YUNUS EMRE’NÎN İNSAN ANLAYIŞI
İhsan SOYSALDI*
Özet:
Varlıkların en mükemmeli olan insan, sûfîlerin de hakkında çok söz söylediği bir konudur. Sûfîler insanı küçük âlem ve âlemin prototipi olarak kabul ederler. Yunus Emre de hem kendi dönemine hem de sonraki asırlara ışık tutacak özlü ve hakikatli bilgiler vererek insanı tanıtmış, yaratılışından itibaren ölüme kadar insanı ilgilendiren önemli hususları kendi yorumuyla izâh etmiştir.
İnsanın özellikleri hakkında yapılan anlatımların insanın kendisini tanıması bakımından dikkat çekici olduğu kanaatindeyiz.
Anahtar kelimeler: Sufiler, insan anlayışı, sabır, aşk, ölüm.
Abstract:
The Human Understanding of Yunus Emre
Human being who is the most significant of the creaters is the subject which the sufis mentioned about. The sufis regard human being as the tiny type and prototype. Yunus Emre, too, presented human being purely and genuinely in period he lived to illuminate the centuries.
He explained the human being with his own interpretation from birth to death. I am in the belief that the explanations done about human being are important for people to known themselves better. _
Key words: The sufis, the human understanding, patience, passion, death.
Giriş
însan İlâhî kaynaklı bir ruha sahiptir. Bu ruh onun bedeniyle bir tür tezat içerisindedir. insanın gayesi, tıpkı Îlâhî ruh gibi temiz ve saf bir hâle gelmektir. Bedenden kurtulmanın yolu onun arzularından sıyrılmaktır. însan, var olduğundan beri varlığın özü ile ilişki kurmaya çalışmaktadır. Bu amaç uğruna değişik faaliyetler içerisine girmiştir, insanın Allah’ı müşahedesi, varlık ve oluşa katılmasıyla mümkün olacaktır. Allah, âlem ve insan arasındaki ilişkiler tasavvuf ilminde önemli bir konuma sahiptir. Tasavvuf ekolleri ruh ve nefsi temel hareket noktasına alarak eğitimlerini geliştirmişlerdir, insan kendi kendinin farkına varma derecesine göre yaptığı işlerin, davranışların gerçek gayesini idrak etme yolunda önemli mesafeler katetmiş olur.1 Kişinin neden yaratıldığını ve dünyaya gelme sebebini bilmesi Rabb’ini daha iyi tanımasına yardımcı olacaktır. Nefsini tanımayan ve kendinden habersiz olan, başkası hakkında hele hele Allah hakkında nasıl bir bilgi sahibi olacaktır?
Sûfîlere göre insan küçük bir âlemdir. Bir tür âlemin prototipi, özü ve nüvesi olarak kabul edilir. Akıl ise burada bize gizli özelliklerimizi, keşfedemediğimiz güzellikleri ve güçlerimizi bulmada yardımcı olan ama tek başına varoluşumuzla alakalı meselemizi halledemeyen bir melekedir. Mutasavvıflar, gerçek benliğe ulaşarak, bir tür örnek insan olma çabası içerisindedirler. Bu yolda karşılaşılan bütün güçlük, örtü ve engelleri aşmak insanı kâinatın aynası hâline getirecektir. Kozmolojik ve psikolojik cepheden bakıldığında mutasavvıflar yeniden doğuşu, kişinin saflığını tekrar kazanması, sıradan olmaktan sıyrılış mücadelesi olarak vermektedirler, insan en üstün varlık olarak yaratılmış olmasına rağmen yaptığı kötü işler sebebiyle de ondan daha korkunç ikinci bir varlık yoktur. Hâbil ile Kabil döneminden bu yana insanların birbiriyle didişmeleri ve kavgaları ne bitmiştir ne de bitecek gibidir.
Bir çok doğrunun olduğu bir dünyada mutlak gerçeğin, hakikatin insanın kendi içinde gizli oluşu ve bunu bazı özel işlemlerle ortaya çıkarma düşüncesi sû- fîler için bir gayedir, insanların bu dünyaya gelmelerinin bir gayesi vardır. Burada bulunmanın amacı sen-ben kavgası değildir. Aksine insanlar birbirlerine sevgiyle yaklaşmalı ve bu sevgiyle Allah’a ulaşmaya gayret etmelidirler, insanın vazifesi Allah’ın güzelliğini, kudretini en saf ve en yüce şekli ile bilmektir, idrak etmektir. insanın Allah ile böyle bir sevgi münasebetine girmesi, kendi varlık yapısının ve ilâhî aşkının yardımıyla olacaktır. En büyük engel olan benliği ve dünya müşküllerini yenmede en büyük yardımcı yine ilâhî aşktır, insanlığın maddî olarak ilerlemesi manevî olgunluğu ile ilgilidir. Çünkü medeniyet kişiyi ve topluluğu ahlâkî açıdan olgunluğa taşıdığı ölçüde insanın faaliyetlerinin bütün alanlarda gelişmesine götürecektir.
Çağımızda genel olarak tek yönlü bir gelişme görülmektedir, her şeyin maddeyle ölçülmesi, gönül, ruh, iç yapı gibi hususların ihmal edilmesi en büyük problemdir. insanların huzursuzluklarının ve tedirginliklerinin ana sebebi maddî çıkarların çatışması, her işte menfaatin öne çıkmasıdır. Bütün yönleriyle, gelişen fizikle beraber metafiziğin de birlikte inkişafı sağlanmazsa, insanlığın çöküşü kaçınılmazdır. Günümüzde sevgi yitirilmiş, kardeşlik bitmiş, inanç değer yargılan kaybolmuştur. Gönülleri fetheden ince telkin, hakikate adanmışlık yok olmuş, yerini yetersiz tebliğ, uzaklaştırıcı kanunlar almıştır. Bugünün kriterleri keyfiyet değil, kemiyet ve istatistik olmuştur.
insanın yaratılış itibarıyla en güzel bir şekilde olmasına rağmen daha sonra esas yaratılma gayesinden uzaklaşması neticesinde en aşağı derecelere inişi, hatta hayvandan da daha aşağı bir seviyede bulunması, Kur’ân tabiriyle ibret verici bir tablodur.2
Sûfîler insanın bu ikilem içerisinde bir hayat sürdüğünü savunurlar. Bir taraftan ebedî olanı arama diğer yandan ise, içerisinde bulunduğu ortam ve engeller sebebiyle esas maksadından uzaklaşma ve bozulma söz konusudur. Bu durumu mutasavvıflar fenâ ve bekâ kavramlarıyla sembolize etmişlerdir. Fenâ benliği yok etme, kötü sıfatlardan arınma, bekâ ise, Hakk’ta baki olma hâli, güzel sıfatlan kazanmadır, insanda yapılan kalp tasfiyesiyle kalpten hırs, kıskançlık, öfke, kibir, gurur gibi kötü duygulan bilinçten ise, yalan ve idolleri temizlemek suretiyle bilinç ve kalp, içsel gerçekliğini yansıtan bir ayna niteliğini yeniden kazanacaktır.
Tasavvuf felsefesinin zirve isimlerinden Muhyiddîn ibn Arabî, insana halife adının verilmesini açıklarken şunlan zikretmektedir. “Bu isimle anılmasının sebebi yaratılışındaki bütün değerleri içermesinden ve hakikatlerin bütününü kuşatıcı olmasından dolayıdır, insan Allah katında bakan bir gözdeki bebek gibidir ve görmek sıfatı ile tabir olunmuş mahluk odur. işte bundan dolayı ona insan denildi. Çünkü Allah mahluklarına insan ile nazar kıldı ve onlara rahmet eyledi. Şu hâlde O ezelî olan insan, (şekliyle) hâdis, zuhur ve neş’eti bakımından ebedî ve daimîdir. O iki ciheti birleştiren ayıncı bir varlıktır, (yani ezelî ve ebedî yönlerini onun vücûdu birleştirmiştir). Âlem onun vücûduyla tamam oldu. Bu itibarla O âleme nazaran yüzüğün kaşı gibidir. O, Padişahın hâzineleri üzerine vurduğu mührün nakşına mahal oldu bundan dolayı da ona halife adı verildi. Mühür hâzineyi koruduğu gibi Allah mahlûklarını da o halife korur. Insan-ı kâmil olduğu müddetçe âlem daima korunmuş olacaktır. Âlem-i Sagir olarak insan, âlemde bulunan bütün sıfatlan nefsinde toplar. Bu yönüyle Hakk en mükemmel biçimde insanda tecellî eder. Bu tecellî ise, insanlar içinde insan-ı kâmilde vuku bulur.” Ibn
Arabî, insan denildiğinde insaniyet açısından en yüksek zirvede olan insân-ı kâmili kast ettiğini belirtmektedir. Bunun da Allah Teâlâ’nın kendini aslî sûreti içerisinde izhâr ettiği varlık demektedir. Bu veçheden insan, Hakk’ın hakikatine uyan tecelHsidir(görünümüdür).3
Ben-sen ilişkisi içerisinde zorluklar, hep benim faydam, menfaatim ön planda olması isteğidir. Kişi kendi kendini sorgulamak ve iç gözlem neticesinde nefsi emmârenin tuzaklarından korunmayı başarabilir. Sûfîler bilincin perdelerini, engellerini kaldırarak son hedefe ulaşmayı gaye edinmişlerdir. Bilinçdışmın açığa çıkmasıyla sûfî bilgiye doğrudan ulaşır. îçte gerçekleştirilen saflaştırma ve içgö- rü sayesinde sufi şimşeklerin çakması gibi zihinleri aydınlanır.
I- Yunus Emre’nin Yaşadığı Dönem
Yunus Emre’nin yaşadığı Xffl. yüzyıl ile XIV. Yüzyılın ilk çeyreği, Anadolu’da siyasî ve sosyal hayatm en karmaşık, en problemli devri olarak kabul edilmektedir. Moğolların Anadolu’da belli başlı yerleşim merkezlerini istilâ etmeleri, Anadolu Selçuklu Devleti’nin başma gelen en büyük felaket olarak görülmektedir. Bu dönemde Anadolu Selçuklu Devleti, Moğollara haraç vererek yaşayan yarı bağımlı bir devlet durumuna düşmüştür.4
Xffl. asır, Anadolu için pek sıkıntılı ve acılı bir dönemdir. Selçuklu hükümdarlarının otoritelerini yitirmeleri, taht kavgalarına düşmeleri, iç çekişmelerin ve ayak oyunlarının ayyuka çıkışı, Moğol akınlarının artması ve malî durumun kötüye gidişi, Anadolu Türklüğünü mağdur etmiştir.
Türkler, fethettikleri yerlerde önceden yerleşmiş Türk topluluklarıyla görüşmekteydiler. Askerî yöneticiler, yeni kurulan şehirlerin ilk üyeleriydi. Türkmenle- rin buralara yerleşerek ticarî faaliyetlerde bulunmalarına imkan sağlanmaktaydı. Dervişler ise yeni kurulan beldelere giderek halkı irşad görevini ifâ etmekteydi.5
Bu olumsuz iç ve dış nedenlerle Anadolu Selçuklu Devleti giderek gücünü yitirmekte, diğer taraftan da büyük küçük Türk Beylikleri kurulmaktaydı.
Türk tasavvuf literatürüne Abdâlân-ı Rûm adıyla giren Anadolu gâzileri, âhîler, abdallar ve bacılar, fikrî ve meslekî birliği temin etmek için önemli görevler yapmışlar.
Bu yüzyılda ilim hayatı Selçukluların XI. ve XH. yüzyıldaki faaliyetlerin bir neticesi olarak, oldukça parlaktır. Bu dönemde ilim yolundaki gelişmeleri ateşleyenler ise, doğudan batıya göç eden mutasavvıf ve âlimlerdir.6
Xm. yüzyıl Anadolu’sunda, Yesevîlikten sonra daha geniş bir muhite yayılan ve daha etkili olan iki tarikat göze çarpmaktaydı: Mevlevîlik ve Bektaşilik. Her iki tarikatın erkanı ise, kurucu pirlerinin vefatlarından sonra oluşturulmuştur.
Bu dönemde camiler, medreseler, imârethaneler, hastaneler, kervansaraylar, çeşmeler, hanlar, hamamlar ve köprüler bilhassa vakıflar sayesinde yurdun bir çok bölgesi imar edilmekteydi. Bu mekanların işleyişi çok özel bir yapıdaydı. Cami yanında medreseler ve hamamlar, bu binaların beraberinde aşevleri, yollar üzerine kurulan kervansaraylar, hastalar için şifa veren imarethaneler, belli bir düzen dahilinde hizmet vermekteydiler.7
Devrin önemli yazılı eserleri tekkelerde kaleme alınmış, musikiye ve sanata dair yazdı ve sözlü çalışmalar burada yapılmış, çeşitli sporlar burada öğretilip, yine burada icra edilmiştir.
Toplum yapısına gelince; daha önce göçebe olarak yaşayan halk, yerleşik düzene ve şehir hayatına geçiş yapmışlardır. Köylerde ve kasabalarda ziraatla uğraşanlar olduğu gibi şehirlerde de, dokumacılıkla birlikte dericilik, demircilik, bakırcılık rağbet gören meslekler olmuştur.
Yunus Emre de beyitlerinde yaşadığı devirdeki insanların durumu ve toplumun yapışım belirten ifadeler kullanmaktadır. Eserlerinde halkın büyük bir bölümünün ticaretle uğraştığı, şehirlerde ve sınırlarda açık pazarlar bulunduğu belirtilmektedir.8 Yunus Emre, bu çizilen tablodaki özelliğe sahip bir devirde yaşamıştır. Şiirlerinde devrinin özelliklerini aktaran öğelere rastlanmaktadır. Sosyal hayatın yansımalarını hem açık bir şekilde hem de mecaz kullanarak ifade etmiştir.
II- Yunus Emre’nin Hayatı:
Hayatı hakkında yeteri kadar bilgi mevcut olmamasına rağmen eldeki mevcut bilgilere göre Yunus Emre, 1240-1 tarihinde doğmuş, 1320-1 tarihinde vefat etmiştir. Doğum yeri hakkmdaki bilgiler de aynı şekilde yetersizdir. Hacı Bektâş- ı Velî Vilâyetnâmesi, Yunus’un Sivrihisar’ın Sanköy adlı bir köyünde doğduğunu ve mezarının da bu köyün civarında olduğunu belirtmektedir. Şakayık tercümesinde ise, Taptuk Emre’nin Sakarya nehrine yakın bir yerde yaşadığı ve Yunus Emre’nin de Bolu civarında bir yerde ömrünü geçirdiği bildirilmektedir.5
Yunus Emre’nin kullandığı ad ve mahlaslar ise; eserinde de geçtiği üzere Yunus Emre, Âşık, Biçare Yunus, Koca Yunus, Yunus Dedem, Tapduk Yunus, Miskin Yunus, Derviş Yunus şeklindedir. Asıl adının ise Said olduğu görüşü hakimdir.10
a) Ailesi ve Çocukları: Yunus Emre’nin evli olup olmadığı ve çocuklarının varlığı hakkında net bir bilgi bulunmamaktadır. Beyitlerinden, iki oğlu ve bir kızı bulunduğu, hatta iki hanımının olduğu fakat onun dünya ve nimetlerini geri planda tuttuğu, tam olarak Allah’a yönelen Hak dostu bir âşık olduğu anlaşılmaktadır." *
Yunus Emre’nin medresede başarılı olamayıp tarikatta ders gördüğü belirtilmektedir. İsmail Hakkı Bursevî’ye göre ise, Yunus Emre müftü idi.12 Gölpınar- lı’nın etütlerine göre, Yunus, Sadi’den ve Mevlâna’dan tercümeler yapacak kadar Farsça biliyordu. Bu ise,Yunus’un bir eğitimden geçtiği fikrini ortaya koymaktadır.’3
Yunus Emre’nin manevi önderi ve tarikatı kesin olarak bilinmemektedir. Bir kısım müellifler Yunus’un manevî eğitimini Horasan sûfîlerinden aldığım, bazıları ise Nakşî, Halveti, Mevlevi veya Kâdirî tarikatlarına müntesip olduğunu ileri sürmektedirler. Mevlevîlik ve Bektaşîlik onun gençlik yıllarında bağlı olduğu tarikatlardır. Yunus Emre, Mevlâna’ya gönül olarak bağlıdır. Fakat Mevlevî olduğu kesin olarak bilinmemektedir. Taptuk Emre ise bir bâtın tarikin mürşidi olmayıp, Hacı Bektaş’ın halifesidir. Yunus’un yetişmesinde büyük emekleri bulunmuştur.14
Bazı araştırmacılar da Taptuk Emre’nin, Baba îlyas, Baba îshak ve San Sal- tuk’la beraber Horasan erenlerinden olabileceğini ifade etmektedirler.’3
b) Vefatı: Yunus Emre’nin 1320-21 senesinde vefat ettiği tahmin edilmektedir. Mezarının yeri kesin olarak bilinmemekle birlikte Anadolu’nun bir çok yerinde onun adma mezarlar yaptırılmıştır. Bu ise, ona bir çok memleketin sahip çıkma isteğinden kaynaklanmaktadır. Bu yerler arasında, Sanköy, Karaman ve Ortaköy’deki mezarları ve makamları mevcuttur. Bunlardan başka Kula’da, Erzurum Dutçu köyünde, İsparta Keçiborlu’da, Afyon Sandıklı’da ve daha birkaç yerde türbeleri vardır.16
c) Eserleri:
1-Risâletü’n-Nüsbiye: Bu eser, 1307-1308 yılında kaleme alınmıştır. Mesnevi şeklinde yazılmış bir nasihatnamedir. Metin, başlangıçla beraber 600 beyitten oluşmaktadır. Didaktik bir tahkiye olarak yazılmıştır. İnsanın yaratılışından, ölünce nasıl aslına döneceği meselesine, onun iyi ve kötü huylarının kaynaklarını izaha kadar geniş bir sahayı içine alan bir eserdir. Yunus, Risâletü’n- Nushiyye’de insanı iç yolculuğa çağırarak, nefsi ile başa çıkabilmesi için kötü huylan ile yaptığı mücadeleyi gerçek savaş sahnelerini anlatır gibi tasvir eder. Nefsi terbiye etmek; benlik, gurur, kin, hırs, öfke, gazap, tamah gibi insanı küçültücü ve çevresindekilere zarar vermesine neden olan huylardan vazgeçirmekle mümkün olacaktır.
2- Dîvân: Yunus’un ikinci ve en önemli eseri olup, o hayattayken bile tanınmış durumdaydı. İlâhilerini hece ve aruz vezniyle yazmıştır. Dil olarak, Anadolu’da Oğuz Türklerinin konuştuğu dili kullanan en mühim temsilcidir. Yunus’un kullandığı kelime ve ifade kalıpları, mecaz ve ıstılahlar, Türkçe’nin edebileşmesi yolunda hakîkî bir dönüm noktasıdır.17
III Yunus Emre’nin İnsan Anlayışı:
insan, akıl fikir sahibi, konuşarak anlaşan yaratık, beşer, âdem oğlu, iyi huylu ve ahlaklı kişi, olgun kişi, gibi manalara gelmektedir.18 Bu tarife en güzel uyan insan tipi insan-ı kâmildir. Kur’ân’da insan kelimesi türevleriyle birlikte doksan yerde geçmektedir.19 “Gerçek şu ki, insan kendini kendine yeterli görerek azar. Kuşkusuz dönüş Rabb’inedir.”20 Bir başka âyette ise, “İhsan, kendisinin kemiklerini biraraya toplayamayacağnnızı mı sanır?”2’ yine bir başka âyette “Ey dn ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin çerçevesinden çıkıp gitmeye gücünüz yetiyorsa geçin. Ancak büyük bir güçle çıkıp gidebilirsiniz.”“ Bu âyetlerde görülen önemli husus hep Allah’m insanları ikâz ve hatırlatmalarda bulunmak suretiyle onlara yardım etmek istemesidir. Hatalara düşmemizi engellemek için bu tür âyetler sık sık tekrar edilmiştir. Madde âleminde bulunan insan mânâ âlemine açılma özlemi içindedir. Suflî âlemden ulvî âleme yükselme isteği duyan insan hep bu yolda bir gayret içerisindedir. Yeni ufuklara yükselmenin de tabi olarak belli metot ve yollan vardır. Bu yükselmenin de tedricen olması gerekmektedir. Önce beden sonra kalp, sonra ruh, sır, menzilleri aşılarak yeni bir açılıma ulaşmak mümkün olmaktadır.23
Islâm âlimleri içerisinde insanı en iyi anlayan ve eserlerinde en iyi şekilde ifâde eden mutasavvıflar olmuşlardır. Bunu Mevlânâ’da, Yunus’ta ve diğer sûfî- lerde görmek mümkündür, insan ruhunun mahiyetini ve hakikatini teşhis eden yine sûfîler olmuşlardır. Mutasavvıflar hep insan sevgisini ön plana almışlar, Hakk’ı sevmenin, O’na duyulan saygının neticesi olarak yaratılanı da sevmeyi prensip hâline getirildiği bir anlayış herhâlde tasavvuftan başkası değildir. Onlar, hep kendilerinden önce kardeşlerini tercih eden bir anlayışın, îsâr ve fütüvvet anlayışının erleridir. .
Yunus, halkuı kendisi, halkın hocası, örnek insan olmuş, insanların her derdiyle ilgilenmiş ve çözmeye çalışmıştır. Yunus’un bugün bile mezarının nerede olduğu konusunda yaşanan tartışmalar onun halk tarafından sevilmesinden ve sahiplenilme isteğinden kaynaklanmaktadır. Yüzyıllar sonra dahi bu sevgi ve saygıyı insanların gönlünde canlı ve sıcak tutabilen insan ne kadar büyük bir gönül eridir söylemeye gerek yoktur sanırım. Yunus Emre, diyar, diyar gezerek halkın ızdıraplarını dindirmeye, yarın huzuruna varacağımız Mülk Sahibini tanıtmaya çalışmıştur. Büyüklük, asırların, zamanın eskitemediği, yıpratamayacağı bir seçil- mişlik bütünüdür. Yunus, her çağ ve zaman için yeni ve diridir. Onun şahsında bulunan örnek insan, bir cemiyet, hatta dünyayı yoğurma ameliyesinde malzeme olabilecek bir çok unsur taşır. Esas mesele bunu tespit ve uygulamakta’. Bir bakıma, bir arayış dönemi olan günümüz, buna muhtaçtır. Cihan şümul sancının reçetesinden bir numune Yunus Emre’de mevcuttur.
Yunus Emre’nin insan konusundaki görüşlerini etkileyen sosyal ortamın fikirlerinin oluşmasmda muhakkak bir etkisi olmuştur. O dönemde başlıca üç sınıf insan dikkat çekmektedir. 1- Hayatları toprak ve suya bağlı, köyde ikâmet eden insanlar 2- Moğol istilâsı ile Anadolu’ya gelmiş göçebe ve akıncılar 3- Varlıklarını Allah’a adamış veliler ve dervişler. Bu sonuncu grubun yerleşmiş köylülerle sıkı bir ilişkisi vardır. Anadolu’da dervişlerin köy kolonilerinin oluşmasındaki rolüne Ömer Lütfi Barkan da dikkat çekmektedir.24 Ayrıca Fuad
Köprülü akıncılarla birlikte dervişlerin de tahta kılıçlarla kâfirlere karşı savaştığını belirtmektedir.23 ’
Yunus, insan tabiatını şiirinin özüne yerleştirmiştir. Onun insan tasviri her devirde yorumlanmaya, dolayısıyla yeniden yaşanmaya açıktır, insanla ilgili problemleri işlerken kullandığı dil en işlenmiş ve en yalın hâliyle ifâde yolunu seçmiştir, içinde yaşadığı halkın kendi dilini kullanarak yüzyıllar boyu benimsenen, anlaşılan ve sevilen bir insan olarak kalmıştır.26 Yunus’un insan hakkmdaki görüşlerini eserlerinden örnekler vererek izâh etmeye çalışacağız. Onun Risâ- leü’n-Nushiyye adlı eserinin hemen başında ilk beyit olarak Allah’ın inşam yaratması verilmektedir.
Pâdişâhım hikmeti gör neyledı ’
Od u su toprag u yile söyledi
Bismillâh diyüp getürdi toprağı
Ol arada hâzır oldı ol dağı
Topragda suyı bünyad eyledi
Ana Adem dimegi ad eyledi.27
Yunus, insanın Allah tarafından yaratılmasını kendi üslûp ve anlatışıyla verirken, O’nun ateş, toprak ve yele emrederek besmeleyle insanı emriyle yaratmasını izâh etmektedir. Toprak ve suyu yoğurarak inşam inşa ettiğini ve ona âdem adım verdiğini nakleder. Bütün bu yapılan işlerin Allah’ın bir hikmeti neticesinde oluşunu Yunus Emre bize haber vermektedir. Ünlü sûfî sözlerine devam ederek; insanın özünde bulunan toprak, ateş, su ve havadan oluşan dört unsurun insan karakterini oluşturduğunu belirtmektedir. Aziz Nesefî de bu konuda şöyle der: insanın her bir huy ve hasletleri bu aıia unsurlardan gelmektedir. Bu dört tabiata göre yine dört makam mevcut olup, toprakta olan toprağın, havada olan havanın, suda olan suyun, ateşte olan ateşin etkisinde kalmakta ve bunların sahip olduğu özellikleri taşımaktadır.28
Yil gelüp ardınca depitdi anı
Andan oldı cism-i Âdem bil bunı
Od dahi geldi vü kızdurdı anı Çünki kızdı cisme ulaşdı cânı
Sûrete cân giımege fermân olur Pâdişâh emri ana dermân olur
Sûrete girdi pür-nûr eyledi Sûret dahi cânı mesrûr eyledi
Hamd ü şükr itdi didi iy Zü ’1-Celâl Bin benüm bigi yaratsan ne muhâl.29
Yukarıdaki beyitlerde derviş Yunus, Allah’ın emriyle yel gelip eserek onu harekete geçirdi ve böylece insan oğlunun vücudu bu şekilde oluştu demektedir. Yunus, yine Hakk’ın emri neticesinde ateşin de ısıtarak, insanın cisim hâline gelişini tasvir etmektedir. Bütün bu olanların Allah’ın emriyle olduğunu Hakk’ın emri Âdeme derman oluşunu betimlemektedir. Bu cisme, cânın girmesiyle onun nûr ile dolduğunu sonunda ise sûretinde cam sevindirip hoşnut ettiğini vurgulamaktadır. Yunus, neticede Allah’a şükrederek O’nun bütün her şeyin yaratıcısı oluşunu hatırlatır. İsterse her şeyi yerine getirme kudret ve gücünde oluşunu zikretmektedir.
Âşık Yunus, insan vücudunu tarif ederken görünen cisim kısmım ve aslının nereden geldiğini vermektedir. Et, deri ve kemikten oluşan tenin mutlak Zâta da perde olduğunu, görünüşün de Zât nurunun gömleği giysisi olduğunu ifâde etmektedir.30 Görünüşün, cismin aslı topraktır, demenin doğru olmayacağım söylerken, Allah’a ulaşanların vücutları da nûra dönmüştür demektedir.
S üret toprakdur gönlüm kabûl itmez anı Bu toprağun cevherini Hazrete irgürdüm ahî3’
Ruhun mahiyeti hakkında Yunus,
Rûhumdan kimsene haber viremez Emrdür kadîrhgı virür harekât.32
Aynı konuda Kur’ân-ı Kerim’de îsrâ Sûresi 85. Âyette Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Sana ruh hakkında sora sararlar. De ki: Ruh Rabbimin işlerindendir. Size, ancak az bir bilgi verilmiştir.” Ruhun mahiyeti hakkında insana fazla bir bilgi verilmemiştir, insanı sınırlı bilgisiyle de ruh hakkında yeterli bir açıklama yapması veya bunu bulmaya çalışması imkansızı başarma tarzında olacaktır. Ancak Cenâb-ı Hakk’ın kendisine özel bilgi verdiği kimseler malumat sahibi olabilir.
Yunus, can konusunda; ölüm, fânilik ve aşk üçlüsü içerisinde bir bakış ve yorum getirmektedir. ’ •
Ten fânîdür cân ölmez çün gitdi gerü gelmez Ölürise ten ölür canlar ölesi degül.33
Ol cân kaçan öüser sen ana can alasm Ölmiş gönül dirile anda ki sen olasın
Sen olduğun gönüller her dem cânm yiniler Bunlardur ölmeyenler hâkimi sen olasın
Tozını yil almaya bir zerre ınlmaya ‘Âşık cânı ölmeye ma ’şûkı sen olasm34
Ko ölmek edişesin âşık ölmez bâkîdür . Ölmek senün nen ola çün cânm Îlâhîdür.31
Yunus Emre, fâniliği işlerken cân kavramının bâkiliğini, tenin yani vücûdun geçici olduğunu ölenin cesetten başka bir şey olmayacağım ifâde etmektedir. Câ- nı giden öldüğüne göre, cân al ve ölmüş olan gönlün dirilsin ve sen de onunla canlı kal demektedir. Hayatta kalan ölmeyen cânlann hakimi, yöneticisi, söz sahibi sen ol, fâni olan geçici şeyler sana ve gönlüne zarar vermesin. Sen Allah’ın maşuku ol, ölüm korkusunu bırak, senin ruhun canın Allah’tandır.
Ölüm kavramı, Yunus Emre’nin beyitlerinde ölümsüzlük ile birlikte kullanılmıştır. Yani o, insana bir ölümlü bir de ölümsüz tarafı olmak üzere iki yönünden bakmıştır. Yunus, beşerî yönüyle insanın ölümlü olduğunu, ruhî açıdan ise ebedî olduğunu belirtmiştir.
Ko ölmek endişesin ‘âşık ölmez bâkîdür
Ölmek seniin nen ola çün canın Üâhîdür.36
Burada Yunus, Hak âşığı olan için ölüm düşüncesinin ve korkusunun bulunmadığım ifâde etmektedir. Kendi canındaki İlâhî yönü bulan için ölüm endişesinin olmayacağım vurgulamaktadır. Büyük hedef ve gayesi olanlarda ölüm, sıradan bir olay hâline gelmektedir. Amacı Allah’a ulaşmak olana ölüm, korku değil sevinç sebebidir.
Ayurma beni senden yaradan
Düşdüm ölürem ben bu yaradan.37
Yunus, esas ölüm ve acırım Allah’tan ayrı kalması neticesinde olacağım düşünerek böyle bir acıya düşmemesi için Allah’tan yardım istemektedir. Çünkü bu yara ve acı çok farklı ve dehşetli bir ıstırabı olan bir yaradır. Allah sevgisi ve O’nun aşkının verdiği acı âşık için zevk olmaktadır. Âşık bu acıdan mutlu ve memnundur. Asıl geliş yeri olan Allah’tan ayrı kalma bu idrake ulaşmış insan için bir ıstırap ve acı kaynağıdır. Aksine tekrar dönüş yani ölüm ise, bir vuslat ve kavuşma, acının sona erme zamanıdır.
Âşık öldü diyü salâ virürler
Ölen hayvan durur âşıklar ölmez.38
Yunus Emre, burada da aşıkların bu özel durumunu ifade etmekte, ölüm denen olgunun onlar için farklı bir mana taşıdığım çünkü ‘âşıkların ölmeden ölmeyi başardıklarım belirtmektedir. Ölen nefistir, ruh kalıcıdır. Ruhunu terbiye edip Allah’a yönelten kişi ölümden korkmaz. Ölüm onun için kavuşmaktır.
Hey Yûnus Emre ölince var yüri togru yolunca Dünyasmı terk idenler yarm Hazret’de ölmeye.39
Yunus, bu beyitte kendi adım kullanarak bir gerçeği vurgulamaktadır. Bu dünya da Allah ve ahireti tercih edenlerin orada mutlu olacaklarım, sıkıntı ve zorluk çekmeyeceklerini ifâde etmektedir. Bu dünyada ahirete hazırlık olacak işlerle kendini meşgul etmeye çalışanlar kazançlı olacaklardır. Dünyaya bakış açısı farklı olması önemlidir. Yoksa tamamen dünyadan el etek çekmek değil gönlünde Allah sevgisinin dışındaki maddî sevgileri ve hırsları silmek esastır.
Kişi Hak’ı bilmek gerek Hak haberin almak gerek Zindeyiken ölmek gerek varup anda ölmez ola.40
Yunus Emre, burada da yine Allah’ı hakkıyla bilenlerin övülen kimseler olduğunu belirtir. Emirlerinden haberi olanların bu dünya da O’nun emir ve nehiy- leri çerçevesinde hayat sürdüklerini açıklar. Böyle kulların ahirette mutlu ve huzurlu olacaklarım belirtir. Dünya imtihan yeri olduğuna göre, belli zorluklar ve sınavlar olacaktır ki, neticesinde mükafat olsun. Burada zahmet çeken, sabreden bu çabasının karşılığını kıyamet günü alacaktır.
Derviş Yunus, insan vücûdunu bir şehre benzeterek şunları ifâde etmektedir. Şehir, kaim duvarlarla çevrili olduğu için işgal edilmesi oldukça zordur. Nefis, ruha göre tıpkı bu şehir gibidir. Nefis kal’ası, ruh sultânım göstermez.41 Başka bir tasvirle, ruh istiare yoluyla kuşa benzetilerek, vücûd ruh kuşunun kafesi gibi düşünülür. insan kişiliğinin ortaya çıkmasında üç önemli etken bulunmaktadır, ruh, kalp ve nefis. Ruh ile nefis kalbi ele geçirmek için sürekli savaş halindedirler. Burada söz edilen kalp bir simgedir. Fizikî kalple bir ilgisi yoktur. Bu kalp entelektüel sezgiyle alakalı olup ilâhî feyizlerin ulaştığı yerdir. Kalp uyanıklığından ya da körlüğünden bahsedilmesi, ‘kalp gözü’ ifâdesinin kullanılması kalbin entelektüel sezgi olarak tanımlayabileceğimiz işlevine işaret eder.
Uşadam bu kafesi yıkam hırs u hevesi
Za‘îfkılam bu nefsi tâ asluma ulaşam.42
Yunus Emre, burada insanın nefsî heveslerini açıklamaktadır; nefis kafesini yıkıp, onu zayıflatarak insanın aslma ulaşması, Hakk’a yaklaşması kendi içindeki huzuru ve sulhu sağlayacaktır, insan elest bezminde, ruhlar âleminde Rabb’ine verdiği sözü unutmuş, dünyaya ve içerisindekilere kendini ve gönlünü kaptırmıştır. Fakat Allah, insanları bir gaye için yaratmış, nefisinin esiri ve mâsivânın esiri olması için yaratmamıştır. Yunus, insanın tabiatım kısa olarak anlattıktan sonra onun bazı hasletlerinden bahseder:
Topragıla bile geldi dört sıfat
Sabr u eyü hû tevekkül mekremet
Suyıla geldi bile dört dürlü hâl
Ol safâdurhem sehâ lutfu visal
Yil ile geldi bile bil dört heves
Ol durur kibr ü riyâ tizlik nefes
Odıla geldi bile dört dürlü
Şehvet ü kibr ü tama ‘ birle hased
Cânla geldi bile uş dört hisâl
‘İzzet (uzlet) ü vahdet hayâ âdab-: ; i’ 43
Âşık Yunus, toprakla beraber dört sıfatın da insanla birlikte geldiğini, bunların da, sehâvet (cömertlik), tevekkül, iyi huy ve -abır olduğunu belirtmektedir, insanın bileşiminde olan su ile de dört türü; ’inli:: mevcut bulunduğunu vurgulayarak; safâ (temizlik,saflık), sehâ (cömertlik), kavuşma lütfü neticesinde su ile insanın kazandığı vasıfların varlığından bahsetmektedir. Yel ile ise, riyâ, acelecilik, yalan ve nefes gibi dört türlü hevesin insanda bulunduğunu vurgulamaktadır. Ateşle şehvet, kibir, tamah ve hasedin insanda kötü huylar şeklinde tezâhür ettiğini zikretmektedir. Cân ile de dört ahlâkın insanda yerleştiğini bunların da; vahdet, uzlet, hayâ ve edep olduğunu nakletmektedir.
Yunusun bu ifâdeleri ışığında da şunları söyleyebiliriz; insanın vücudunda bulunan duygular, hisler, huy ve ahlâk, toprak ve su iyi huy ve hasletler, ateş ve yel de kötü duygu ve huylan doğurur demektedir, insanın iç dünyası bu şekilde verildikten sonra bunun tabii ki dış âlemle olan bağı da unutulmamalıdır. Bu iyi ve kötü huylar insanın diğer insanlarla ve toplumla olan ilişkilerinde birinci derecede etkendir.
Bütün bunlarla şu verilmektedir ki, insanın yaratılışında hem güzellikler hem de kötülüklere meyledecek şekilde haslet ve huylar mevcuttur. Allah Teâlâ, insanı bu çatışmadan kurtaracak yeteneği de insana bahşetmiştir. Bu da tabii ki cân ve akıldır. Bu sayede insan doğruyu, güzeli ve hakikati bulabilir. İnsan nefsi üstünde egemenlik demek bütün insanlığın, her ferdin her canlı organizmanın, maddî ve dinî yönden mutluluğunu istemektir. Nefse hakimiyet sözünde hayata ve insana saygı duyma söz konusudur. İslâmî inanca göre bu dünya hayatı, bir imkân âlemi bir imtihan yeridir. Âlemde bulunanlar hep izâfîdir. Allah’ı tasdik etmeye yarayan birer âyet durumundadır. .
Yunus, akılla ilgili olarak ta şu açıklamada bulunmaktadır:
Akıl üç türlüdür; biri ‘akl-ı ma’âş’, dünya düzenini bildirir, biri de ‘akl-ı ma’âddır’, âhiret hâllerim bildirir, bir diğeri de ‘akl-ı küllidir, Allah Teâlâ’nm ma’rifetini bildirir.44 Yunus sözlerine devam ederek şunları ifâde etmektedir: Cânla olan îmân canla gider, uçmanın padişahın ışık fazhndandır. Bütün kâinat Allah’ın adl-i ziyasmdandır, toprak padişahın nûr u ziyasmdandır. Su padişahın hay atıdır.45 Yel o padişahın heybet ziyasından, ateş hiddet ziyasmdandır. Toprakla su uçmada vardır(yirlüdür). Ateşle yel Tamuda vardır.46
Yunus Emre insanın nefsiyle olan mücadelesine işaret ederek Allah’ı tanımada O’na kulluk etmede nefsin insana engel oluşunu izâh etmektedir. Günümüzde insanlar bir hataya da düşerek bütün suçu şeytana yıkarak sanki kendi sorumluluk oranlarım azaltmak istemektedirler. Fakat şeytan bizi aldatmaya çalışması yanında kendi nefsimiz de bizi kötülüklere, kendi arzulan istikâmetine yöneltmektedir.
Tekebbürdür nefis sultanı bilmez Anunçün sipahî dirlik dirilmez
Key arı cân gerek şâh hazretinde Irûmadan tura sultân katmda
Kadîmden nefs (du)rur sultâna ‘âsî Bir urgandır hemân anun bahâsı
Bu nefs oğlanları tokuz kişidür Müdâm küfr ü nifâk anun işidür
Ulu ogh tama ‘ öğüt işitmez Cihân mülki anun olursa yitmez
Bin er tonlu tururlar tapusmda Esîr itmiş cihâm kapusmda
Sever dünyâyı çün oldur imâm Susuzdur dünyeye konmaz revâm.47
İnsan nefsi, insanın Hakk’ı tanımasında, marifetinde kibirlenerek kişiye bir dirlik vermez huzursuz olarak hayat sürmesine neden olur. Bunun için saf bir kalp ve gönlün gerekli olduğunu arınma olmadan Allah’a yolculuğun, vuslatın olamayacağım ifâde etmektedir. Nefsin bazı güçlerinden bahseden Yunus Emre, bunlann dokuz tane olduğunu sürekli küfür ve nifakla uğraştığım, en büyüğünün de tama1 oluşuna dikkat çekmektedir. Tama’mn söz dinlemeyerek bütün dünya malının kendisinin olmasını dahi yeterli görmeyeceğini belirtmektedir. Tama- nın, kişinin benliğinde yer ederek inşam dünyaya esir ettiğini, dünyaya karşı aşırı bir sevgi hissetmesine neden olduğunu, çünkü yapışırım bunu gerektirdiğim belirtmektedir. Buna karşılık ruhun ise, dünyaya rağbet etmediğini izâh etmektedir.
Yunus inşam mahveden kötü hasletlerden biri olan kibir hususunda da eseri Risâlet’ün- Nushiyye’de muhatabma hitap ederek konuyu ele almıştır. İnsanın Yüce Allah karşısındaki acziyetini hiçbir zaman unutmamasını isteyerek, O’nun büyüklüğü karşısında kendinde bir benlik ve varlık görmesi yerilmiştir. Yunus Emre bu hakikati şöyle tasvir etmektedir.
Eğer dinlersen haber vireyim
‘Akıl câsusı ne dir göstereyim
Kanâ‘at geld’ oturdı taht(ı) aldı
Haramiler hemân yollarda kaldı
Akıl dir câsusa yort imdi giıii
Kanâ‘ata haber benden degirü
Kibir dtler ana bilürler anı
İmânsuz kalırsar ol ‘âsi câm ’
Özinden özge kimseyi beğenmez
Yüce yirde turur aşaga inmez
Niçe tahta binenler yire düşti Niçe benim diyene sinek üşdi
Sana uğratma kibrim endişesin Uyarsan kibre ırağa düşesin
Irak düşenlerim îmâm yokdur Meğer suretlerinden cânı yokdur
Gerek câtılu kişi cânm sakma Ki taksir itmeye kendü halana,4S
Yunus, bu beyitlerinde bizleri uyararak, dikkat etmemiz gereken şeyleri hatırlatmaktadır. Akim, insanda gelişen kanaat anlayışına karşı bir direnme, başkaldırma yoluna giden bir casus gibi davrandığım haber vermektedir. Git idareyi ele geçir diyerek, kanaate kendini hatırlatmasını ister. Kibirli olmamasını kibrin inşam imansızlığa dahi götürebileceğini vurgulamaktadır. Kibirle insanın kendinden başkasını beğenmeyip küçük gördüğünü ve yükseklerden hiç aşağı inmeyi düşünmediğini, yani tevazu ve alçak gönüllü olmayı düşünmediğini belirtmektedir. Birçok kişinin saltanat içerisindeyken daha aşağılara düştüğünü, benlik güdüp kibirlenenlere sonunda sineğin üşüştüğünü anlatmaktadır. Kibre düşenlerin Allah’tan uzaklaşacağım, görünüşte imandan uzak bir insan olacaklarım vurgulamaktadır. Çünkü cânı olanın kendini sakınması gerektiğim, aksi hâlde kendine zarar vereceğini zikretmektedir. Buradan şu çıkarılmalıdır, mutasavvıflar akla karşıdır, aklı kullanmaz görüşü yanlıştır. Aklı kullanırlar ama bu aklın, aydınlatılmış bir akıl olması gerekir yoksa akıl saf olarak manevî yolculukta şaşırıp, yanıltıcı olması mümkündür.
Yunus Emre, insan hakkmdaki sözlerine sabır konusuyla farklı bir açılım katmaktadır, insan hayatının en mühim prensiplerinden olan sabır Yunus’un dizelerinde de işlenilmiştir. Nitekim o, şöyle demektedir:
Sabır ahvâlin dinle diyeyin Sabırçün cümle ‘âlem virdi mâlın
Amnçün sabrdur ‘atâ-yı devlet Ki sabr eyler kamu müfsidleri mât
Göre sabnla Yûsuf neye irdi Ki sabrun acısı helvâya irdi
Sabır kimdeyise ol ‘Arş ’a süner Ki sabr içre bulunur dürlü hüner
Sana her hâlile sabır gerek hoş
Ki sabırla kılurlar kahrı hem nûş ’
Sabır gerek sana her hâl içinde Sabırsuz kimse kalur kâl içinde
Bırak cümle işi kıl sabr u tedbîr Eren gönünde olur sabnla var.49
Yunus Emre sabır konusunda sabn kendisinden dinlemek, sabır hâlinin ne olduğunu bilmek isteyenler için şunları ifâde eder: Sabır büyük bir ihsandır, sabrı elde etmek için herkes bütün malım harcadı, yok etti. Sabır sayesinde bozgunculuk çıkaranların mağlup olacaklarını, bariz bir örnekle verir. Yusuf (a.)’ın ulaştığı maddî ve mânevî makamların hep birer sabır meyveleri olduğunu anlatır. Sabır acı zor bir iştir ama meyvesi helva gibi tatlıdır. Sabırlı olanların semânın en üst seviyesine yükseleceğim, sabrın içinde bir çok hünerin becerinin gizli olduğunu belirtmektedir. Her dosta ve sana hoşnutlukla sabır gerekir ki, kahır bu sayede içilir. Sabırlı olmayan sadece sözle yaşayan kişidir. Hayatının sadece laftan ibaret olduğunu belirtmektedir. Sabır bir yönüyle bilişsel, duygulanımsal ve bi- linçdışı düzeylerde gerçekleştirilen bir psikolojik süreçtir. Bir başka yandan da psikolojik süreçleri aşan bir mânevî hâldir. Sûfîler içsel sabır üzerinde durarak insandaki yıkıcı bazı güçleri tesirsiz hâle getirmeye çalışmışlardır. Bu güçler sabır yardımıyla aşk enerjisine dönüştürülmeye çalışılmıştır. Bu sayede kişi iç barışı ve huzuru yaşamayı elde eder. Sûfîler sabn inancın özü olarak kabul ederler.
Yunus Emre, insandaki kötü huy ve karakterlerden olan haset, kıskançlık ve cimrilik konularında ise kendi tarzına uygun sözlerle açıklamaktadu-:
Hasedden kişi ne fâyide görür
Neye kim lâyıksan Tanrı virür
Neyi neye gerek ol bile gerek
O Kadir’dür virür kime ne gerek
Sevemez dünyayı merdân kişiler
Velî Hakk’dan yana îmâm berkdür
Bakî ‘âlem göründi gözlerine
Oturdı ‘ışk esîri yüzlerine
Anunçün gözleri Hakk’a açıldı .
Hazîneden ana rahmet saçıldı
Nesi varışa terk eyledi yola
Yola öyle varan ma ‘şûkı bula.10
Yunus, kıskançlıktan hiç kimseye bir yarar gelmeyeceğini, layık olduğu şeyi gerek hayır, gerek şer, gerek iyilik, gerekse kötülük her ne ise, Allah onu vereceğini belirtmektedir. Takdir etme hakkının Cenâb-ı Hakk’m elinde olduğunu, dilediği gibi tasarruf etmenin de O’na aitliğini vurgulamaktadır. Allah’a âşık olanların dünyayı sevemeyeceğim, onların iman olarak sağlam bir görüntü çizdiklerini anlatmaktadır. Kalıcı âlemi onlar gördüğü için Allah aşkı yüzlerine sindiğini Allah’ın onların kalp gözlerini açarak hâzinesinden onlara rahmet dağıttığını ifâde etmektedir. Dünya ve içindekilerden vazgeçene Allah da mükafat olarak istediğine kavuşma Hakk’a ulaşmayı nasip edeceğini zikretmektedir. Yunusun, nefis konusundaki şu sözleri de dikkat çekicidir.
Gice gündüz nefsiyyile her dem savaşdur ‘âşıkm Düşman benüm nefsüm durur tama ’da hırsum durur.31 Yunus, Allah ile her dem beraber olan kişinin nefisten çekinmesi ve korkması düşünülemez demektedir. Dost bizzat cândadır, âşıkm nefis mücâdelesinde en büyük ve en güçlü yardımcısı akıl ve gönül birliğidir. Bu ikisi birlikte olunca nefis onlara karşı bir varlık gösteremez. Bizzat nefisin tezkiyesini emreden Kur’ân- ı Kerîm, “Ey güvenceye kavuşmuş nefis(ruh),hoşnut etmiş ve hoşnut edilmiş olarak Rabb’ine dön’62 esas gaye Hakk’a vuslat olduğuna göre önemli olan nefsi ve ruhu o müstesnâ kavuşmaya hazırlamaktır. Nasıl âşık sevgilisine kavuşmak için can atar, bütün benliğinden kendinden geçer her şeyini feda ederse, kul da en büyük sevgilisi olan Rabb’ine öylece kendim hazırlamalı ve şevk ve aşkla bu anı beklemelidir. Çünkü bütün her şey sevgililer, aşklar bütün varlıklar hepsi geçicidir. Ama Allah Teâlâ ve O’nun sevgisi aşkı bâkîdir.
İnsan nefsi konusunda sözlerini devam ettiren Yunus, başkalarını arkasından çekiştirme ve iftirâ gibi çirkin işleri de konu edinmekte ve insanları uyarmaktadır.
Kişinin hayzıdur agzmda gaybet Ki gaybet söyleyen bulmaya rahmet
Eger vansa aklun gaybeti ko Ki gaybet koyanun haznesi tolu
Kin ü gaybet seni ırak brrakdı îçün taşun hased odıyla yakdı Özün bilmek sana oldı farîda
‘Amel eyle ‘amel senünle gide
‘Ömür geçdi dahi uyanmagm yok
Kin ü gaybet suyma kanmagun yok
Dahi yoyulmadı ol kin tamam
Yolında ‘aybınun harcoldı varı -
Neye kim bakansan ol yüzündür
Kime ne samınsan kendözündür.53
Yunus, birinin arkasından çekiştirmeyi çok çirkin bir davranış olarak tasvir edebilmek için kadınların ayın belli günlerinde gördükleri vücutlarındaki pis kanların aktığı ha-yıza benzetmektedir. Kişileri çekiştiren böyle bir kötü huyu olanların rahmetle muamele olamamalarım temenni etmektedir. Eğer akıllı isen başkalarının aleyhinde konuşmayı bırak eğer böyle yaparsan kazançlı olursun mânen hâzinelere ulaşırsın demektedir. Kin ve gıybet seni amacından, hedefinden Allah’tan uzaklaştırdı. Haset ateşi içini yaktı bitirdi, hayırlı amel etmek senin üzerine farz bunu yaparsan bu güzel işler seninle ahrete gidecektir. Bütün ömrü gaflet içinde geçirdin, uyanamadın kin ve gıybete öyle daldın ki, doyamaz oldun bu kin tamamen bitmedi. Senin ayıbın için elverişli oldu, kime bakarsan kendini görürsün ve kimi nasıl sanırsan o kendi asimdir demektedir.
Yunus Emre’nin insana bakış tarzı ise kısa bir makaleyle anlatılamayacak kadar geniş bir konu olmasına rağmen özet olarak şunları söylemek mümkündür. İnsanlara hep aym seviyede bakan, ayırıma gitmeyen, Allah’m birer kulu olarak herkesi seven Yunus, kimseyi incitmemek ve kırmamak için titizlik gösteren bir anlayış içerisindedir. Onun yaşadığı dönemde Avrupa’nrn ilim ve mâna bakımından sefâlet ve geri kalmışlık içindeki durumu göz önünde bulundurulursa Yunus Emre’nin düşünce yapısının farklılığı ve ayncalıhğı açıkça görülecektir.’4 Yunus Emre, gününü ve geleceğini Allah sevgisiyle doldurmuş, arkasında mürid aramayan bir sûfîydi. Aynca kibir-azamet-bilgiçük gibi nefsî duygulardan çok uzaktı.
Sonuç
Bu çalışmamızda kısa olarak hayatını, eserlerini ve insan hakkmdaki görüşlerini vermeye çalıştığımız Yunus Emre, yaşadığı dönemden itibaren görüşleriyle insanların gönüllerinde yer etmiş ve etmeye devam eden ender mutasavvıflardandır. O, sade ve anlaşılır ifâdeleriyle anlatmak istediklerim tam manasıyla aktarabilen bir şairdir. Yüzyıllar geçmesine rağmen etkisini sürdürmesi Yunus’un anlattıklarını hayatında bizzat gerçekleştirmesiyle doğru orantılıdır. Yapmadığını söylemeyen örnek insanlardan biri de Yunus’tur.
Yunus, eserlerinde tasavvuf anlayışı yanında, devrinin siyâsi bunalım ve sorunlarım da gözler önüne sermektedir. Sosyal hayatm yansımalarım’, bazen somut bazen soyut ifâde, bazen de mecazî bir şekilde vermektedir. Yunus Emre Divânı, içtimâi hayat, insan anlayışı, kozmik şuur ve tabiat konularım ele alan döneminin önemli bir vesikası niteliğini taşımaktadır.
İnsan her konunun başıdır. Dolayısıyla meselelerin daha iyi anlaşılması için anahtar rol oynayan bir başlık olmaktadır. Allah, din konusunda da inşam baş tema olarak almış esaslarım ona göre tesis etmiştir. Bütün hitaplar, emirler ve yasaklar insan hakkındadır. Mükafât ve cezâ yine onun içindir, bütün varlıklar insanın hizmetine, emrine verilmiştir. İnsan konusu işlenirken belli bir yönden hareketle açıklama yapmaya çalışmanın yanlış bir metot olacağı açıktır. Bu.yüzden bir çok yönden ele almaya gayret etmek başarıyı getirecektir. Ayrıca bu yapılırken de çok iyi bir gözlem ve tabii bir düşünce ile insan fenomenine yaklaşmak sıhhatli bir davranış olacaktır.
Yunus, eserlerinde inşam işlerken yaratılışından başlayarak bütün yönleriyle ve bütün özellikleriyle tanıtmayı başarabilmiş bir mutasavvıftır. Yaratılmışı hiçbir ayırım yapmadan sevmeyi becerebilen Hakk’ın hoşnutluğunu dünya ve içerisindeki her şeyden üstün tutan bir anlayışın mümessilidir Yunus. Eserlerinin bu kadar içli ve tesirli oluşu onun hissederek, yaşayarak yazması ve insanlara daha samimi yaklaşması gibi önemli noktalardan ileri gelmektedir. Hayatın çeşitli bölümlerinde bireylerin birbirleriyle ilişkilerinde onların davranışlarım belirleyen esas karakterleri ortaya koyan Yunus, bunların birbiriyle eşleşmesini de başardı olarak vermiştir. Yunus’a bugün her günden daha çok kulak vermeliyiz. İnsanların maddî imkânlarının arttığı ama İnsanî değerlerin ortadan kalktığı bir zaman yaşamaktayız. Kültür olarak bir tekâmülden çok uzaktayız, hased, kıskançlık, iftira, ayak oyunlarının kıymet kazandığı bir ortamda fakir ve gariplerin, kimsesizlerin, mazlumların sesini duyan olmadığı gibi ilme, irfana, ilim adamına saygı kalmamıştır. Bütün bu sıkıntı ve dertlerin çözümlerini bize hatırlatan sözler Yunus’un şiirlerinde bulunmaktadır.
* Dr., Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi,
1 Güngör, Erol, Ahlâk Psikolojisi ve Sosyal Ahlâk, İstanbul 1995, ss. 63-64.
2 Tin, 95/4,5.
3 Muhyiddln Ibn Arabî, Fusûs ül- Hikem, Beyrut 1980, ss. 143/180/243.
4 Uzunçarşılı, I. Hakkı, OsmanlI Tarihi, Ankara, 1988, C. I, s.1-37; Ayverdi, Sâmiha, Türk Tarihinde Osmanlı Asırlan, K.B.Y., İstanbul 1977, s. 114, Soysaldı, İhsan, “Yunus Emre Divanında Dört Dinî Terim", Fırat Ü. llâhiyat F. Dergisi, sayı 7, Elazığ 2002, ss. 103-107.
5 Uzunçarşılı, a.g.e., s. 28-30.; Barkan, Ö. Lütfi, İstilâ Devrinin Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zâviye- ler, Vakıflar Dergisi, İstanbul 1974, c. II, s. 282.
6 Köprülü, Fuat, Osmanlı Devletinin Kuruluşu, Ankara, 1988,s. 25-48; Yılmaz, H. Kâmil, Aziz Mahmud Hûdâyi ve Celvetiyye Tarikatı, M.Ü.I.F. Yay., İstanbul 1990, s.18.
7 Öztuna, Yılmaz, Büyük Türkiye Tarihi, İstanbul 1989, C. 2, s. 25-61; Köprülü, Fuad, Osmanlı Devletinin Kunıluşu, T.T.K. Yay., Ankara 1994, s. 95; Gölpınarlı, Abdülbâkî, “İslâm ve Türk İllerinde Fü- tüvvet Teşkilâtı ve Kaynaklarf, IÜİFM, sayı. I-IV, İstanbul 1949-50, s. 80.
8 Öztuna, a.g.e., s. 50-59; Ülken, Ziya, Islâm Düşüncesi, I.O.F. Yay., İstanbul 1946, s.198; Köprülü, “Anadolu’da İslâmiyet’, IÜİFM, yıl 2, sayı V, İstanbul 1951, s. 387.
9 Mecdî, Terceme-i Şakâyıkı Numaniyye, İstanbul 1269, s.78; Gölpınarlı, Abdulbaki, Yunus Emre ve Tasavvuf, İstanbul 1961, s. 60; Ayverdi, Sâmiha, “Derviş Yûnus, Kubbealtı Mecmuası, sayı, 3, İstanbul 1974, ss. 26-36. Ayrıca tarihte iki Yunus’un bulunduğu da bilinmektedir.
10 Gölpınarlı, Abdulbaki, a.g.e, s. 60; Ayverdi, Sâmiha, a.g.m, ss. 26-36; Yılmaz, H. Kâmil, AzizMah- mud Hüdâyî, s.68.
11 Gölpınarlı, Abdulbaki, a.g.e, s. 60;
12 Bursevî, I. Hakkı, Şerh-i ebyat-ı Yunus Emre, Süleymaniye Ktp. Esad Efendi Bl., Nu. 1521/2, vr.40b.
13 Gölpınarlı, a.g.e., s.61; Köprülü, Fuad, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara 1966, s. 217.
14 Aşkun, Vehbi, Eşkişehirve Ululan, Eskişehir 1978, s.35; Erzi Adnan, “Yunus Emre’nin Hayatı Hak-
1S kında Bir Vesika", Belleten,T.T.K., Ankara 1950, c. XIV, no. 53, s. XVII. .
15 Gölpınarlı, a.g.e., s. 62; Turan, Osman, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul 1971, s. 6.
16 Öztelli,Cahit, Belgelerle Yunus Emre, Ankara, 1977, s.6-7; Kabaklı, Ahmet, Yunus Emre, (Türk Edebiyatı Vakfı Yay.),İstanbul 1987, ss. 37-47.
17 Yunus Emre, Divân, Haz. Mustafa Tatçı, İstanbul 1997, c. I, s.79-85.
18 Tehânevt, Keşşaf, Beyrut 1984,c.l, ss.75-78; Asım.Efendi, Kâmus Tercemesi, İstanbul 1305, c.ll, ss. 871-872; Ibn Manzûr, Lisânu’l-Arab, Kahire trs.,c. VI, s. 12-13.
19 M. Abdulbâki, Mu’cem, Kahire 1988, ss.119-120.
20 Alak, 96/6-8.
21 Kıyâmet, 75/3.
22 Rahmân, 55/33.
23 Uludağ, Süleyman, Tasavvuf ve İnsan, İstanbul 2001, s.187.
24 Barkan, Ömer Lütfi, “Osmanlı Imparatorluğu’nda Bir İskân ve Kolonizasyon Metodu Olarak Vakıflar ve Temlikler, Vakıflar Dergisi, s. II, Ankara 1942, ss. 279-386; ünlü mutasavvıf Mevlânâ da insan konusunda şunları söylemektedir: “Nice dilekleriniz var, bağış istemedesiniz; bir kendinize gelin artık, bağışın ta kendisi sizsiniz, şaşılacak bir şey anyorsunuz; fakat her şeyden fazla şaşılacak şeysiniz ki hem padişahsınız siz hem yoksul.” Mevlânâ, Divân-t Kebîr, Abdulbâki Gölpınarlı, KBY., Ankara 1992, 7/75. Bu anlatımıyla Mevlânâ insanı iki hususta uyarmaktadır. Birincisi kendini bilmesi ve tanıması aradığını kendinde araması İkincisi İse, yaratılmışa değil esas yaratana bakmasını ten- bih etmektedir. Mevlânâ insanın kendini bilmesi hususunda şu veciz ifâdeleri kullanmaktadır: “Ne vakte dek çare nedir, dermanım ne deyip duracaksın? Sana çare aratan kim? Onu ara... define bulabilirsin ama ömür bulamazsın. Sen kendini bul, çünkü bu define sana kalmaz, senin elinden de geçip gider. Daha fazla can çekiş, altın yığ, gönlünü hoş et. Bütün altının, gümüşün, malın-mülkün cehennem yılanıdır. Mevlânâ, Dîvân-ı Kebîr, 7/286-287. Burada Mevlânâ meselenin aslını ne kadar özlü ve açık bir şekilde ifâde etmiştir. Dünyanın sıkıntıları arasında kaybolup giden insanlar için gerçekten bir ilâç ve reçete mahiyetindeki bu sözler ibret alınarak okunması gereken hakikatlerin ta kendisidir.
25 Bkz., Köprülü, Fuad, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, 2. Baskı, Ankara 1966, s. 217.
26 Aktaş, Şerif, “Yunus Emre’de Lirizmin Kaynağı”, Yunus Emre İle İlgili Makalelerden Seçmeler, KBY, Ankara 1991, ss. 11 -13.
27 Emre, Yunus, Divan, (Risâletü’n-Nushiyye), Mustafa Tatçı, MEBY, İstanbul 1997, c.lll, ss. 45-46, bkz., Kaplan, Mehmet, “Yunus Emre’nin İnsan ve Ahlâk görüşü”, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, İstanbul 1973, c. XXI, ss. 65-82. İnsanın yaratılması hakkında İsmail Hakkı Bursevt, Kitâbu’-Netice adlı eserinde şunları zikretmektedir: Allah insanı yarattı ki kendine halife olsun, Hakk’ı görmek isteyen halife yüzüne nazar etsin. Çünkü Allah büyük bir perdeyle gizlenmiştir. Bursevî Allah’ın insanı yaratmadaki hikmetini ve halife tayin etmesini bu şekilde yorumlamaktadır. Bkz., Bursevî, İsmail Hakkı, Kitâbu’-Netice, İstanbul Belediyesi Atatürk Ktp.,Osman Ergin Yazmaları, no. I, vr.19b. Birçok mutasavvıf da insanı bir şehre benzeterek açıklama yapmışlardır. Mevlânâ, Yunus Emre, Hacı Bay- ram-ı Velî gibi zâtları bu gurup içerisinde saymak mümkündür. Mısrî de bu şehrin dört kapısı olduğunu belirtir. Bunlar ise; göz, kulak, dil ve eldir. Bütün mahlukâtın bir taraftan girip diğer taraftan da çıktığını, insanın aklı ve anlayışıyla faydalı ve zararlı olanları ayırdığını belirtmektedir. Mısrî, Nîyâ- zt, Mevâid, v.40b, Selimağa Ktp, Hüdayi Böl. 587.; Aşkar, Mustafa, NiyâzT-i Mısrî ve Tasavvuf Anlayışı, KBY, Ankara 1998, ss. 304-305.
28 Bkz., Düzen, İbrahim, ‘Aziz Nesefi’ye göre Allah, Kâinat ve İnsan, Ankara 1991, s.128.
29 Emre, Yunus, Aynı eser, ss. 46-47; Muhyidin ibn Arabî, Hakk, Kendisinin tecelli edeceği bir ayna olarak önce âlemi yarattı. Bu ayna bu bağlamda İbn Arabî âleme büyük insan ve Makrokosmos isimlerini vermektedir. Insan-ı kebir olarak tabir edilen varlığın en önemli özelliği ondaki her bir mevcudun Allah’ın özel bir ve yalnızca bir veçhesini (ismini) temsil etmesidir. Bu temsil etmenin belli sınırları yoktur. Parçaların birbirine belirgin irtibatları da bulunmaz. Sanki bir çeşit bulutsu, puslu bir ayna gibidir. Allah’ın Kendini seyretmek için yaratmış olduğu ikinci varlık olan insan ise, her bir nesneyi gerçekten olduğu gibi yansıtan iyi cilalanmış kusursuz bir ayna gibidir. Aslına bakılırsa insan âlem denilen bu aynanın bizâtihi cilâsıdır. Bkz., Arabî, Fusûs ül-Hikem, Beyrut 1980, s. 11-48. İnsanın yaratılışı konusunda OsmanlI’nın İbn Arabîsi kabul edilen Selahaddin Uşşâkî, âyet-î kerime ışığında şunları zikretmektedir: "Salâhî, insan hakkındaki açıklamalarını yine âyetler ışığında şöyle devam ettirin “Sizi zayıf bir halde yaratan, zayıflığınızdan sonra size güç veren ve gücünüzü gösterdiğiniz bir dönemden sonra (yaşlılığın getirdiği) zayıflığa sizi duçar eden ve saçlarınıza aklar düşüren O’ dur. O, dilediğini var eder, O her şeyi bilendir ve sınırsız güç sahiptir.” (Rum/54) Âyette de işaret edildiği gibi, insan önce zayıf yaratılmış, daha sonra ona bir kuvvetlilik hâli verilmiştir. Dolayısıyla insanın zayıf ya da kuvvetli olması bir keyfiyetten ibarettir. Zira kişi kendi zayıf mertebesinden yükselmek suretiyle kuvvetlilik mertebesine erişir. Burada zayıflık keyfiyeti öz itibarıyla kuvvetlilik keyfiyetinin aslı olur. İkinci yönden zamanla yüce ruhî makamlardan, suflî beşerî menzillere inmiştir. Zira onun zayıf yaratılan vücûdunda bir kuvvet istidadı vardır ki, süflî makamdan ulvî makama onunla geri dönme mümkün olmuştur. O kuvvet ve istidadına göre, önce le- dünnî olarak alınan ilimler zahiren elde edilmesi için bol, bol verme gerektirir. Zahir ilimlerle maksut olan zâta ulaşması mümkün olamadı. Batınî ilimlerin başlangıcı olan mücâhedeler, riyâzatta, içtihatta, nefis tezkiyesinde ve kalp tasfiyesiyle olabileceği kabul edilmektedir. Muhabbet güneşi ışığı niyazsız kalp aynasına, ilim erbabı rüsum ashabı olmaktan dolayı insanlar arasında tam bir fazilet , ile şöhret olup itibar ve şeref tacını başa giymekle olmuştu. Uşşâkî, Salahaddîn, Mevlânâ’nın Ga- zel-i Yeftem’in Şerhi, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Atatürk Kitaplığı, Osman Ergin vr.506; Soysaldı Ihsan, Salahaddin Uşşâkî’nin Tasavvuf Felsefesi, (Basılmamış Doktora Tezi), Ankara 2002.
30 Yunus, Divân,(395/1) c.ll, s. 496.
31 Aynı eser., (370/4), c.ll, s. 470. ’
32 Aynı eser,(19/5), c.ll, s. 64; Aziz Nesefî de insanın organizmasının bir âleme benzediğini, Rab bütün âlemleri nasıl kapsıyorsa ruhun da bu vücût âlemini kapsadığını ifâde etmiştir. İnsanın hiçbir organı ruhtan hâli değildir. Fakat hiçbir organ da ruh değildir. Bundan dolayıdır ki, ruhun varlıklara olan yakınlık ve uzaklığı birdir. Ruh bizzat cisimle beraber, cismi en küçük organına kadar kapsamış demektedir. Nesefî, Aziz, Keşfet- Hakâik, Tahran, 1965, ss.75-76; Düzen, İbrahim, Aziz Nese- fî’ye Göre Allah, Kâinât ve İnsan, Ankara 1991, s.125.
33 Yunus, Divân,(158/2), c. II, s. 220.
34 Yunus,Dîvân, (261/1,3,6), c. II, s. 345.
35 Yunus, Dîvân, (33/1), c.ll, s. 80. Sûfîler ise, ölümü dört kısma ayırmışlardın
1- Mevt-i ahmer. Nefse muhalefet etmektir.
2- Mevt-i ebyaz: İnsanın iç dünyasının aydınlanması ve kalbinin saflaşmasıdır.
3- Mevt-i ahdar. Kıymetsiz ve yamalı elbise giymektir, nefis bundan hoşlanmaz, böylece onun gurur ve kibiri kırılır.
4- Mevt-i esved: Fâil-i hakikinin Allah olduğunu bilerek, halktan gelen eza ve cefalara tahammül edip, isyan etmemektir. Nefis bu dört ölümle ölmeden hakiki matlup yüz göstermez. Kuşeyrî, Risale, Tah. Ali Abdulhamid, Beyrut 1993, ss. 90-96; Ayr. bkz. Bursevî, I.Hakkı, Kitâbu’n-Netice, Bursa Eski Eserler Kütüphânesi, Genel no. 64 vr. 2a, 133b- 135b. ’
Bu anlatılan ölüm çeşitleri, ile hep nefis terbiyesi ve manevî ölüm hâlinin yaşatılması sağlanmaktadır. Kul, nefsini kötülüklerden alıkoymayı başarırsa Allah ve Resulünün istediği gibi bir hayat yaşayabilecektir. İbrahim b. Şeybân anlatıyor Köyde iken yanımda bir genç vardı. Bu genç ailesinden ayrılmış, mescitte kendisini ibâdete ve taata vermişti. Âdeta ona âşık olmuştum. Bir gün hasta oldu. Ben de cuma namazını kılmak için kasabaya gittim. Kasabaya gidince Cumadan sonraki vakitleri ve geceyi orada dostlarımla geçirmek âdetimdi. O gün ikindi vaktinden sonra içime bir sıkıntı düştü. Yatsıdan sonra köye geldim. Genci sordum, rahatsız olduğunu zannettiklerini söylediler. Yanına gittim, selâm verdim. Elini tuttum, o esnada ruhunu teslim etti. Cenazesini yıkama işini bizzat kendim yaptım. Nâşına su dökerken yanlışlık yaptım. Eli elimde olduğu halde sağ yanına su dökecekken sol tarafına su döktüm. Genç elini elimden çekti, hatta cenazenin üzerini örten şeyler bile yere düşmüştü. Yanımdakiler kendilerinden geçerek yere düştüler, sonra genç gözlerini açarak bana baktı, beni korkuttu. Hemen cenaze namazını kılıp nâşını toprağa koymaya başladık. Bu sırada yüzünü açtım ve o tebessüm etti. Üzerini düzledik ve toprağı kapattık. İnsanın Allah’a yakın olması, ibâdetin ihlâslı olması sonucunda ölüm halinde dahi onun bazı özel hallere sahip olup, yanlışları ikaz edebileceği gerçeği vurgulanmaktadır. Bize göre ölü görünen, hakikatte ölmemiş, yaşıyor- dur. Ceset ölür fakat ruh yaşar. Onu ancak hissedebilenler anlar. Kelebazî, et-Taarruf, Tah. Mu- hammed Emin, en-Nuri, Kahire 1992, ss. 210-220; Bkz., Muhâsibî, Riâye, ss. 113-116.
36 Yunus, Divân, c.l, s. 245.
37 Aynı eser, c. I, s. 247.
38 Aynı eser Yunus, Dîvân, o. 1, s. 252.
39 Aynı eser, c. I, s. 252.
40 Aynı eser, c. I, s. 250; Sançar, Nejdet, "Yunus Emre’de İki Mesele: Hayat ve Ölüm”Türk Yurdu, Istanbul 1966, sayı 319, ss. 43-44.
41 Emre, Dîvân, (397/3), o.l, s. 385.
42 Aynı eser, (227/2), s. 309.
43 Emre, Yunus, Divân, c. III, ss. 47-48; Aziz Nesefî insan konusunda, insanın küçük âlem olduğunu, belirtir. Allah “ Onu tesviye edip kendisine nıhumdan üflediğim zaman" Hicr, (15/29) âyetiyle rûhu kendisine nispet etmiş olduğunu vurgular. Âyette geçen “tesviye” kavramı Nesefî’ye göre istidât manasında kullanılmıştır. Durum böyle olunca İnsanî rûha ya da izâfî rûha sahip olmak için iki şartın yerine gelmesi gerekmektedir. Birincisi insan mertebesine yükselmek, ikinci ise, bu rûhu kabul edecek istidâda sahip olmaktır. Bkz. Düzen, İbrahim, Aziz Neseffye Göre Allah, Kâinat ve İnsan, Şanlıurfa llâhiyat Fakültesi Yay., Ankara 1991, s. 126; Izutsu, Toshihiko, Kur’ân’da Allah ve İnsan, Ter. Süleyman Ateş, İstanbul trs., ss. 299-304; Nesefî, Aziz, Tasavvufta İnsan Meselesi, Insan-ı Kâmil, Ter. Mehmet Kanar, İstanbul 1990, ss. 14,71,113.
44 Emre, Yunus, Divan,(Risâletü’n-Nushiyye), c. III, ss.48-49.
45 Aynı eser, c. III, s.49.
46 Aynı yer.
47 Emre, Divân,(Risâletü’n-Nushiyye), c. III, ss. 52-53; meşhur sûfî Haris el-Muhâsibî de insanı kendisine ana konu olarak almıştır. İnsanı bir bütün olarak değerlendirip, Allah tarafından yaratılmış bir terkip olduğunu belirtmektedir. Muhâsibî, ruh insanda bulunduğu sürece insan gören, duyan, konuşan ve düşünen bir varlıktır. Beden ruhun taşıyıcısı, ruh ise insanın duyarlılığını temsil eder. Eğer insana bir diken batsa ya da başka bir cisim batsa acıyı ruhu ile duyar. Ruh olmasa elem de olmazdı. Ruh bedenden çıktığında ateşle yansa dahi bir acı hissetmemektedir. Bkz., Muhasibi, el-Halva ve’t-Tanankkul fi’l-lbadât ve’d-Derecâti’l-Abidin, Beyrut 1954, s. 470; er-Riâye, Mısır 1971, s. 160; Aydın, Hüseyin, Muhâsibî’nin Tasavvuf Felsefesi, Ankara 1976, ss. 31-32; XVII. Yüzyılda yaşamış ünlü Türk mutasavvıflarından Abdülmecîd Sivâsî (1583/1639) gurur konusunda şöyle demektedir: "Bahçesine nadir bulunan bir çiçek diken kişi o bahçenin etrafını çevirip koruma altına almadan ve bahçeyi yabanî otlardan temizlemeden o özel çiçeği ekmediği gibi, vücûd bahçesini de kötü huy ve ahlâklardan temizleyip, zühd ve takva fidanını gözyaşıyla sulamadan meyve vermez. Bunlarla birlikte fidanın kurumaması canlı kalabilmesi için kibir, gurur, riyâset ve kötü arkadaş gibi zarar veren tehlikelerden uzak durmak gerekir. Çünkü marifet ağacı ateşle sulanır. Sivâsî, Abdülmecîd, Mi’yâr- ı Tarîk, Süleymâniye Ktp., Mihrişah Sultan nr. 300/3, vr. 7a; bkz., Gündoğdu, Cengiz, Bir Türk Mutasavvıfı Abdülmecîd Sivâsî, KBY., Ankara 2000, s. 356.
48 Yunus, Dîvân(Risâle-i Nushiyye), c. III, ss. 62- 64.
Yakın dönemde yaşayan mutasavvıflarımızdan Osman Bedrûddîn Erzurûmî de insan konusunu işlerken şu şekilde bir tasnife gitmiştir. İnsanlar din işlerindeki durumlarına göre dört kısımdır; 1- Nefis ve ruhlarıyla bahtiyar olanlar. Bunlar peygamberler ve onların varisleri olan evliyâdır. 2- Nefisleri ve ruhlarıyla bahtsız olanlar. Bunlar müşrik ve kâfirlerdir; mü’minlerden de büyük günahlarda ısrar edenler bu sınıfa dahildirler. 3- Nefisleri ile bahtsız oldukları halde ruhlarıyla bahtiyar olanlar. Kafir iken sonradan hidayete erenlerle günahkâr mü’minlerden sonradan tevbe edip Allah’a yönelenler bu guruptandır. Bu sınıftan velâyet derecesine ulaşanlar da olabilir. 4- Görünüşte ve nefisleriyle mutlu gibi görünenler. Bunlar özellikle geçmiş ümmetlerde iyilikten fenalığa yönelenlerdir. Hz. Peygamber ümmetinde böyle olanlann sayısı onun da yardımıyla azdır. Bkz., Erzurûmî, Osman Bedrûddîn, Sohbetnâme, (Haz. Cemâleedin Emiroğlu), Elazığ 1984, c.ll, ss. 48-49.
49 Yunus, Divân (Risâle-i Nushiyye), c. III, ss. 100-104; sabrı imanın yarısı olarak tanımlayan Gazâlî, insanı şehvete sürükleyen kuvvet karşısında dinî vazifeleri yerine getirme konusunda gösterilen dayanışmaya sabır adını vermektedir. İnsan hayatında sevilen ve sevilmeyen birlikte bulunduğunu bunlar olmadan hayatın olamayacağını, her iki konuda da sabrın gerekli olduğunu ifâde eder. Ona göre bolluk ve nimet içinde olanın sabrı yokluğa ve musibete sabreden kişinin durumundan daha zordur. Sabırda esas önemli konu bolluk ve afiyette sabretmektir. Felâkete uğrayan kişinin diğer insanlar gibi davranması sabr-ı cemîldir. Bunun yanında kişinin gönlünün hüzünlenmesi, göz yaşı dökmesi onun sabrının olmadığını göstermez. Çünkü bu bir acıma ve merhamet neticesidir. Gazâlî, Ihyâ, c. IV, Mısır 1957, ss 59-72; Mevlânâ ise, “Sabır güzel hâllerle tatlılaşır. Çünkü her şeyden evvel içinde bulunduğun sıkıntıdan kurtulma hayaline düşersin. O kurtuluş ümidi, içteki imandan gelir. İman zayıfımdan da ümitsizliğe, iç sıkıntısına uğrarsın. Sabır, iman yüzünden baş tacı olur. Bundandır ki, sabrı olmayanın imanı da yoktur.” Mevlânâ, Mesnevi, c.ll, ss. 598-600; XV. Yüzyıl mutasavvıflarından Eşrefoğlu Rûmî de sabır konusunda şunları nakletmektedir “Âşık odur kim Hakk’dan her ne gelse eğer rahat eğer mihnet hiç fark eylemezler’’ Eşrefoğlu Rûmî, Hakk’tan gelen her şeye râzı olduğunu çünkü seven sevdiğinden gelen her şeye katlanır. Bu yeri gelir zehir olur, yeri gelir bal ve şerbet olur. Aksi olduğu takdirde sevgiden bahsedilmesi hata olur. Kara, Mustafa, Eşrefoğlu Rûmi, Ankara 1995, s. 60.
50 Yunus, Divân(Risâle-i Nushiyye), c. III, ss. 112-130. 106
51 Yunus, Dîvân, c. I, s. 399.
52 Fecr, 89/27-28.
53 Yunus, Risâle-i Nushiyye, c.lll, ss.139-157.
54 Bkz., Alıçlı, Sırrı, ‘Yunus Emre’de insanlık”, Türk Yurdu, S: 319, İstanbul 1966, ss.117-120.