muğaffel’in oğlundan şöyle rivayet etmiştir: “Babam beni namazda bismillâhirrahmanirahîm derken işitti ve bana : Oğlum! Bu muhdestir,67 ortaya yeni bir şey çıkarmaktan sakın dedi. Rasûlullah (s.a.s.)’in ashabı içinde dine sokulan yeni bir bir şeye ondan daha fena buğzeden birini görmedim.” Abdullah b. Muğaffel: Reasûlullah, Ebû Bekir, Ömer, Osman’la birlikte namaz kıldım. Onlardan hiçbirinin söylemediği şeyi sen söyleme, namaz kıldığın zaman “el-Hamdülillahi rabbi’l-âlemîn de!” demiştir.
Bu hadis, namazda besmelenin açıkça okunmasının muhdes olduğuna delildir. Bundan dolayı Abdullah b. Muğaffel onu çirkin görmüştür. Mesele imamlar arasında ihtilaflı, bu konudaki hadisler çelişkilidir. Doğru olan, açıktan okunmasının bazı zamanlar Hz. Peygamber’den sabit olmasıdır. İhkâmu’l-kantara fî ahkâmi’l-besmele adlı eserimde açıkladığım gibi besmelenin gizli okunması açıktan okunmasından daha kuvvetlidir.
İkincinin örneği:68 Hz. Ömer’in teravih namazını bidat-ı hasene olarak değerlendirmesi hakkındaki rivayet.
Saîd b. Mansûr, Sünen’inde Ebû Ümâme el-Bâhilî (r.a.)’den şöyle rivayet etmiştir:
“Allah sizin üzerinize ramazan orucunu farz kıldı, gece ibadetini farz kılmadı. Gece ibadetini siz ortaya çıkardınız. Ona devam edin, terketmeyin. Zira İsrail Oğullarından bazı insanlar Allah rızasını umarak bidatlar çıkardılar. Onları terkettiklerinden dolayı Allah onları kınadı. Sonra “Bir ruhbanlık ortaya çıkardılar.” ayetini okudu.69 Ebû Ümâme’nin bidat olarak değerlendirmekle birlikte ramazan gecelerinde yapılagelen ibadete devam edilmesini emretmesi bu uygulamanın güzel bir şey olduğunu gösterir.
İbn Ebî Şeybe’nin sahih isnadla Hakem İbni’l-A’rec’den naklettiği şu rivayet de böyledir: İbn Ömer’e kuşluk namazından sordum. “Bidattir, o ne güzel bidattir” dedi. Abdürrezâk, sahih isnadla Sâlim’den o da babasından şunu rivayet etmiştir: “Hz. Osman şehid edildi. Halbuki ondan başka bu namazı kılan kimse yoktu. Bana göre halk ondan daha güzel bir şey ihdas etmedi.’’
Kastallânî,70 el-Mevâhibü’l-ledünniyye’de şöyle demiştir:71
“O, bu sözü ile Hz. Peygamber (s.a.s.)’in kuşluk namazına devam etmediğini veya kuşluk namazının mescidde ve benzeri yerlerde kılınmasının bidat olduğunu kastetmiştir. Neticede İbn Ömer hadisinde kuşluk namazının meşruiyetini kaldıran bir şey yoktur. Onun bunu nefyetmesi gerçekte ona vâkıf olmadığına değil, görmesine hamledilir. Ya da nefyetmesi, özel bir sıfattır.”
Delil: Ashab-ı kiramın ortaya çıkardığı şeyler dalâlet değildir. Sahabenin yoluna uymayı gerektiren bir çok hadisler vârid olmuştur.
“Ashabım yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız doğru yolu bulursunuz” hadisi gibi. Dârekutnî, el-Mu’telif’te, Garâibu Mâlik’te; Kudâî, Müsnedü’ş-Şihâb’da; Abd b. Humeyd, Beyhakî, el-Medhal’de; İbn Adî el-Kâmil’de; Dârimî, İbn Abdilber,72 İbn Asâkir, Hâkim ve daha başkaları lafızları farklı, manaları birbirine yakın hepsi de zayıf olan değişik yollardan rivayet etmişlerdir. Hâfız İbn Hacer73, el-Kâfi’ş-şâf fî tahrîci ehâdîsi’l-Keşşâf ta74 bunu geniş olarak açıklamıştır. Ama hadis, tariklerinin çokluğu sebebiyle hasen derecesine ulaşmıştır. Nitekim bundan dolayı Sağânî de hadisi hasen kabul etmiştir.75 Nitekim Seyyid el-Cürcânî76 de Mişkât haşiyesinde “Alimin âbide olan üstünlüğü…” hadisinin izahında: “Ashabım yıldızlar gibidir...” hadisinde sahabe yıldızlara benzetilmiştir. İmam Sâğânî hadisi hasen kabul etmiştir”, demiştir.
Kasım el-Hanefî, Şerhu Muhtasari’l-Menâr’da şöyle demiştir:77
Sahabiyi taklid etmek, sözünde, fiilinde delilini düşünmeksizin ona uymak vâcibdir. Hz. Peygamber’in “Ashabımın ümmetim içindeki örneği yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız, hidayete kavuşursunuz” hadisinden dolayı sahabeye uyarak kıyas terkedilir. Bu hadisi Dârekutnî, İbn Abdilber, İbn Ömer’den rivayet etmişlerdir. Bu manada, isnadlarında söz söylense de Enes’ten de rivayetler vardır. Ama bu rivayetler birbirlerini desteklemektedir.78
Şu hadis de böyledir: “Sünnetime ve râşid halifelerimin sünnetine uyun...” Ebû Dâvûd, Tirmizî ve daha başkaları rivayet etmiştir.79
Şu hadis de böyledir: “Benden sonra iki kişiye Ebû Bekir ve Ömer’e uyun.” Tirmizî, Ahmed ve daha başkaları rivayet etmiştir.80
İbn Mesud’un şu sözü de böyledir: “Allah, kulların kalplerine baktı, Muhammed’i seçti. O’nu, peygamber olarak gönderdi. Sonra kulların kalplerine baktı ona Ashab seçti. Onları dininin yardımcıları, peygamberinin vezirleri yaptı. Müslümanların güzel gördüğü bir şey, Allah katında da güzeldir. Müslümanların çirkin gördüğü bir şey, Allah katında da çirkindir.” Bezzâr, Taberânî, Ahmed Müsned’inde81 ve daha başkaları rivayet etmişlerdir.82
Bu hadisleri, bunlara uygun başka hadisleri, leh ve aleyhteki görüşlerle birlikte Tuhfetü’l-ahyâr’da zikrettim. Onlara tekrar dönmeyeceğiz.83
Derseniz ki: Sahabe Reasûlullah (s.a.s.) zamanında olmayan bir şey ortaya çıkarsa sahabenin ortaya çıkardığı bu şeyi mi, yoksa Rasûlullah zamanındakini mi almak daha güzeldir?
Derim ki: Sahabinin yaptığı şeyler şunlardan biridir:
a. Kur’an veya hadisten bir nass ona uygundur, böyle ise bu onun güzel olduğunu gösterir.
b. Ona aykırı bir nass vardır.
c. Ne uygun ne de aykırı olduğuna dair bir şey yoktur.
Birinci durum: Onu almanın evlâ olduğunda şüphe yoktur. Zira Hz. Peygamber döneminde olmasa da dinî kaynakların içine girdiği açıktır.
İkinci durum: Sahabinin fiili şer’î ölçülerin dışına çıkarılmadan yapılabildiği kadarı ile araları bulunur, cem edilir. Bu şekilde aralarını bulmak mümkün değilse, kendisine muhalif nass bulunduğundan o zaman sahabinin sözünü veya fiilini almak uygun değildir. O takdirde, sahabi bu nassı bilmediğinden dolayı mazur görülür. Yoksa nassa aykırı söz söylemezdi.
Üçüncü durum: Yani sahabinin Kur’an ve sünnete aykırı ya da uygun olup olmadığını tespit edemediğimiz söz ve davranışları ise: Bu durumda onu taklit etmek, daha önce geçen bir çok hadisten dolayı iyidir. Onunla amel etmek için ona uygun bir delil ortaya çıkmasını beklemeyiz. Bunu iyi anla, zira bu kendisinden bir çok meselenin dallandığı önemli bir ilkedir.
Dersen ki: Ashab-ı kiramın sonradan çıkan bir şey konusunda görüş birliğinde olmaları halinde onu almanın lüzûmu bellidir. Ama ihtilaf ettikleri şeylerde ne yapılacak?
Derim ki: Bu konuda kişi serbesttir. Hangisine uyarsa doğru yolu bulur. Nitekim usûl âlimleri eserlerinde bunları açıklamışlardır.
Tâbiîn ve tebe-i tâbiîn zamanında ortaya çıkan şeyler: Bu konuda yukarıda geçen açıklamalar geçerlidir. Bu iki nesil döneminde ortaya çıkan şeyleri, eğer onlar reddetmişse o şey bidattir, böyle değilse bidat değildir.
Üç asırdan sonra ortaya çıkan şeyler: Şer’î delillere arzedilir. Benzeri, üç asırda bulunur veya dinî kaidelerden bir kaide altına girerse bidat olmaz. Bu gibi şeyler, üç asırda bulunmayan, hakkında şer’î bir asıl olmayan şeylerden ibarettir. Ona “bidat” desen de “hasene” ile kayıtlarsın. Eğer, hakkında şer’î asıllardan bir asıl bulunmazsa o takdirde onu erbâb-ı fazilet ve şeyhlikle meşhur olan kişiler de yapsalar bidat-ı dalâlet olur. Zira âlim ve âbidlerin tatbikatları dine uygun olmadığında delil olmaz.
Umulur ki bu açıklamalardan “Her bidat dalâlettir” hadisi hakkında, âlimlerin âmm mahsûsu’l-ba’z (bir kısmı dışarıda tutulmuş genel hüküm) veya âmm ğayr-i mahsûs (hiç istisnası omayan genel hüküm) olduğu şeklindeki ihtilafın lafzî bir ihtilaf olduğunu anlarsın. Bidatı genel anlamda, yalnız Hz. Peygamber döneminde olmayan şeyler olarak anlayanlar onu vacib, müstehab, mübah, mekruh ve haram bidat gibi kısımlara ayırmışlardır. Bu durumda o hadisin genelini tahsis etmiş, bidatin ilk üç şeklini kabul etmemiştir. Dinî manâsını alan, ilk üç asırda ortaya çıkmayan, şer’î deliller içinde bir aslı bulunmayan olarak kabul edenler ise hadisi genel anlamda kabul etmiştir. Bundan dolayı Birgivî, Tarîkat-ı Muhammediyye’de şöyle demiştir:84 “ İyi araştırırsan, ibadet cinsinden hakkında bidat-ı hasene denilen her şeyin gerçekte şâri tarafından o konuda işaret veya delâlet yoluyla izin verildiğini görürsün.”
Zamanımız âlimleri iki gruba ayrılmakla ne kötü yapmışlardır:
Bir grup: Sünneti üç asırda bulunan şeylerle sınırlandırıp, daha sonra çıkan şeyleri bidat-ı dalâlet olarak kabul etmişler, dinî esaslara dahil olup olmadığına bakmamışlardır. Aksine bazıları sünneti, Hz. Peygamber döneminde olan şeylerle sınırlandırmışlar, sahabenin ortaya çıkardıklarına bidat-ı dalâlet demeyi caiz görmüşlerdir.
Bir diğer grup: Babalarından, dedelerinden nakledilen şeylere, şeyhlerinin yaptığı işlere dayandılar. Onlara itimat ederek hakkında şer’î bir delil olmasa da dine bidat-ı hasene olan pek çok şey soktular.
Birinci grup, “Her bidat dalâlettir” hadisini kabul etmedi, ikinci grup ta hadisin tahsisine yöneldi.85 Bu münakaşa ve tartışmaları Allah’a şikayet ederim. Onlar bunun faydalı olduğunu zannediyorlar! Hayır, vallahi böyle şeyler zararlı olmaktadır. Sözü uzatmak endişesi olmasaydı iki grubun da hatalarını, bidat-ı hasene olmadığı halde bidat-ı hasene olarak kabul ettikleri şeyleri, bidat-ı seyyie olmadığı halde bidat-ı seyyie olarak gördükleri şeyleri, ifrat ve tefritten sakınarak, her ikisinin arasında orta yolu tutarak gösterirdim.”

* Hindistanlı muhaddis ve Hanefî fakihi Ebü’l-Hasenât Muhammed Abdülhay b. Abdilhalîm b. Muhammed Emînillah es-Sihâlevî el-Leknevî (ö.1304/1886) tarafından yazılan İkâmetü’l-hucce alâ enne’l-iksâra fi’t-teabbüd leyse bi-bid’a adlı eserin sahabe, tâbiîn ve tebe-i tâbiîn dönemlerindeki uygulamaları konu edinen ilk bölümünün tercümesidir. Tercümede eserin Abdülfettah Ebû Ğudde tarafından tahkik edilen Beyrut 1419/1998 baskısından yararlanılmıştır. Müellif Leknevî dışındaki dipnotlar, eseri neşreden Ebû Ğudde’ye, [] işareti içindeki açıklamalar da çevirene aittir. Leknevî’nin hal tercümesi için bk. Leknevî, el-Ecvibetü’l-fâdile, Haleb 1964, s. 11-16 (Ebû Ğudde’nin takdim yazısı); İbrahim Hatiboğlu, “Leknevî”, DİA, Ankara 2003, XXVII, 133-136.
** Doç. Dr., Alibeyhüyüğü İmam Hatip Lisesi Öğretmeni
[“Güzel davrananlara daha güzel karşılık (hüsnâ) ve fazlası (ziyâde) vardır”, Yunus (10), 26 ayetine işaret edilmektedir. Hz. Peygamber ayette geçen hüsnâ’yı cennet, ziyâdeyi de Allah’ı görmek olarak açıklamıştır. Bu konuda daha başka rivayetler de vardır. bk. Müslim, İmân, 297-298; İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-azîm, İstanbul 1986, II, 414.]
2 [Fazla kulluğun bidat olmadığına dair delil ortaya koyma manasına gelmektedir].
3 [Sönmüş kişilerin tenkitlerini uzaklaştırarak, âbidlere yardım demektir].
4 Mesud b. Ömer b. Abdullah, imam, allâme bir zâttır. Süyûtî, Buğyetü’l-vuât fi tabakâti’n-nühât’ta şöyle demiştir: “Sarf, nahiv, meânî, beyân, mantık ve diğer ilimlerde söz sahibi, şâfiî mezhebine mensup bir âlimdir. İbn Hacer de şöyle demiştir: “712 senesinde doğdu. Kutb ve Azud’dan ilim öğrendi. Bir çok ilimde ilerledi, meşhur oldu, nâmı her tarafa yayıldı. Semerkand’da 791’de vefat etti.” Bu bilgiler açıkça onun şâfiî ulemâsından olduğunu göstermektedir. Nitekim Kefevî, A’lâmu’l-ahyâr’da, Keşfu’z-zünûn sahibi ve başkaları da bu görüştedirler. el-Bahr sahibi İbn Nüceym, Fethü’l-ğaffâr şerhu’l-Menâr’da onun hanefî olduğunu zikretmiş, Aliyyü’l-Karî de Tabakâtü’l-hanefîyye’de aynı şeyi söylemiştir. Doğru olan her iki mezhebi de iyi bilmesidir. Ne şâfiîler gibi şâfiî, ne de hanefîler gibi hanefîdir. Müellif.
10 Abdülfettah der ki: “Burada iki kaynaktada Taftâzânî’nin doğum tarihi 706 şeklinde yanlış verilmiştir. Ben, görüldüğü gibi bunu İbn Hacer’in ed-Dürerü’l-kâmine, Süyûtî’nin Buğyetü’l-vuât’ından düzelttim. Leknevî, el-Fevâidu’l-behiyye’de, s. 135, 722 senesini tarih olarak vermiştir ki doğrusu budur. Taşköprülü’nün Miftâhü’s-saâde’sinde, I, 166, Taftâzânî’nin hal tercümesine bakıldığında bunun böyle olduğu anlaşılır.
Taftâzânî’nin şâfiî zannedilmesinden dolayı olacak ki, şâfiîlerden Şeyhülislam Zekeriya el-Ensârî, usûl-i fıkıhla ilgili et-Telvîh eserine bir hâşiye yazmıştır. Eser, Hindistan, Luknov’da 1292’de basılmıştır. Yine böyle sanılmasından dolayı Şihâb el-Mercânî [ö.1306/1889] et-Tavzîh üzerine yazdığı Huzâmetü’l-havâşî liizâleti’l-ğavâşî adlı hâşiyesinin başında Taftâzânî’ye değişik yönlerden hücum ederek onu töhmet altına almış, Taftâzânî’nin hanefîlerin delillerini açıklamaya çalıştığını, en önemli maksadının hanefîlerin delillerini çürütmek ve mezheblerinin dayandığı esasların zayıf olduğunu göstermeye çalışmak olduğunu söylemiştir...!
Fakat bununla birlikte Taftâzânî’nin et-Telvîh hâşiyesi, et-Tavzîh üzerine yazılan en güzel eserlerden biridir. Son derece ölçülü, araştırma mahsûlü- taassuptan ve mezheb hilelerinden uzaktır. Onun hakkında, eğer et-Telvîh olmasaydı, et-Tavzîh’in ilmî değeri olmazdı denilse doğru olur.
Gerçek olan Taftâzânî’nin hanefî mezhebinden olmasıdır. Hanefî kadılığını kabul etmiş, hanefî fıkhında eserler yazmıştır. Serûcî’nin Şerhu’l-Hidâye’sine tekmile, Şerhu hutbeti’l-Hidâye, Şerhu telhîsi’l-Câmii’l-kebîr, Fetâva’l-hanefîyye, Şerhu’s-sirâciyye fi’1-mirâs bunlardandır.
Kendisi de hanefî oluşunu et-Telvîh kitabının değişik yerlerinde İmam Şâfiî ve mezhebinin görüşlerini tartışırken açıklamıştır. Bu onun hanefî olduğuna kesin delildir. İşte bunu gösteren bazı ibareler:
et-Telvîh’in, Âmm ve Hâssın Birbiriyle Çelişmesi bahsinde I, 41: Bu, yani âmmın kesin oluşu bizim görüşümüze göre sabit olunca, Şâfiî buna muhaliftir... Şâfiî’ye göre âmm hâss ile tahsis olunur... Bize göre ise teâruz hükmü sabit olur.” Memurun bih bahsinde, onun edâ ve kazâ olmak üzere iki çeşit olduğunu anlatırken I, 162: “Makûl misille kaza hususunda ihtilaf ettiler, bazılarına göre yeni bir sebeple... arkadaşlarımızın çoğunluğuna, Kâdı Ebû Zeyd, Şemsü’l-eimme, Fahru’l-islâm’a göre kaza delille vacib olur.”
İllet bahsinin sonlarında, illetin bazı şeylerle bilinebileceğini, üçüncüsünün münasebet olduğunu belirtirken II, 69: “Delil, vasfın durumuna uygun olmadıkça talîl kabul edilmez. Uygun olduktan sonra da bize göre müessir olmadıkça, Şâfiî ulemasına göre bozmadıkça onunla amel gerekmez.”
Eserde benim zikrettiğim bu örneklerin dışında daha başka birçok örnek vardır. Özetle bazı yerlerine işaret edeceğim. Mustafa el-Bâbî el-Halebî ve kardeşlerinin matbaasında 1327’de Mısır’da basılan eserin sayfa numaraları şunlardır: I,196; II, 8, 17, 18, 20, 21, 75, 101, 104, 111, 112, 115. İmam Sa’d et-Taftâzânî’nin mezhebi konusundaki bu araştırma bir mezbeb taassubundan değil, ancak gerçeği ortaya çıkarmak için yapılmıştır. Bu değerli âlimin fazileti, şâfiî olmakla eksilmediği gibi hanefî olmakla da artmaz. Tersi de böyledir. Allah Teâlâ kendisine rahmet etsin, müslümanlara ve İslamî ilimlere hizmetinden dolayı onu hayırla mükafatlandırsın.
5 II, 271.
6 Irbâz b. Sâriye es-Sülemî hadisinin bir parçasıdır. Ahmed rivayet etmiştir. IV, 126,127; Ebû Davûd, IV, 201; Tirmizî, X, 143. Tirmizî, “Hasen sahih hadistir” demiştir. İbn Mâce, I, 15. el-Erbâîn en-Neveviyye’nin 28. hadisidir.
7 Keşfü’z-zünûn sahibinin verdiği bilgiye göre Şeyh Ahmed er-Rûmî’nin eseridir. Güvenilir, güzel bir kitaptır. Müellif.
8 s. 9
9 Rüknu’l-islâm Muhammed b. Ebî Bekr el-Vâiz, İmamzâde diye tanınır. Hanefî mezhebine mensup, Çoğ’a nispetle Çoğî de denir, Semerkand köylerinden bir köydür. Değerli, edîb, vâiz bir âlimdi. Tasavvufî konularda sohbetler yapardı. Şemsü’l-eimme el-Hulvânî’nin öğrencisi Şemsül-eimme Bekr b. Muhammed ez-Zerencerî’den fıkıh öğrendi. Mahmud b. Süleyman el-Kefevî, A’lâmu’l-ahyâr fî tabakâtı fukahâi mezhebi’n-nu’mâni’l-muhtâr’da bu bilgileri vermiştir. Keşfu’z-zünûn an esâmi’l-kütüb ve’l-fünûn sahibi, İmamzâde’nin vefatının 573 olduğunu söylemiştir. Müellif.
10 A’lâmu’l-ahyâr’da belirtildiğine göre, Anadolu medreseleri hocalarından, sahasında mâhir, akranları arasında üstün, kemal derecesine ulaşmış, arkadaşları arasında parmakla gösterilen bir âlimdi. 931 yılında vefat etmiştir. Müellif.
11 I, 120.
12 s. 9. [Eser, Tarikat-ı Muhammediyye adıyla Celal Yıldırım tarafindan Türkçeye çevrilmiş, 1979’da İstanbul’da basılmıştır.]
13 Abdülğanî Şerhu’t-Tarîkati’l-Muhammediyye’de şöyle demiştir: “Dinî ilimleri öğrenmiş, bu ilimlerde derinleşmiştir. Önce Ahîzâde Muhyiddin’den daha sonra Sultan Süleyman kazaskerlerinden Abdurrahman Efendiden ders okumuş, kendisinden de pek çok kimse istifade etmiştir. Sultan Selim’in hocasıyla aralarındaki dostluktan dolayı Sultan Selim, Birgi’de [Bugün Birgi, İzmir ili Ödemiş ilçesine bağlı bucaktır] onun adına bir medrese yaptırmıştır. 981’de vefat etmiştir. Eserlerinden bazıları şunlardır. Beyzâvî’nin Muhtasaru’l-Kâfiye’sine şerh, Metn fi’l-ferâiz, et-Tarîkatü’l-Muhammediyye. Bu eser, eserleri arasında en güzellerindendir. Müellif.
Abdülfettah der ki: “Şeyh Hakkı Nazilli’nin es-Sünühâtü’l-Mekkiyye risalesinde s. 20 “el-Birkivî şeklinde zikredilmiştir. Mu’cemu’l-matbûât’da s. 610’da zikredildiğine göre el-Bîriklî, el-Birkilî de denir.”
14 Ahmed rivayet etmiştir. IV, 126,127; Ebû Davûd, IV, 201; Tirmizî, X, 143. Hasen-sahih hadistir, demiştir. İbn Mâce, I, 15.
15 Müslim, XV,118. Aişe ve Enes (r.a.)’den rivayet etmiştir. Hadisin sebebi şudur: “Nebiyy-i Ekrem (s.a.) bir defasında hurma aşılayan bir kavmin yanından geçerken, “Böyle yapmasanız daha uygun olur” buyurdu. Onlar da aşılamayı bıraktılar. O sene hurmalar iyi olmadı. Sonra tekrar yanlarına uğradığında; “Hurmalarınıza ne oldu?” diye sordu. Şöyle şöyle söylemiştiniz, dediler. Bunun üzerine “Siz dünya işini benden daha iyi bilirsiniz” buyurdu.
16 Buhârî, V, 221; Müslim, XII, 16 Aişe (r.a.)’dan rivayet etmişlerdir. Peygamber (s.a.s.)’in “O reddedilir” sözünün manası şudur: Allah’ın ve Resûlü’nün şeriatı üzere olmayan bu iş batıldır, yapan üzerine reddedilir.
17 Abdülğanî b. İsmail b. Abdü’lğanî en-Nablusî ed-Dımeşkî, hanefî mezhebine mensup muhakkik bir âlimdir. Fazileti ve insafı bu şerhini okuyanlara gizli kalmaz. Eserlerinden bazıları şunlardır: Nihâyetü’l-murâd şerhu hediyyeti’bni’l-Imâd, Hulasatü’t-tahkîk fî mesâili’t-taklîd ve’l-telfîk, el-Lü’lüü’l-meknûn fi’l-ahbâri amma seyekûn, Ğâyetü’l-vicâz fî tekrari’s-salâti ale’l-cenâze ve daha başkaları. Keşfu’z-zünûn’un bazı nüshalarına göre ölüm tarihi 1144’tür. Müellif.
Abdülfettah der ki: “Doğru olan vefat tarihinin 1143 olmasıdır. Başka eserlerde bu şekildedir.”
18 I, 136.
19 Müslim, VI, 162; Ebû Dâvûd, I, 289.
20 Şehadet parmağı dışında başka birşeyle işaret etmezdi. İmam Nevevî, Şerhu Sahîhi Müslim’de, VI, 162 bu hadisin izahında şöyle demiştir:
“Sünnet olan, hutbede eli kaldırmamaktır. İmam Mâlik’in, bizim ulemamızın ve diğerlerinin görüşü budur. Kâdı Iyâz bazı selef ve mâlikî mezhebi âlimlerinden bunun mubah olduğunu nakletmiştir. Zira Resûlullah (s.a.) cuma hutbesinde istiskâ, yani yağmur duası yaptığında ellerini kaldırmıştır. Müslim, VI, 162; Ebû Dâvûd, I. 289, rivayet onundur. Kaldırılmaması görüşünü savunanlar Resûl-i Ekrem’in yağmur istediği için ellerini kaldırdığını, bunun ise geçici bir sebep olduğunu söylemişlerdir.
21 Buhârî, II ,326 ; Tirmizî, II ,305; İbn Mâce, I, 359.
22 Medine-i Münevvere’de Mescid-i Nebevî’ye yakın bir yerdir. İbn Mâce’nin rivayeti şu şekildedir: “Osman çarşıda Zevrâ denilen bir evin üstünde okunmak üzere üçüncü ezanı ilave etti.” Bunun üçüncü çağrı olarak isimlendirilmesi kendinden sonra okunacak ezan ve ikamete toplaması yönündendir. Nitekim az sonra müellifin İmam Nevevî’den nakledeceği açıklamada bu durum görülecektir.
23 Şeyhu’l-islâm Yahya b. Şeref b. Hasen b. Huseyn Ebû Zekeriyya Muhyiddin en-Nevevî ed-Dımeşkî eş-Şâfiî, 631’de doğmuş, çeşitli ilimler tahsil etmiş, müdekkik, muhakkik bir seviyeye ulaşmıştır. Hocası Ebû Şâme’nin ölümünden sonra Eşrefiyye Dâru’l-hadîs’inde müderrislik yapmıştır. Eserlerinden bazıları şunlardır: Şerhu Sahîhi Müslim bu eser müellifin üstünlüğünü, mahâretini ve insafını ortaya koymaktadır. el-Minhâc, Şerhu’l-Mühezzeb, el-Ezkâr, Riyâzu’s-sâlihîn, Şerhu Süneni Ebî Davûd, Şerhu’l-Buhârî ve daha başka eserler. 677 tarihinde vefat etmiştir. Takiyyûddîn b. Şuhbe el-Mısrî’nin Tabakâtü’ş-Şâfiîyye adlı eserinde böyledir. Müellif.
Abdülfettah der ki: “Nevevî’nin hayat hikayesinden bahseden Cüz’ü’s-Sehâvî’nin 12. sayfasındaki bilgilere göre Nevevî, Sünenü Ebî Dâvûd ile Buhârî şerhlerinde ilk babları ancak bitirebilmiştir. Bunlar az bir yekûn tutan eserlerdir. Şerhu’l-Buhârî bu haliyle 1347’de Mısır’da basılmıştır. Çoğunluk Nevevî’nin 676 senesinde vefat ettiği kanaatindedir .”
24 Ahmed b. Abdulhalim b. Abdüsselam b. Ubeydullah b. Abdullah b. Ebu’l-Kasım, İbn Teymiyye el-Harrânî ed-Dımeşkî, Takiyyüddin Ebu’l-Abbas el-Hanbelî, selefin görüşlerini bilmede geniş bilgisi vardı. Ele aldığı meselelerde dört mezheb imamının görüşlerine yer vermediği çok az olurdu. İlimde derinleşmiş, hocaları daha hayatta iken büyük âlimler arasına katılmıştır. Zehebî böyle söylemiştir. İbn Hacer’in ed-Dürerü’l-kâmine adlı eserinde I, 156-160, geniş bir şekilde anlatıldığı üzere Tacüddin es-Sübkî, İbn Seyyidi’n-nâs ve daha başkaları ondan övgüyle bahsetmişlerdir. Kendisinden nakledilen bazı bozuk düşünenlerinden dolayı, İbn Hacer ve daha başka âlimler onu tenkit etmişlerdir. O da bir beşerdir, günahları hataları vardır. İnsanın hatalarına karşı uyanık olması maharet ve faziletini de kabul etmesi gerekir. İbn Hacer’in zikrettiğine göre zamanının sultanının emriyle hapishanede iken 728 senesinde vefat etmiştir. Müellif.
Abdülfettah der ki: “Burada İbn Teymiyye’nin nesebi zikredilirken muhtemelen müstensihten kaynaklanan bir hata olmuştur. O da Ubeydullah kelimesinin ilave edilmiş olmasıdır, İbn Teymiyye’nin hayatının anlatıldığı bir çok esere bakmama rağmen onun nesebinin ancak (Abdüsselam b. Abdullah b. Ebu’l-Kasım) şeklinde zikredildiğini gördüm.”
25 III, 204.
26 Abdülfettah der ki: “Bu bilgileri müracaat ettiğim önde gelen hanefî fakihlerimizin kitaplarında bulamadım. İbn Nüceym’in Şerhu’l-Kenz, Zeylaî’nin şerhi, bu iki eserin haşiyeleri, Tahtâvî’nin Hâşiye ed-Dürri’l-muhtâr’ı, İbn Abidîn’in Hâşiyesi, el-Fetâva’l-hindiyye, Fetâvâ Kadîhân’a baktım. Değerli büyük âlim müellifin es-Siâye fî keşfi mâ fi şerhi’l-Vikâye adlı eserini mütâlâa ettim. Orada, II, 34, Ezan Bâbı’nın dipnotunda şöyle deniyordu: “Cemaatle namaz kılınan mescidde yolcu ve namaz kılan ezan ve ikameti okur.” Leknevî: “İki durum bunun dışındadır: Birincisi, bir mescidde cemaatle namaz kıldığında ezan okunmaz. İkincisi, mescidde namaz kılındıktan sonra namaz kılarsa o zaman ezan ve ikameti okuması mekruhtur. Timurtâşî ve Haskefi böyle zikretti” demiştir. Her hale göre, öğrenen ögrenmeyene karşı delildir.”
27 II, 30.
28 Hâfız İbn Hacer, Fethu’l-bârî’de, II, 110, yukarıda işaret edilen Ebû Ya’lâ’nın rivayetini zikrettikten sonra: “İbn Ebî Şeybe bir çok yollardan bunu rivayet etmiştir” demiştir.
29 Müellif tarafından es-Siâye kitabına yapılan bu atıf eserin tamamlandığı farzedilerek yapılmıştır. Eser tamamlanmış olsaydı bu konu orada yer alacaktı. Ama ne yazık ki müellif (r.h.) bu arzusuna ulaşamadan vefat etti. Bundan dolayı da es-Siâye’nin ezan babında bu hadisi zikredemedi. Zira bu konunun işleneceği yer olan imamet, farza yetişmek, geçmiş namazların kazası konularının şerhine ulaşamadı. Şairin şu sözü ne kadar doğrudur: Nice hasretler, emeller kabirlerin içine gömülüp gitti!
30 Mîmin fethası ile Makrîz’e nispettir. Ba’lebekke’de bir mahalledir. Süyûtî, Hüsnü’l-muhâdara fî ahbâri Mısra ve’l-Kâhira’da şöyle söylemiştir: Makrizî, Mısır diyarının tarihçisidir. Değişik ilimler okumuş, büyük âlimlerden istifade etmiştir.
31 Her iki baskıda ve el-Hıtat’ta (Şeybe) olarak yanlış yazılmıştır.
32 [Buhârî, Terâvîh 1; Muvatta, Ramazan 3. Abdurrahman b. Abdülkarî’den rivayet edilen hadisin tamamı şu şekildedir: “Bir ramazan gecesi Ömer b. Hattab’la birlikte mescide çıktım. Halk mescide dağınık bir vaziyette namaz kılıyordu. Kimi kendi başına kılıyor, kimi de birkaç kişiye imam olmuş namaz kıldırıyordu. Ömer onların bu haline görünce: “Bu cemaati bir imam arkasına toplasam daha iyi olacak” dedi. Bu işe karar verdi, Übey b. Ka’b’ı onlara imam tayin etti Sonra bir başka gece yine Ömerle birlikte mescide çıktım. Cemaat imamla teravih namazı kılıyorlardı. Bunu gören Ömer: “Bu ne güzel bidat!” dedi.” Tecrîd-i Sarîh’te bu son cümle: “Şu teravihin cemaatle kılınması ne güzel âdet oldu” şeklinde tercüme edilmiştir. Kamil Miras, Tecrîd, IV, 76.]
33 İnşâallah bu kitaptan sonra neşredilecektir. İmam Leknevî’nin eserlerinden yayınlamaya çalıştığımız dördüncü eser olacaktır. Allah lütuf ve keremi, salihlerin duası ile bize bunu kolaylaştırsın. [Eser, 1992’de Beyrut’ta basılmıştır].
34 II, 96.
35 Zeynü’l-âbidîn b. İbrahim b. Nüceym el-Mısrî el-Hanefî, el-Eşbâh ve’n-nezâir ve pek çok risale sahibi muhakkik, müdekkık bir âlimdi. 975 yılında vefat etti. Necm el-Ğazzî’nin el-Kevâkibu’s-sâire fî a’yâni’l-mieti’l-âşire adlı eserinde böyledir. Müellif.
36 el-Bahr sahibi şârih dediği zaman bununla kendinden önce yaşamış olan el-Kenz şârihi Zeylaî’yi kasteder.
37 Bakara, (2), 203.
38 Gelecek ibareyi orada bulamadım. Benzerini aynı eserin I, 122’de gördüm. Söz konusu ibare, herhalde müellifin elindeki nüshada mevcut olmalıdır.
39 İmam, müctehid, Fahruddîn Hasen b. Mansûr el-Uzcendî. Isbahân civarında Uzcend şehrine nispettir. 592’de vefat etti. Medînetü’l-ulûm’da böyledir. Müellif.
40 I, 218.
41 [Hacda: Hacer-i Esved’i selamlarken, Safa ile Merve’de sa’y yaparken, Müzdelife ve Arafat’ta bulunurken, cemrelerde taş atarken eller kaldırılır.]
42 I, 662.
43 I, 829.
44 Biraz sonra müellif, sahabe ve tâbiîn fakihlerinden bazılarının kunût sırasında tekbir aldıkları ve ellerini kaldırdıklarına dâir rivayetler nakledecektir.
45 Allâme, üstad, araştırıcı, şeyh Muhammed Muîn es-Sindî, 1161’de vefat etti. Bu eseri, fıkıhla hadis arasında dönüp dolaşan, Sahîhayn’ın diğer bütün hadis kitaplarına üstün olduğunu anlatan on iki konuyu işlemektedir. Eserde öyle geniş bahisler var ki, müellifin ilimdeki otoritesini göstermektedir.
64 Eser, 1284’te Lahor’da ve 1377/1957’de Karaçi’de olmak üzere iki defa basılmıştır. Bu baskı tam bir ilmî metodla arkadaşımız allâme, muhakkik, muhaddis, fakîh, münekkid, şeyh Muhammed Abdurreşid en-Nu’mânî el-Hindî tarafindan tahkik edilmiş, esere faydalı talikler ilave edilmiştir. Eserden faydalanmayı kolaylaştıran genel fihristlerin dışında 455 sayfadır. Allah, ilme ve âlimlere olan hizmetinden dolayı onu hayırla mükafatlandırsın.
ed-Dirâsât kitabını 1189’da vefat eden allâme, müdekkik, muhakkik, münekkid, şeyh Abdüllatîf el-Kureşî es-Sindî, ciddi, ince bir tenkit süzgecinden geçirerek büyük bir eser hazırlamış, ona Zebbü zübâbâti’d-Dirâsât ani’l-mezâhibi’l-erbaati’l-mütenâsibât adını vermiştir. 1381’de iki büyük cilt halinde Karaçi’de basılmıştır. Beşyüz sayfayı aşan genel fihristlerin dışında eser 1560 sayfadır. Aynı şekilde eseri değerli kardeşim allâme şeyh Muhammed Abdürreşîd en-Nu’mânî de tahkik etmiştir. Allah Teâlâ onu korusun, çalışması ve gayretinden dolayı en güzel şekilde mükâfatlandırsın.
46 s. 408.
47 Allâme, müdekkik, Abdüllatîf es-Sindî, Zebbü’z-zübâbât’ta II, 483 şöyle demiştir: “Hanefî mezhebi kitaplarında açıklanan husus, kunût tekbirinin müstehab olduğudur. Hanefîler, vacib olduğunu söyleyenleri tenkit etmişlerdir. Nasıl oluyor da bu gibi itirazcılar hanefîlere göre reddedilen vitir kunûtundan önce tekbirin vacib olduğu görüşünü bütün hanefîlere nispet edebiliyor?!” Daha sonra Sindî, hanefî kitaplarından kunût tekbirinin vacib değil müstehab olduğunu gösteren ibareler nakletmiştir.
48 Allâme, müdekkik Abdüllatîf es-Sindî, Zebbü’z-zübâbât’ta II, 484 şöyle demiştir:
“Merfû hadis bulamadığını söylemesi, bu konuda mevkûf bir hadis bulduğunu gösterir. “Kendisi için bir asıl bulunamayan” sözünü, mevkûf hadis olan sahabe sözlerine de şâmil kılmıştır. Sonra kendilerinden kunût tekbiri aldığı rivayet edilen sahabilerin isimlerini sıralamıştır. Müellifin açıklamalarında bu sahabilerin çoğunun ismi geçeceğinden ben Sindî’nin sözünü nakletmek istemiyorum.
49 Müdekkik Abdüllatîf yine Zebbü’z-zübâbât’ta II, 486 :”Vacib olduğu ictihadı hanefîlerden nakledilmemiştir. Müstehab bir sünnet olduğu şeklinde ictihad vardır. Bunu doğrulayan ifadeleri müellif el-Bahr ve Fetâvây-ı Kâdîhân’dan naklen s. 33-34’te zikretmiştir.
50 Dirâsâtu’l-lebîb, s. 414-415.
51 Sindî, Dirâsâtû’l-lebîb sahibinin sözünü reddettikten sonra Hanefîlerin İbn Mesud’a muhalefet ettikleri şeklindeki iddiaya: “Hanefîlerin vitir konusunda elleri kaldırmaları nereden bidat oluyor?” demiştir.
52 Kendi zannına göre, hanefîler iki yerde: Kunût için tekbir ve bu tekbir esnasında elleri kaldırma bidatini işlemişlerdir. Gelecek açıklamalarda müellif bu iddiayı reddedecektir.
53 s. 42.
54 Dârimî, Sünen’inde s. 27 senediyle A’meş’in: “İbrahim’in kendi görüşüyle bir şey hakkında hüküm verdiğini hiç işitmedim” dediğini rivayet etmiştir. Dolayısıyla ondan nakledilen bu sözün ve bundan sonra gelecek olan sözünün mutlaka sünnetten bir dayanağı olmalıdır.
55 Emîr Kâtib b. Emîr Ömer, Kıvâmüddîn el-Itkânî, Itkân’a nispetle elifin kesri ile, fethi ile de denilmiştir. Fârâb civarında bir kasabadır. Hanefî mezhebinde önder idi. 758 de vefat etti. Hüsnü’l-muhâdara’da bu şekildedir.
56 Cem, mimin sükûnu ile Müzdelife demektir. el-Mısbâhu’1-mûnîr’de şöyle denilmiştir: “Müzdelife’ye ya insanlar orada toplandıklarından ya da Adem (a.s.), Havva ile orada birbirlerini bulduklarından dolayı Cem’ de denir.”
57 I, 829.
58 İbrahim b. Muhammed b. İbrahim el-Halebî el-Hanefî. Fıkıhta Mülteka’l-ebhur adlı eseri ile Münye üzerine iki şerhi vardır. Biri, Kebîr diye bilinen Ğunyetü’l-mütemellî, diğeri de Sağîr olarak meşhur olan onun muhtasarıdır. Aslen Haleb’lidir. Haleb âlimlerinden okudu, sonra Mısır ve Anadolu’ya giderek oradaki ulemadan dersler aldı. Daha sonra İstanbul’a yerleşerek Fatih Sultan Mehmed Han Camii imam hatibi oldu. 956 da vefat etti. Mecmeu’l-enhur şerhu Mülteka’l-ebhur ve daha başka eserlerde bu şekildedir. (Müellif).
59 s. 326.
60 Ebû Davud, I, 148 [Salât 44; Tirmizî, Salât 3; Müsned, VI, 14-15].
Tesvîb: Nidâdan sonra tekrar yapılan ikici bir nidadır. Burada kastedilen cemaattan birinin öğle veya ikindi namazında ezanla ikamet arasında: Namaz uykudan daha hayırlıdır, ya da : Allah size merhamet etsin, haydi namaza demesidir.
62 Bedrûddîn Kâdı’l-kudât Mahmud b. Ahmed b. Musa el-Aynî, Halep köylerinden Ayıntab’a nispettir. Süyûtî, Hüsnü’l-muhâdara’da şöyle demiştir: Fıkıh öğrendi, ilim ve irfanını artırdı. Defalarca hanefî kadılığı yaptı. Eserlerinden bazıları: Şerhu Sahîhi’l-Buhârî, Şerhu Şerh-i Meâni’l-âsâr, Şerhu’l-Hidâye, Şerhu’l-Kenz, Şerhu Mecmei’l-Bahreyn ve daha başkaları. 855 senesi zilhicce ayında öldü. Müellif.
63 II, 21.
64 Ali b. Muhammed Sultan el-Herevî el-Mekkî el-Hanefî. Muhammed Fazlullah el-Muhibbî, Hulâsatû’1-eser fî a’yâni’l-karni’l-hâdî aşar’da şöyle demiştir: İlim önderlerinden, çağının en büyük otoritesi, araştırma ve sözleri sıralamada son derece üstün bir kabiliyete sahipti. Herat’ta doğdu. Mekke’ye gitti, orada üstad Ebu’l-Hasen el-Bekrî, Seyyid Zekeriyya el-Huseynî, Şuayb Ahmed b. Hacer el-Mekkî, şeyh Abdullah es-Sindî, Kutbudddîn el-Mekkî’den ilim öğrendi. Şân ve şöhreti her tarafa yayıldı. Değerli bir çok eser telif etti. Birkaç ciltten oluşan Mişkât şerhi en büyük, en değerli eseridir. Şerhu’ş-Şifâ, Şerhu’ş-Şemâil, Şerhu Şerh-i Nuhbeti’l-fiker ve daha başkaları. 1014 yılının şevval ayında Mekke’de vefat etti. Müellif.
65 I, 421.
66 Tirmizî, II, 43 [Salât 66]; Nesâî, II,135; İbn Mâce, I, 267 [İkâme 4; Müsned, IV, 85] Beyhakî, 67 Bazı sahabilerin genel manâdaki bidata, dalâlet anlamında olmayan “muhdes” tabir etmeleri, bununla birlikte güzel gördüklerine delâlet eden rivayetler demektir.
68 Bazı sahabilerin genel manadaki bidata, dalâlet anlamında olmayan “muhdes” tabir etmeleri, bununla birlikte gazel gördüklerine delâlet eden rivayetler demektir.
69 Hadîd 27.
70 Ahmed b. Muhammed b. Ebî Bekr b. Abdül-melik b. Ahmed el-Kastallânî el-Mısrî eş-Şâfiî. 851 yılında Mısır’da doğdu. Şihâb el-Abâdî, Burhan el-Aclûnî, Şemsüddm Ahmed es-Sehâvî ve daha başkalarından ilim öğrendi. Değişik branşlarda kendisini yetiştirdi. Hacca gitti, iki defa Mekke’de bulundu. Mısır’da vaizlik yaptı, va’z konusunda benzeri yoktu. Hocası Sehâvî, ed-Davu’l-lâmi’ fî a’yâni’1-karnil-âşir kitabında bu şekilde zikretmiştir. Zürkânî’nin Şerhu’l-Mevâhib’de belirttiğine göre 923’te Kahire’de vefat etmiş, Medresetü’l-Aynî’ye gömülmüştür. Zürkânî’nin zikrettiğine göre, el-Mevâhibü’l-ledünniyye dışında Kastallânî’nin eserlerinden bazıları şunlardır: İrşâdü’s-sârî şerhu Sahîhi’l-Buhârî, bu eserin muhtasarı olan el-İs’âd muhtasarul-İrşâd, Şerhu Sahîhi Müslim hac bahsine kadar, Şerhu’ş-Şâtıbiye, Şerhu’l-Bürde, Mesâliku’l-hunefâ fi’s-salâvâti ale’l-Mustafâ, Letâifu’l-işârât fi’l-kırâât ve daha başkaları. Ali eş-Şebrâmellîsî, Havâşî’l-Mevâhib’de şöyle demiştir: “Dillerde meşhur olan kâfin fethi, lâmın şeddesiyle el-Kastallânî şeklindedir. İbn Ferhûn’un Tabakâtü’l-mâlikiyye’sinde s. 67: Kastîliye’ye nispettir. Afrika bölgesinde Mağrib beldelerinden bir yerdir. Kâfin zammıyla Kustîliye de denilmiştir.” Müellif.
Abdülfettah der ki: “Burada İbn Ferhûn’un sözünün tespitinde kendi eseri olan et-Tabakât’ına değil de Tâcü’l-arûs’una VIII, 80 müracaat ettim. er-Risâletü’1-müstatrafe s. 102’ye sonra şeyhimiz el-Kevserî’nin Züyûlü Tezkiratil’-huffaz’ına s. 76-77 bak.”
71 II, 267.
72 Câmiu beyâni’l-ilm ve fadlih, II, 90-91.
73 İmâmu’l-huffâz kâdı’l-kudât Şihâbüddîn Ebu’l-Fazl Ahmed b. Ali b. Muhammed b. Muhammed b. Ali el-Kinânî el-Askalânî el-Mısrî. Fethu’l-bârî, Tehzîbu’t-tehzîb, Takrîbu’t-tehzîb, Lisânu’l-mîzân, el-İsâbe fî ahvâli’s-sahâbe, en-Nuhbe ve şerhi ve daha başka meşhur olan eserler yazmıştır. Süyûtî, Hüsnü’l-muhâdara’da şöyle demiştir: 773 yılında doğdu. Önceleri şiir öğrendi, bu alanda son noktaya vardı. Sonra hadis tahsil etti. Bir çok âlimden hadis dinledi, seyahatlerde bulundu. Hafız Zeynüddîn el-Irâkî’den hadis dersleri okudu. Değişik branşlarda kendisini yetiştirdi, ihtisas sahibi oldu. Dünyada hadis ilmi reisliği ve hadis seyahatleri onunla nihayete ulaştı. 852 senesi zilhicce ayında vefat etti. Hadis ilmi onunla sona erdi.” Rivayete göre İbn Hacer diye şöhret bulması, malı mülkü çok olmasından dolayıdır. Hacer’den maksad altın ve gümüştür. Bir diğer görüşe göre, parlak zekası ve isabetli görüşünden dolayı böyle denilmiştir. Beşinci dedesi olduğu da söylenmiştir. Nuhbe şerhlerinde böyledir. Müellif.
96 Abdülfettah der ki: “Son görüş doğru olanıdır. Öğrencisi Sehâvî ed-Davu’l-lâmi’de II, 36, biyografisini anlatırken “İbn Hacer diye tanınır, dedelerinden birinin lakabıdır” demiştir.”
97 74 IV, 94. İbn Hacer, hadisi et-Telhîsu’l-habîr’in Edebü’l-kadâ bâbında da s. 404 zikretmiş, her iki eserde diğerinde zikretmediği şekilde hadisi tahriç etmiştir.
98 75 Hasen b. Muhammed el-Umerî es-Sâgânî, aslen Sağân’lı, Lahor’da doğmuş, Bağdad’da vefat etmiştir. Hanefî muhaddislerden, dilci; dilde el-Ubâb isimli bir kitapla, Meşâriku’l-envâr ve mevzu hadislerle ilgili iki risale yazmıştır. Daha başka eserleri de vardır. Aliyyü’l-Karî’nin Tabakâtü’l-hanefiyye’sinde belirtildiğine göre 650 yılında ölmüştür. Müellif.
Abdülfettah der ki: “Eserin her iki baskısında el-Hasen b. Ali şeklinde yazılmıştır, yanlıştır. Orada yukarıda müellifin söylediği gibi es-Sağânî olarak da nispet edilmiştir.”
76 Sehâvî, ed-Davu’l-lâmi fi a’yâni’l-karni’t-tâsi’de şöyle demiştir: “Ali b. Muhammed b. Ali b. es-Seyyid Zeyn, Ebul-Hasen el-Huseynî el-Cürcânî el-Hanefî, doğunun âlimi, Seyyid Şerif diye bilinir. Kendi memleketinde ilim öğrenmeye başladı, el-Miftâh’ı şârihi Nûr Tâvûsî’den, Kutb’un Şerhu’l-miftâh’ını müellifin oğlu Muhlisuddin’den aldı. Kahire’ye geldi, İnâye sahibi Ekmelüddin’den ders okudu. Orada dört sene kaldı, sonra Anadolu’ya daha sonra da Acem’e gitti. Afif el-Cürhî onu çağının önderi, zamanının otoritesi, ilmiyle amel eden âlimlerin sultanı, büyük müfessirlerin övüncü olarak nitelendirir. Elliden fazla eseri vardır. Ben derim ki: Torununun oğlu bana bazılarını zikretti: Tefsîru’z-zehrâveyn, Şerhu’l-ferâizi’s-sirâciyye, el-Vikâye, el-Mevâkıf, el-Miftâh, et-Tezkira, el-Cuğmînî, el-Kâfiye, Beyzâvî tefsirine; el-Mişkât, et-Tîbî’nin el-Hulâsa’sına el-Hidaye’ye hâşiyeler ve daha başkaları bunlardandır. 816 yılında Şiraz’da öldü. (Müellif).
77 Kasım b. Kutlûboğa Zeynüddîn el-Hanefî, hadis ilimlerini Hâfız İbn Hacer’den, Kâriu’l-Hidâye Sirâc’dan öğrendi. İbnü’l-Hümâm’la uzun süre birlikte oldu, hadis ilminde derinleşti. Bu alanda ve fıkıh sahasında birçok eser yazdı. 879 senesinde vefat etti. Sehâvî’nin, ed-Davu’l-lâmi eserinde bu şekildedir. Yine aynı eserde şöyle demiştir: O imam ve allâmedir. Pek çok ilimde söz sahibi, son derece edebli, mezhebini bilmede otorite, bu konuda önderdir. Müellif.
78 Allâme, muhakkik İbn Emîr Hac el-Halebî, et-Takrîr ve’t-tahbîr fî şerhi kitâbi’t-Tahrîr’de III, 99, şöyle demiştir:
“Hadisin Ömer’den, oğlundan, Câbir, İbn Abbas ve Enes’ten gelen değişik rivayet yolları vardır. Yukarıda zikredilen “ Ashabım yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız doğru yolu bulursunuz” hadisine en yakın olan rivayet İbn Adî’nin el-Kâmil’de, İbn Abdilberr’in Beyâni’1-ilm kitabında İbn Ömer’den rivayet ettiği, “Ashabımın benzeri kendileriyle yol bulunan yıldızlar gibidir. Hangisinin sözünü alırsanız hidâyete ulaşırsınız” hadisi ile Dârekutnî, İbn Abdilberr’in Câbir’den rivayet, ettikleri, “Ümmetim içinde ashabımın benzeri yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız, doğru yolu bulursunuz” hadisidir.
Evet, bu rivayetlerden hiçbiri sahih değildir. Bundan dolayı İmam Ahmed: “Sahîh olmayan bir hadis” demiş, Bezzâr da: Hz. Peygamber’in sözü olması doğru değildir. Ancak Beyhakî, el-İ’tikâd adlı eserinde s. 160 şöyle demiştir:
105 “İsnadı kuvvetli olmayan mevsûl bir hadiste, ayrıca munkatı bir hadiste rivayet edilmiştir” demiştir. Ebû Musa’dan merfû olarak rivayet edilen şu sahih hadis bu hadisin bir kısmını manâ olarak desteklemektedir: “Yıldızlar gökyüzü için bir güvencedir. Yıldızlar gittiği zaman göğe vadedilen gelir. Ben ashabım için bir güvenceyim, ben gittiğim zaman ashabıma vadolunan şey gelir. Ashabım da ümmetim için bir güvencedir. Ashabım gittiği zaman da ümmetime vadedilen gelir.” Müslim rivayet etmiştir.
79 Irbâz b. Sâriye es-Sülemî (r.a.) hadisinin bir kısmıdır. Burada konuyu daha iyi aydınlatmak için imam Ahmed ve öğrencisi Ebû Dâvûd’un rivayet ettiği hadisin tamamını zikrediyoruz:
Irbâz b. Sâriye es-Sülemî (r.a.) şöyle demiştir:” Rasûlullah (s.a.s) bize bir gün sabah namazı kıldırdı. Sonra cemaate dönerek son derece etkili bir konuşma yaptı. Bu konuşmadan dolayı gözler yaşardı, kalpler ürperdi. Birisi: Yâ Rasulallah, sanki bu konuşma veda eden birinin konuşmasına benziyor, bize ne tavsiye edersiniz? dedi.
108 “Size Allah’a karşı takvalı olmanızı, başınıza Habeşli bir köle bile idareci olsa dinleyip itaat etmenizi tavsiye ederim. Benden sonra yaşayacak olanlarınız pek çok ihtilaflar görecektir. Sünnetime ve hidayete erdirilmiş râşid halifelerin sünnetine uyun, dişlerinizle ısırırcasına ona sıkıca turunun.” Sonradan ortaya çıkarılan bidatlardan sakının. Zira her muhdes, sonradan çıkarılan şey bidattir. Her bidat, dalâlettir, sapıklıktır.”
80 Huzeyfe, Rasûlullah (s.a.s.)’den rivayet etmiştir. Ahmed, V, 382; Tirmizî, XIII, 129, hasen hadis demiştir. İbn Mâce, I, 37.
81 Ahmed, Müsned, I, 379; Heysemî, Mecmeu’z-zevâid’de, I, 177 Ahmed, Bezzâr ve el-Kebîr’de Taberânî’nin rivayet ettiklerini söylemiş, “râvileri sikadır” demiştir. Şeyh Ahmed Şâkir, Müsned üzerine yazdığı talîkte V, 211 “isnadı sahihtir’’ demiştir.
İmam Ahmed’in Müsned’indeki rivayet ile, onun benzeri olan Heysemî’nin Mecmeu’z-zevâid’indeki rivayet, musannıfın burada naklettiği rivayetten daha geniştir, ibare şu şekildedir: “Allah, kulların kalplerine baktı, Muhammed (s.a.s.)’in kalbini insanların kalplerinin en hayırlısı olarak buldu. O’nu kendisi için seçti, peygamber olarak gönderdi. Muhammed’in kalbinden sonra insanların kalplerine baktı, onun ashabının kalplerini insanların en hayırlı kalpleri olarak buldu. Onlan dini için savaşan, peygamberinin vezirleri yaptı. Müslümanların güzel gördüğü bir şey Allah katında da güzeldir. Müslümanların kötü gördüğü bir şey Allah katında da kötüdür.”
82 Hamevî, el-Eşbâh hâşiyesinde şöyle demiştir: Sehâvî, el-Mekâsıdu’l-hasene’de : “Müslümanların güzel gördüğü şey...” hadisinde şunları söylemiştir: Ahmed, Kitâbu’s-sünne’de Vâil’den o da İbn Mesud’dan rivayet etmiştir. Hadis, mevkûf hasendir. Bunu Müsned’e nispet eden yanılmıştır. el-Eşbâh sahibi, Alâî’nin şöyle dediğini zikretmiştir: Ahmed, Müsned’inde rivayet etmiştir. Tuhfetü’l-ahyâr adlı eserimde de bu şekilde nakletmiştim. Sonra, Allah bana İmam Ahmed’in Müsned’inin bir nüshasını nasib etti. Orada bu hadisin rivayet edilmiş olduğunun gördüm. Böylece bu hadisin Müsned’de olmadığını söyleyen Sehâvî’nin sözünün yanlış olduğunu tespit etmiş oldum. (Müellif).
83 [s. 43-67, Beyrut 1992].
84 I, 128. Hâdimî şerhi ile birlikte.
85 Onlar şöyle dediler: Hadisin genelinden kastedilen bidat-ı hasenedir. O, hidayettir, bidat değildir.