Makale

Piyasanın Güçlerine DİRENEBİLMEK

Kültürsanatedebiyat

Piyasanın Güçlerine DİRENEBİLMEK

Muhammet Emin GÜRDAMUR

HAYATIMIZ ve onu biçimlendiren her şey ışık hızıyla değişiyor. Bu değişimi hayra yoracak sebeplerden mahrumuz. Görünmez bir el mütemadiyen ihtiyaçlarımızı çoğaltıp bizi azaltıyor. Evlerimiz, işlerimiz, taşıtlarımız, iletişim biçimlerimiz, onların çevresinde şekillenen alışkanlıklarımız şiddetli bir hortuma maruz kalmışçasına eski yerlerinden sökülüyor, havalanıyor ve bir sonraki hortuma karşı daha savunmasız bir düzensizlik içinde etrafa saçılıyor.
Hangi tarih kitabı, yaşamın böylesine anbean yıkıma uğradığı, anbean savruluş içinde olduğu bir devirden bahsetti? Hangi fanus felaketlerin en büyüğünün gözle görünmeyen ordular marifetiyle ele avuca gelmeyen silahlarla insanoğluna tattırılacağından haber verdi? Hangi bilgelik taşıdığı bütün anlamlarla birlikle insan soyunun piyasa adlı bir ayna karşısında paramparça olacağını, ayaklar altına alınıp ve süpürüleceğini öngörebildi?
Piyasa! Sözlükler onun insanların mal satmak için bir araya geldiği, arz ve talebin karşılaştığı alan olduğunu söylüyor. Çarşı-pazarın masumiyetine fersah fersah uzak bu muhteris kavram, geleneksel ticaretin istinat duvarlarını yıkıp yaşamın bütün alanlarına nüfuz ettiğinde insan çoktan onun büyüsüne kapılmış, ağına düşmüş, çarmıhına çivilenmiş olacaktı.
Charles Chaplin’in Modern Zamanlar’ı, fabrikanın üretim bandına bir türlü adapte olamayan, işi eline yüzüne bulaştıran bir kişi üzerinden modern zamana eleştiriydi. Ama asıl ironi, üretim çılgınlığının, işçilerin yemek paydoslarında kaybedecekleri zamanı telafi etmek üzere icat edilen yemek yedirme aparatına oturtulan Chaplin’in bir şey yiyemediğinde de makine tarafından ağzının silinmeye devam ediliyor oluşuydu. Ortada insana dair bir şeyin olmadığını imleyen sahne, hikâyenin bizatihi tamamıydı. Makineleştirilen ve çarklar arasına sıkıştırılan insan metaforları, esasen standardizasyona maruz kalan modern bireyin beyaz perdede kendisiyle yüzleşmesiydi.
İnsanı üretim bandının başında veya makine dişlilerinin arasında harcayan yüzyılı kâbusun dibi zannedenler, insanlık adına umudunu yitirmemek isteyenlerdi ancak fena halde yanılmışlardı. İstikbal, Chaplin’in hayal bile edemeyeceği süreçlere gebeydi. Bir fabrika düzeneğinden çok daha ince, çok daha sofistike yol ve yöntemlerle, insan bizatihi kendisini, daha doğrusu kitleler topyekun kendilerini canlı, nefes alıp veren, eğlenen, alışveriş yapan bir üretim bandı olarak bulacaklardı. Zevkleri, ilgileri, sosyal hesapları ve tarzlarıyla insanı sanal bir değirmenin hem taşı hem darısı yapmak ancak şeytanın aklına gelecek cinsten bir işti. Hem döllenen hem dölleyen insan, başına gelen şeyden habersizdir. Aklın sarsılmaz rehberliğinde modern zamanların aynılaştıran, sıradan kılan zevksizlikleri ve falsoları, aklın alaşağı edildiği bir sonraki dalgada onarılmış, pansuman edilmiş ve yepyeni bir atmosfer eşliğinde insana yedirilmişti; postmodernizm. Modern zamanların klişelerine, pozitivizmin didaktik şablonuna dudak bükerek aklın hegemonyasını yırtıp atmaya, özgürleşmeye, özgünleşmeye, biricikleşmeye yeltenen insan tam da bu saiklerle çalışan yepyeni bir cenderenin ağına düşecekti. Düştü de. İnsana dair sonuçlarından hareketle denilebilir ki, ne burnundan kıl aldırmayan aklın katı egemenliği ve ne de onu tahtından eden postmodern dalga birbirinden farklı şeylerdi. Birincisi insanı doğrudan ve kabaca, ikincisi dolaylı ve ince bir taktikle şeyleştirdi. Sanatta ve hayatta meydana getirdiği çok boyutlu izdüşümleri bir kenara bırakıp postmodern durumun mottosuna göz atmak bile ortaya çıkan ahlaki açığı anlatmaya muktedirdir; anything goes! Yani, her şey uyar! Taşıdığı imkân bakımından modernizmle arasında neden fark olsun ki? Kapitalizmin büyük tekeri dönmeye devam ediyor.

Batı’dan başlayıp doğuya doğru yuvarlanan büyük ve korkunç çarkın arasına sıkışan ve çığlığı basan Kafka’nın Dönüşüm’ü, ailesinin geçimini sağlamak için gezici bir pazarlamacı olarak çalışan Gregor Samsa’nın bir sabah yatağında kendini bir böceğe dönüşmüş bulmasıyla başlar. Böceğe dönüşen insan bir çığlıktı. Ama bu çığlığın trajik yanı, hikayeyi tercümesinden okuyanlar için biraz daha derindeydi. Eserin orijinalinde kullanılan “ungeziefer” kelimesi Türkçeye “böcek” olarak çevrilmişse de Orta Almanya’da “ungeziefer”in kelime anlamı, kurban edilmeye uygun olmayan kirli hayvan demekti. Haşere gibi. Tiksinç, işe yaramaz, soğuk. Her tercüme gibi anlamın bir kısmı masaya dökülmüş, ama yine de çalıştığı firmaya köle olan Gregor’un özgürleşmesinin ancak kurban edilmeye bile layık olmayan bir böceğe dönüşmesiyle mümkün olduğuna dair açık gönderme zayi olmamıştı. Gregor Samsa’yı odasında bir köşede ölüp gitmek beklemektedir.
İnsan için elverişli bütün sığınaklar, başta hanesi olmak üzere piyasaya teslim oldu. Artık evlerden konuşurken mübarek bir sığınaktan, bir limandan, bir ocaktan bahsetmiyoruz; farkında olmadan alınıp satılan bir gayrimenkulden, ticari değere malik bir konuttan söz ediyoruz. Yeryüzünün sırtında dolaştığımız bineklerimizin, Allah’ın bize lütfu olan yavrularımızın, gittikçe daha literal bir gramere teslim olan ibadetlerimizin, hayır hasenatımızın çehresinde borsa göstergelerinin soğuk, kırmızı ve akışkan yazılarına benzer gölgeler oynaşıyor. En kötüsü de, insandan söz ederken aslında onun gelirinden, yaşam standardından, statüsünden bahsediyoruz. Hâlbuki kanayıp duran bunca yaranın müsebbibi olduğu kadar merhemiydi de insan.
Maruz kaldığımız fırtına, üzerinde deney yapılırken kontrolden çıkmış bir ucube gibi geçmişte insan elinden insani kaygılarla çıkmış bütün incelikleri yerle bir ettikten sonra, başını kaldırıp hayvani bir saldırganlıkla gelecekte tekrar kurulması muhtemel inceliklere hücum ediyor. Bu saldırı anında hayata dair herhangi bir incelik yer bulamıyor, tutunamıyor, nefes alıp veremiyor. Sadece şehir, hane ve insan değil bu fırtınaya maruz kalan; ensesinde boza pişirilen, tehdit altında olan bütün bir insanlık! Arkalarında kıyameti bırakarak yollara düşen mülteciler için bir giyim firmasının tasarlayıp piyasaya sürdüğü “çocuklar için mülteci kostümleri”, gelen tepkiler üzerine dünyaca ünlü alışveriş platformu tarafından her ne kadar sumen altı edildiyse de, piyasanın kullanmaktan hicap duyacağı hiçbir değerin kalmadığını göstermesi bakımından trajik bir misal olarak hafızalarımıza kazındı.
Eski zaman dervişlerinden biri eğer dünyadan geçiyor olsaydı, lafı uzatmaz, yeryüzünün bütün gün batımlarının insana baktığını söylemekle yetinirdi. Tanpınar, “Her şeyin bir çaresi vardır. Fakat insan bozuldu mu, bunun çaresi yoktur.” demişti. Bugün de dünkü gibi kurban edilmekte olan insan. Ara sıra dekor değiştiren bu ilkel ayin, yeryüzünü yabanıl otlar gibi istila eden bir kötülükten değil, o kötülüğü tolere etmemizden, normalleştirmemizden besleniyor. Cümle insafsızlık bizim vurdumduymazlığımızdan nemalanıyor. Kaybettikçe daha da kaybetmemizin nedeni bu.
Acıları, zulümleri, ölümleri nesneleştiren, insanı amelleriyle birlikte rakamların boyunduruğuna iten süreçlere razı olmakla, o süreçlere alışmak arasında ne fark var? Asıl felaket, felakete alışmaktır. Vaktiyle Chaplin’in de bir savunma silahı olarak kullandığı yüz ifadesini hatırlayalım. Olup biten gayriinsani bütün süreçlere karşı içtenlikle kuşanacağımız şaşkınlık, bizim tam da öldürülmek istenen yerimize kalkan olacak. İnsanı şeyleştiren bütün felaketleri şaşkınlıkla karşılamak bizi diri tutacak. Alışmak teslim olmaktır. İnsanı doğumundan ölümüne kadar yarış atı gibi koşturan, durup dinlenmesine, nereden geldiğini, nereye gittiğini düşünmesine fırsat vermeyen bu çılgınlığa aklımız yattığı an, işte o an nesiller boyu kaybetmiş olacağız. Piyasalaşan dünyaya hayretle mukabele edebildiğimiz sürece nihai zaferi onlara tattırmayacağız. Biz hayret ettikçe onlar toparlayamayacak!
Doğan her bebeğe bir mucizeye bakar gibi baktıkça, uçan kuşu, akan suyu, güneşi, toprağı, ölüyü, diriyi ayet okur gibi okudukça, insan eliyle muhasara edilmiş sınırları aşıp öteye geçtikçe, fıtratın hormonsuz topraklarında yalınayak yürüdükçe, yürüyebildikçe; kelimelerin, kuramların, üretim bandının, görünür ve görünmez prangaların ve cümle ilkel ayinlerin üstesinden gelmiş olacağız. Gregor Samsa öldü, ölenler geri gelmez artık. Ama bize emanet edilmiş hayatlarımızı piyasanın şerrinden muhafaza edebiliriz. Milyarlarca insanı böceğe çevirenlere bir bedel ödetebiliriz. Nasıl mı? Evimizi, soframızı, huzurumuzu fotoğraflayıp ucunu bucağını bilmediğimiz bir networka yüklemekten, ardında katıksız bir şirket işleyişi saklı olan sanal platformlara cümbür cemaat abanmaktan azıcık geri durarak… Kolay mı, değil elbette. Ne demiştik, piyasa denen muhteris, geleneksel ticaretin istinat duvarlarını yıkıp yaşamın bütün alanlarına nüfuz ettiğinde, insan çoktan onun büyüsüne kapılmış, ağına düşmüş, çarmıhına çivilenmiş olacaktı. Ağ o ağ, çivi o çivi.