Makale

Sen Habil’in Yolunu Tut

GÜNDEM

Sen Habil’in Yolunu Tut

Prof. Dr. İbrahim Hilmi KARSLI
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi

Müslümanlar bir araya geldiklerinde, birlik ve beraberliğin gerekli olduğunu vurgulamaktan geri durmazlar. İslam dünyasının mevcut halinden acı duyduklarını söylemeyi ihmal etmezler. Ancak öte taraftan Müslüman toplumlarda tefrika, kaos ve kargaşa bütün hızıyla devam etmektedir. Tevhidin temsilcileri, vahdetle bağdaşamayan tutumlarından hiç de vazgeçmemektedirler.
Söylenenler ile davranışlar arasındaki bu çelişkiyi nasıl izah edeceğiz? Şüphe yoktur ki, bunun en önemli nedeni, inançlarla ameller arasındaki boşluktur. Diğer bir ifadeyle insanlar, inandıklarını dürüstçe yerine getirmemektedirler. Bu anlamda ciddi bir samimiyet yoksulluğu yaşanmaktadır.
Neden bu duruma geldik? Çünkü İslami değerleri hayatında yaşamayı birincil mesele haline getiren örnek Müslümanların sayısı günden güne azalmaktadır. Gittikçe dinle olan ilişki, özünü ve ruhunu kaybetmekte, şekil ve isimden ibaret bir hâle dönüşmektedir. Dolayısıyla sıradan bir sarsıntıda kardeşlik ahlakı unutulmakta, herkes dengesini kaybedip sağa sola savrulmaktadır.
İslam dünyasındaki mevcut tefrikanın ve kargaşanın siyasi, sosyal ve kültürel birçok nedeninden bahsedilebilir. Ancak Müslümanların dinî hayatlarında nefis terbiye ve tezkiyesini ciddiye almamalarının, bunun en temel nedenlerinden biri olduğunda kuşku yoktur.
Aslında İslam dünyasında yaşanan çalkantılar, deruni hayatlardaki teslimiyet yoksunluğunun dışarıya yansımasıdır. Müslümanlar, asıl kurşunları nefislerinin tuzağına düşerek yemekte, asıl bombalara şeytanın ayartmalarına kapılarak hedef olmaktadırlar. Şu halde nefiste ve deruni hayatta köklü bir değişime ihtiyaç vardır. Aksi takdirde bu kargaşa ve kaos devam edecektir. (bk. Ra’d, 13/11.)
Nefislerindeki savaşta başarılı olamayanların dışarıda sulh ve selâmete ermeleri mümkün değildir. Çünkü parçalanmaya ve dağılmaya götüren esas kaynak insandaki ‘fücur’ eğilimidir. (bk. Şems, 91/8.) Başka bir ifadeyle kendini beğenmişlik, bencillik, haset, art niyet, düşmanlık, taklit, samimiyetsizlik ve bütün bunların doğurduğu taassup, Müslümanların kardeşliğini bitiren hastalıklardır.
Demek ki Müslümanlar, kendi iç dünyalarında şer ve fesattan kaynaklanan günahları terbiye etmedikleri müddetçe, birlik ve beraberlik gerçekleşmeyecektir. Bu en temel şartlardan biridir. Nitekim müminleri kardeşliğe çağıran ayetin devamında bu hususlara dikkat çekilmekte ve insanlar arası ilişkileri tarumar eden bir dizi hastalığın tedavi edilmesi emredilmektedir. (bk. Hucurat, 49/11-12.)
Bu bağlamda yine belirtilmelidir ki, Müslümanlar arasında affetme erdemi, bireysel ve toplumsal bir ahlak haline gelmediği müddetçe, birbirine eziyet sona ermeyecektir. Bu talihsiz gidişattan, şiddet sarmalından kurtuluş mümkün olmayacaktır. Çünkü şiddet şiddeti doğuracak ve bu durum zincirleme devam edecektir.
Yeryüzünde fesat çıkarmak, kan akıtmak insanoğlunun bir kaderi değildir. Bu, ancak Kabil ve onun yolundan gidenlerin bir özelliği olabilir. Müslümanların tutması gereken yol ise, Habil’in Kabil’e karşı izlediği yoldur. Bu durum, ayette bizzat Habil’in ifadeleriyle şöyle dile getirilmektedir: “Yemin ederim ki, sen beni öldürmek için elini kaldırırsan da ben seni öldürmek için elimi kaldırmayacağım. Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah’a karşı gelmekten korkarım.” (Maide, 5/28.)
Ayetten saldırı karşısında kişinin kendini savunmasının doğru olmadığı şeklinde bir sonuç çıkmaz. Burada sadece saldırgana karşı aynıyla mukabele etmemek, yani saldırmazlık ahlakını tercih etmek vardır. Ancak bu ideal ahlak, günümüzde sanki geçerliliğini yitirmiş ve unutulmuş bulunmaktadır.
Ayette belirtildiği gibi, bahsedilen ahlak Allah Teala’nın koyduğu sınırları çiğnemekten korkanların hayat ilkesidir. Yani takva sahiplerinin, Müslümanların yoludur. Herhalde Bakara suresinde meleklerin fark edemediği husus da bu idi. (bk. Bakara, 2/30.) Yani yeryüzünde bu ideal yolu, fazilet yolunu tercih edecek fert ve topluluklar her zaman olacaktır.
Hakikatin kendi tekelinde bulunduğunu iddia etmek, Yahudiliğin ve Hıristiyanlığın içerisine düştüğü bir sapmaydı. Kur’an bu bağlamda onlar arasında geçen polemiklere dikkatlerimizi çeker. (bk. Bakara, 2/111, 113.) Ne yazık ki bugün de Müslümanlar bu hataya düşmüşlerdir. Bazı cemaat ve meşrepler hakikati kendi inhisarlarında görmektedirler. Kendilerini dinin gerçek mensupları, üstatlarını da peygamberin asıl temsilcileri olarak kabul etmektedirler.
Bu tür bir anlayış, doğal olarak taassuba ve dar görüşlülüğe götürmektedir. Çünkü bu yorum ve anlayışlar, özel, manevi görevli olduğuna inanılan cemaat liderinden gelmektedir. Dolayısıyla cemaat çevresinde kabul edilen dini anlayış ve yorumlardan başka doğrular olabileceği düşünülmemektedir.
Ne yazık ki bu kemikleşmiş yapı, cemaat mensuplarının düşünce üretme, yanlışları görme, hurafelerden arınma, farklı düşüncelerden istifade etme, hak ve hakikate varma becerilerini felce uğratmaktadır.
Hakikatin kendi tekellerinde bulunduğunu düşünen gruplar, diğer Müslümanları dışlamakta hatta kendi doğrularını onlara dayatma yoluna gitmektedirler. Böyle bir tutumu İslam’ın davet metoduyla bağdaştırmak mümkün değildir. Çünkü Yüce Yaratıcı, peygambere tebliğle yetinmesini, kimseye dini illa da kabul ettirme çabası içerisine girmemesini emretmektedir. (bk. Gâşiye, 88/22.) Yine hak ile batılın açıkça belli olduğu, dolayısıyla dinde zorlama ve dayatmanın olmadığı hususu, Kur’an’ın bu konudaki temel ilkelerinden biridir. (bk. Bakara, 2/255.)
Bahsedilen anlayışların ortaya çıkmasında iki etkenin belirleyici olduğu anlaşılmaktadır: Birincisi, dinî liderlere hak etmedikleri vasıfların izafe edilmesi ve bir nevi kutsallaştırılmalarıdır. Bu, tarih boyunca insanoğlunun düştüğü önemli hatalardan biridir. İnsanlar, birçok defalar üstatlarını beşer üstü görme eğiliminde olmuş, tereddütsüz onlara teslim olmuşlardır. Nitekim Kur’an, doğru olup olmadığına bakmaksızın üstatların söylediklerini kabul etmenin, onları tanrılaştırmaya götürdüğü uyarısını bizlere yapar. (bk. Tevbe, 9/31.)
İkinci konu da, ‘din’ dediğimiz olgunun anlaşılmasında yeterli bilgiye sahip olmamaktan kaynaklanmaktadır. Burada bir kafa karışıklığı söz konusudur. Şöyle ki din, temel kaynaklar dediğimiz Kur’an, sünnet bir de yorum boyutlarından oluşmaktadır. Diğer bir ifadeyle dini anlayış, değişmeyen sabitelerden yine şartlara bağlı olarak değişime açık yorum ve içtihatlardan oluşmaktadır.
İşte dinî liderlerin bu ikinci şıkla ilgili ileri sürdükleri yorum ve kanaatler tartışmaya açıktır. Burada isabet edebilecekleri gibi yanlış bir kanaat sahibi de olabilirler. Bahsedilen bu durumun göz ardı edilmemesi gerekir.
Milletler arasında savaş insanlık tarihinde hiç eksik olmamıştır. Bugün de devam etmektedir. Fakat toplumlararası mücadelede eskiye göre yeni bir süreç yaşanmaktadır. Şöyle ki eski çağlarda galip ve mağlup ülkeler savaş meydanında belli oluyordu. Ancak zamanımızda durum böyle değildir. Bugünkü savaş daha çok bilim, kültür, sanat, medya ve ekonomi alanlarında olmaktadır. Nitekim günümüzde küresel güçler egemenliklerini savaşla değil, daha ziyade bu yolla sağlamaktadırlar.
Günümüzde Müslüman toplulukların, kendi medeniyet ve kültür perspektiflerinden yeni bir inkişafa ihtiyaçları vardır. Aksi takdirde İslam dünyasındaki bu kargaşa ve kaotik durumun sona ermesi zor görünmektedir.
Günümüzde medya bazen iletişime değil, bir bakıma iletişimsizliğe sebep olmaktadır. Çünkü insanlar doğrudan doğruya birbirleri ile muhatap olmamakta, aksine dolaylı olarak birbirini tanımaktadırlar. Dolayısıyla birbiri hakkındaki kanaatleri, bizzat kendi tecrübeleri ile değil üçüncü şahıslar yoluyla oluşmaktadır.
Üçüncü şahıslar medya aktörleridir. Onlar bizi nasıl tanıtmak istiyorsa, biz de birbirimizi öyle tanıyoruz. Tabii bu arada çoğunlukla asılsız birtakım tespitler, önyargılar oluşmakta; insanlar, gruplar, cemaatler birbirine yaklaşacakları yerde birbirinden uzaklaşmaktadırlar.
Kısaca medya, fertleri, cemaatleri birbirine yaklaştırmak, onlar arasındaki bağları güçlendirmek şöyle dursun, aksine birbirinden uzaklaşmalarına zemin hazırlamaktadır. Şu hâlde yapılması gereken, grup veya cemaatlerin kendilerine ulaşan bilgileri teyit etmeden inanmamaları (bk. Hucurat, 49/6.), yine iletişimlerini medya yoluyla değil doğrudan yapmalarıdır.
Yine dinî cemaatler arasında doğrudan iletişim zayıfladıkça, birbiri hakkında olumsuz düşünceler çoğalmakta ve önyargılar yaygınlaşmaktadır. Sonuçta her iki taraf, birbirine hak etmedikleri bir bakış açısı geliştirmekte ve olumsuz bir tutum sergilemektedir.
Bahsedilen durum, zamanla dinî grup veya cemaatlerin birbirinden uzaklaşmaları ve kendi dünyalarına çekilmelerine zemin hazırlamaktadır. Dış dünyadan çekilen ve toplumdan kendini soyutlayan cemaat, neticede dışarıya karşı bir tehdit algısı geliştirmekte ve muhalif hisler beslemeye başlamaktır.
Şu hâlde cemaat yapılanmaları, toplumla iletişim kanalları açık, diğer gruplarla etkileşim içerisinde, şeffaf bir faaliyet tarzını benimsemelidirler. Aksi takdirde, taassup, dışlama ve ötekileştirmenin önü alınamayacaktır. Hatta ekonomik ve siyası istikrarın bozulması hâlinde şiddete varan olayların meydana gelmesinden korkulur.
Cemaatlerin toplumsal bir gerçek olduğu ve mensuplarında güven duygusu, sosyalleşme, dayanışma, dinî duyarlılığın güçlenmesi gibi olumlu birtakım değerler kazandırdıkları izahtan varestedir. Ancak bu olumlu yanlarına rağmen, bireysel farklılıkları törpüledikleri, farklı düşüncelere fırsat vermedikleri, kişinin elinden itiraz hakkını aldıkları da bir gerçektir. Kitle psikolojisinin oluşturduğu etkiyle zamanla cemaat mensubu adeta bir akıntıya kapılır, akli selimle düşünme, kendi tercihlerini ortaya koyma özelliğini iyice kaybeder.
Bu durum, cemaatin kendini özeleştiriye tabi tutarak olgunlaşmasını engellediği gibi, ne yazık ki sorgusuz sualsiz aynı yanlışlar etrafında kümelenmesini de doğurur. Cemaat mensubu burada kendi irade ve tercihleriyle var olma yerine cemaate yaslanmanın, onun kalıp yargılarını, ‘kabul et veya etme’ dediklerini benimsemenin rahatlığını yaşar. Bunun çözümü, kişisel gelişim ve farklılıkları göz ardı etmeden ve insanın itiraz etme hakkını elinden almadan cemaat halinde yaşamanın usul ve yöntemini öğrenmektir.
Yine bilinmelidir ki, kişinin cemaate yaslanarak birtakım yanlışları ve sapmaları kabullenir tutumlar sergilemesi, kişisel sorumluluğunu ortadan kaldırmaz. Bu anlamda hiç kimsenin günahlarını içerisinde bulunduğu topluluğa fatura etmesi mümkün değildir. Çünkü yarın her bir insan, ilahî huzura tek başına çıkacak ve bilinçli veya bilinçsizce yaptığı her davranıştan bizzat sorumlu tutulacaktır. (bk. Kehf, 18/47-48.)