Makale

OSMANLI ARŞİV BELGELERİNE GÖRE ÎHTÎDÂ ETMENİN ŞARTLARI -Tanzimat Sonrası Belgeler Işığında-

OSMANLI ARŞİV BELGELERİNE GÖRE ÎHTÎDÂ ETMENİN ŞARTLARI

-Tanzimat Sonrası Belgeler Işığında-*

Mehmet ŞEKER**

Özet:

Müslüman olmayan bir kimse Müslüman olmaya zorlanamaz. Islâmiyeti kendi arzu ve isteği ile kabul edenlere “mühtedî”, bu olaylara da “ihtidâ” adı verir.

Islâm tarihinde ihtida hareketleri Islâm’ın doğuşundan beri olagelmiştir. Osmanlı tari­hinde de aynı şekilde ihtidâlar beyliğin kuruluşundan, devletin yıkılışına kadar zaman zaman ya tek, ya da yığın olarak görülmüştür. Ancak bu olayların belli bir sistem halinde ve belli şartla bağlı olarak süregeldiği söylenemez.

Farklı zamanlar da, farklı- ortamlarda yine farklılıklarla kaydedilebilecek ihtidalar olmuştur. Nitekim, Osmanlı Devleti tarihinin başlangıcında görülen ihtidalarla, son dönem uygulamaları arasında farklılıklar olduğu, kaynakların araştırılması sonucu anlaşılmaktadır. İlk dönemlerdeki ihtidâlar ile ilgili herhangi bir şart aranmazken, Tanzimat sonrası ihtidalar­da mühtedîler için bazı kayıtların konulduğu ve bazı şartların arandığı görülür.

Bu makalede, özellikle, Osmanlı arşivlerindeki belgelerden, ihtidâ etmek isteyenlerin uyacakları ve onlar için uygulanacak şartlar belirlenmeye çalışılacaktır.

Anahtar Kelimeler: İhtida, Mühtedi, İslam, Osmanlı Arşivleri, Tanzimat

Abstract:

The Conditions of the Conversion to Islam

(In the Light of the Documents of the Ottoman Archives After Tanzimat)

The cases of conversion in the Ottoman Society have always been one of the most interesting and most curious subjects of the historians.

It is well-known fact the concept of “ihtida” (conversion) has been used generally in the meaning of choosing Islam voluntarily, willingly. Having so, many documents on the matter among the Ottoman archives recently we have observed that several studies have been conducted about them.

But at the same time we have noticed that none of these studies had not emphasized on the conditions of the conversion (ihtida) cases. That is why this paper is devoted to the conditions of the conversion in the light of Ottoman Archives documents.

Key Words: Islam, Ottoman Archives, Tanzimat, Conversion (ihtida)

Giriş

Osmanlı devletinin kuruluşundan sonra gelişen hâdiseler gözden geçirilince, daha ilk yıllardan itibaren ihtidâ olaylarına rastlanır. Bu durumun, Osmanlılann komşuları ilişkileri ve karşılıklı iletişimlerinin bir sonucu olarak görülmesi, son derece normaldir. Ancak ihtidâlarda ekonomik , siyasî, dinî ve sosyal faktörlerin de rol oynadığı göz ardı edilmemelidir. Bu arada, şartların sürekli değişkenlik ar- zetmesi sebebi ile ihtidâlarm da zamana ve mekâna göre değişme gösterdiği or­taya çıkmaktadır.

Başlangıçta ihtidâlarm ferdî olarak görülmesine şaşmamak gerekil-. Özellik­le ikili ilişkilerde, karşılıklı etkileşimin sonucunda bazı ihtidâ olaylarına rastlan­dığı görülmektedir. Ancak bunların sayısı çok fazla değildir. Evliliklerden sonra görülen ihtidâlar tabiî bir gelişmenin sonucu olarak kabul edilebilir. Araştırmalar, bu ihtidâlarda zorlama ve baskı uygulanmadığını göstermektedir.1

Bilindiği gibi, îslâm tarihinde Müslüman yöneticilerin; gayr-i müslim vatan­daşlarına din ve vicdan özgürlüğü sağladıkları açıkça görülmektedir. Zaten Kur’an-ı Kerim’de “Dinde zorlama yoktur, doğra eğriden ayrılıp ortaya çıkmış­tır ”2 âyeti yer almaktadır. Bu âyetin çok net olarak belirttiği husus, dinde zorla­manın olamayacağıdır. Hz. Peygamberin hayatmda da bu durumu teyit eden riva­yet ve haberler bulunmaktadır.

Hatta, îslâm hukukçuları bir kimsenin müslüman olmayan karısına dahi müs­lüman olması yolunda baskı yapamayacağı görüşünü benimsemişlerdir. Nitekim uygulamada bunun bir çok örneğine rastlanmaktadır. Türkiye Selçuklu sultanların­dan Et. Gıyaseddin Keyhüsrev’in Gürcü eşi sarayda rahipleriyle ve kilisesiyle ikâ­met etmiştir.3 Osmanlılar da Selçuklular’ın mirâsı üzerine devlet kurmuş bir hâne- dân olarak, hemen her konuda onların takipçisi olmuşlardır. Özellikle dinî hoşgö­rüde OsmanlI’nın daha kuruluşundan itibaren Hıristiyan komşuları ile iyi geçinme hususunda ne kadar özverili davrandıkları tarihî örneklerle görülmektedir.

İslâm toplumu içinde yaşamayı kabul edip, Müslüman yöneticilerin idaresi altına giren gayr-i müslimler artık ehl-i zimmet’tendirler, zimmî statüsündedirler. Zimmî olanlar, cizye ödemek suretiyle, yalnız dinlerine göre yaşama özgürlüğü değil, aynı zamanda kendilerine koruma isteme hakkım onlara veren bir sözleş­meyi de böylece yapmış oluyorlardı.

îşte Osmanlı sınırlan içindeki gayr-i müslim unsurların statüsü, cizye ver­mek suretiyle kendilerine her şeyden önce dinlerinde kalmayı sağlıyordu. Müslü­man olmayanlar, hangi dine mensup olurlarsa olsunlar, inançları üzere devam et­melerinin kendilerine sağlanması hususunda bir “ahd ü emari’ alırlardı. Bu gü­venlik sözleşme belgesi kişilere verildiği gibi, cemaatlerin temsilcisi durumunda olanlara verildiği takdirde bütün ilgili cemaate mensup kişilerin bu belgeye sâhip olduğu kabul edilirdi.

Nitekim, Ortodokslara ve diğer hıristiyan unsurlarla yahudilere verilen ahid- lerde, onların dinî hayatlarında, öncelikle kendi dinlerinin icâbına göre davrana­bilecekleri kabul edilmiş oluyordu. Buna rağmen her devirde az çok varlıkları gö­rülen mutaassıp kimselerden bâzıları Fâtih’in İstanbul’u fethedip, duruma hâkim oluşundan sonra;

-“İslâmiyet bu derece güç bulup yükseldiği bir durumda, hıristiyanlara; ya İslâm olunuz veyahut kılıçtan geçersiniz, diyerek bu işi tamamına erdirmemek nasıl caiz görülür?’ diye ileri geri konuşmaya başlamışlardı. Fâtih bu konuşma­lardan haberdâr olunca;

-“Din-i İslâm ’ı Hazret-i Şâri ’den ziyâde himaye etmek iddiasmda bulunmak ne büyük vazifesizhktir!” karşılığım vererek, bu konuda kesin tavrını koymuştur. Yani, Fâtih, ‘İslâmiyet’in koyucusundan daha fazla koruyuculuğa kalkışmak ne büyük haddini bilmezliktir’ demek istemiştir.4

Nitekim, Galata hıristiyanlarına verilen fermanda çok açık bir ifâde ile; “...bir kâfiri rızası olmadan müslüman etmiyeler...”5 denmektedir. Yâni müslü­man olmak istemeyeni, zorla müslüman yapmaya kalkışılmaması yolunda bir ba­kıma yasaklamayı da içeren bu belgenin bir benzerini 1239/1843 yılma âit bir başka fermanda görmekteyiz: Bursa (Hüdâvendigâr) sancağı zabtiye baş memu­ru ismet Paşa, Bursa ve tevâbii muhassalı Mustafa Kâni Bey ve Bursa Meclis

üyelerine hitâben yazılan bu fermanda şu ifâde yer almaktadır: “ bt zimmînin

kendi rızası yoğiken cebren kimesne müslüman eylemeyesiz...”1

Bu kesin emir ve yasaklara rağmen, mahkemeye çıkarılan bazı hıristiyanla- nn bu mahkemelerce “ikrahla müslüman oldukları” tespit edildiğinden yine eski dinleri üzere bırakıldıklarına karar verildiği görülmektedir.7 Bu tür konularda ne kadar titiz davranıldığı, Beşiktaş’a ait Şer‘iyye Sicillerinde bulunan ve Beşiktaş mevkiinde bir hıristiyanın dinine küfreden bir müslümanm, mahkeme tarafından şehir dışma sürülmek sûretiyle cezâlandınldığına dâir belgede de açıkça görül­mektedir.

Alman tarihçi Hammer’in anlattığı bir habere göre; Yavuz Sultan Selim (1512-1520) bir gün durup dururken; dünyayı fethetmenin mi, yoksa bütün mil­letlere müslümanlığı kabul ettirmenin mi daha uygun ve doğru olacağını sorar. Hükümdânn bu sorusuna karşılık, Şeyhülislâm Ali Cemâli Efendi (Zembilli Ali) (Öİ.1525), ikinci şıkkın daha uygun olacağım belirtir. Bunun üzerine Sultan; top­raklarında hıristiyanlığın yasaklanmasını ve müslüman olmak istemeyenlerin de idamım emreder. Beklemediği bu karar karşısında Ali Cemâli Efendi, Padişahın bu kararının isabetli olmadığım anlatmak üzere sadrazam Pîrî Mehmed Paşa (Öİ.1532) ile anlaşarak Rum Patriği ile maiyetinin Edirne’de Hükümdâr’m huzu­runa çıkarılmasını sağlar. Patrik, Fâtih Sultan Mehmed (1451-1481) tarafından İstanbul’un fethinde hıristiyanlığa serbestlik verildiğini ve hiçbir kimsenin zorla müslüman edilmeyeceği taahhüdünde bulunulduğunu belirtir. Ancak, bu müsa- âde ve taahhüdü hâvî fermanın bir yangında yanmış olduğu ifâde edilir. Bunun üzerine durumun ispat edilmesi istenir. Nihayet fetihte hazır bulunmuş iki yaşlı yeniçerinin şahâdeti ile, hıristiyanlara dinlerinin değiştirilmeyeceğine dâir taah­hüt verildiği anlaşılınca, Yavuz, emrini geri alır....8

Aym olayı anlatan Mustafa Nuri Paşa (öl. 1890), Pâdişâh’m böyle bir karan durup dururken değil, hıristiyan halk içinde Bizans’ı ihya etme gayretlerine des­tek verenlerin artmış olduğunu öğrenmesi üzerine verdiğini belirtmektedir.9

Görüldüğü gibi Osmanlılar, gayr-i müslimleri din değiştirmeye zorlamamış- lardır. Zorlamamalarının başta gelen sebebinin; İslâm dininde din değiştirmeye zorlanmasına müsaade edilmemiş olması yanında, başka sebeplerin bulunabile­ceği de düşünülebilir. Gayr-i müslimlerden alınan cizye gelirleri, onlar müslüman olduklan takdirde kesilecek, dolayısı ile devletin gelirlerinde bir azalma olacak­tır. Ancak bu durum müslüman olmak isteyenlerin ihtidâlanna büyük bir engel gibi görülmemelidir. Aynca bilindiği gibi Osmanhlar’m “millet sistemi” farklı dinlere mensup topluluklardan oluşmakta idi. Şayet müslüman olmayanlar ihtidâ- ya zorlanmış olsalardı, bu durumda toplum yapısındaki dengeler bozulurdu. Bel­ki bunlar gibi daha başka sebeplerle olacak ki, gerek Osmanlılar, gerekse diğer İslâm devletleri gayr-i müslimlerin ihtidâlannda zorlama yoluna gitmemişlerdir.

Ancak, yukanda da işaret ettiğimiz gibi daha Osmanlılar’ın kuruluşundan itibaren ihtida olaylan görülmektedir. Biz bu çalışmamızda bunlara bazı örnekler verdikten sonra, özellikle Osmanlılar’ın son zamanlarında ortaya çıkan olaylar sebebiyle ihtidalar için alınan bazı tedbirlere değineceğiz ve Tanzimat sonrasın­da ihtidâlarda aranacak şartlan belgelere dayanarak ele almaya çalışacağız.

1- îlk İhtida Örnekleri, ve Bunların Değerlendirilmesi

Öncelikle Osmanlılar’m kuruluş yıllarında Osman Gazi(1281-1324)’nin çevresinde toplanmış olan şahsiyetler arasında sâdece müslüman olan Türkler’in bulunmadığım gösteren rivayetlere rastlamaktayız. Bu rivâyetler arasında; Har- mankaya Tekfuru Köse Mihal(öl.l326?)’e işaret eden; “dâyim anun ile bile olur­du”10 ifadesi, müslüman olmayanların da Osman Gâzi’nin yanında bulunduğuna dair açık bir kayıt olarak yer almaktadır. Aşıkpaşazâde’nin bu kaydından sonra Köse Mihal’in daha sonra müslüman olduğunu gösteren bir rivayetin de yer aldı­ğım görüyoruz.

Buna göre; Osman Gâzi’nin “Mihal’ı okuyalım. Islâm’a davet edelüm. Anı müslüman edelüm”11 dediği kaydedilmektedir. Bu ifadelerden sanki Köse Mi­hal’in “Islâm’a davet” edilmek üzere çağrıldığı anlaşılmaktadır. Halbuki rivaye­tin bütünü dikkatlice okunduğunda söz konusu davetin, Osman Gâzi’nin arkadaş­ları ile bundan sonra takib edecekleri askerî strateji konusunda bilgi alışverişinde bulunmak için vâki olduğu anlaşılır.12 Çünkü Osman gâzi, daha önceleri de Mi- hal ile bu tür görüş alış verişlerinde bulunmuştur.13 Ancak yine de Mihal’in davet üzere geldiğinde bizzat kendisinin Osman Gâzi’ye söylediği sözler konumuz ba­kımından ilginçtir.

Mihal, Osman Bey’le el sıkıştıktan sonra, şöyle konuşmuştur: “Hânum! Be­ni müslüman edün. Hazret-i Resûl’ü düşümde gördüm. Bana iman arz kıldı.”14 “iman teklif ettiler, kabul etti.” Rivayet şöyle devam etmektedir. “Ve ol bâtıl di­ni terk edüp hâlis müslüman oldu”.15

Aşıkpaşazâde’nin bu rivayetinin başı ile sonu arasında bir çelişki bulunmak­tadır. Zira daha önceleri de olageldiği gibi, ya istişarede bulunmak, ya da karar verilen bir seferi haber vermek üzere davet edilen Mihal’in çok yakın dostu olan Osman Gâzi tarafından “müslüman olmazsa evvel onun vilâyettin uralum” dü­şüncesi ile daveti dostluğa uygun düşmez. Böyle sefere hazırlanmış bir orduya iş­tirak etmek üzere davet olunan bir müttefikin gönül nzası ile gelişinden sonra, onun ülkesinin vurulması düşünülemez. O bakımdan, bu davet doğrudan çıkıla­cak olan seferde birlikte hareket etmek üzere yapılmıştır. Bu yüzden bu ifadele­rin, Âşıkpaşazâde’nin Tarihinde yer alan rivâyete ya sonradan ilâve edilmiş ol­ması, ya da yazarın dinî gayreti ile eklenmiş olması muhtemeldir.

Burada asıl üzerinde durulacak husus, Mihal’in bir dönem boyunca, Osman Gâzi ile dostluğunun ilerlemesi sonucunda kendi kendine Islâm’ı kabul edecek bir konuma gelmiş olmasının görülmesidir. Genellikle bu tür eserlerde rüya mo­tifi yer yer tekrarlanır.16 Konuyla ilgili rivayette verilen diğer bilgilere göre, yıl­lardır dost olan Osman Gâzi ile Köse Mihal’in artık her bakımdan birbirleriyle it­tifak içinde olmaları gerekir. Bu durumda, uzun süre bir gayr-i müslim olarak Os­man Gâzi ile dostluğunu sürdüren Köse Mihal artık müslüman olmaya, ihtida et-, meye karar vermiş ve bu kararını da söz konusu buluşma sırasında açıklamayı uy­gun bulmuştur.17

Sultan Murad (I, 1360-1389)’m yeniçeriliği ihdasıyla ilgili rivayetlerde esir çocuklarının müslüman oluşlarına dair haberler de konumuz bakımından ele alı­nabilir. Âşıkpaşazâde ve Neşrî Tarihi’nde; Kazasker Çandarlı Kara Halil ile Ka­ramanlı Molla Rüstem’in tavsiyeleri üzerine toplanan çocukların müslüman Türkler’in yanına verilmesi sonucunda bunların müslüman oldukları anlatılmak­tadır.18 Ancak Âşıkpaşazâde; “..ve bu tertib üzerine Evrenüz dahi bir kadı tayin etdi. Ve hayli oğlanlar cem‘ olundı. Hân’a getürdüler. Halil eyidür: “Bunları Türk’e verelüm. Türkçe öğrensinler. Bunlan dahi çeıi edelüm” dedi. Ve hem anun gibi olındı.Yevmen fe-yevmen ziyâde olundı. Tamam ki müslüman oldı- lar... ”15 ifadeleri ile olayı anlatmaktadır. Neşrî ise; “Çandarlı Hayrüddin Paşa ey t- di: “Bunları Türk’e verelüm. Hem müslüman olsunlar, hem Türkçe öğrensünler. Sonra getürelüm, Yiniçeri olsınlar” didi. Pes öyle idüb, yevmen fe-yevmen yini- çeri ziyâde oldı. Evvel Türk’e virüb bir nice yıl kullanur, hem Tiirkî öğrenüb, hem müslüman olur...”20 şeklinde nakleder.

Her iki nakilde de, ortak olan ifâde “Türk’e verme”dir. Âşıkpaşazâde bunla­rın öncelikle “Türkçe öğrenmeleri”nin hedeflendiğini öne çıkarırken Neşrî, “müslüman olsunlar” ifadesini önce, Türkçe öğrenmeyi sonra zikrederek sanki farklı bir uygulamaya dikkat çekmektedir. Ancak her iki durumda da aynı sonu­ca varılacaktır. Çünkü bu çocuklar, yanlarına verildikleri Türk ailelerinin yarım­da birkaç sene çalışarak, onlarla kaynaşmakta ve Türk örf, âdet ve geleneklerini yaşayarak öğrenmektedirler. Tabiatıyla bu arada Türkçe’yi de konuşmaktadırlar. Aynı zamanda müslüman-Türkler’le birlikte yaşayarak İslâmî yaşayışı da gör­dükleri için, bundan sonraki hayatlarım müslümanlar gibi devam ettirmektedirler. Nitekim bunların içinden samimi Müslüman-Türk devlet adamları çıktığım tarih­ler kaydetmektedir.

Hem köse Mihal’le ilgili rivâyette, hem de esir çocuklarının müslümanca ya­şayışlarındaki tercihlerinde görüldüğü gibi onların tamamen kendi arzu ve irade­lerine bağlı olarak ihtidâ ettikleri düşünülebilir. Bundan sonraki ihtidalarda da bu yolun tutulduğu, arzu ve iradesi dışında kimsenin ihtidâya zorlanmadığım yapı­lan araştırmalar ortaya koymaktadır. Ancak, Tanzimat sonrasında şikâyetlere ko­nu olan bazı ihtida olaylarının etkisiyle ihtidâ ilâmlarında değişiklikler yapıldığı görülmektedir ki, bundan sonraki bölümde ortaya çıkan yeni durumda ihtidâlann hangi şartlara bağlandığına dair örnekler vermeye çalışacağız.

2- Tanzimat’tan Sonra İhtidalara Getirilen Uygulamalar:

Çeşitli dil, din ve ırklardan teşekkül etmiş olan Osmanlı Devleti, 1789’da Avrupa’da yayılan milliyetçilik akımından etkilenerek, bazı tedbirler alma ihtiya­cı duymuştur. Bu çerçevede ilk çalışmaların, n. Mahmud(1808-1839)’un açtığı yolu takip eden Abdülmecid(1839-1861)’in, Mustafa Reşid Paşa(öl.l858)’nm da tesirinde kalarak Tanzimat Fermanı’nı yayınlaması ile başladığı (1839) bilinmek­tedir. Gülhane Hatt-ı Hümâyunu da demlen bu fermanla, Osmanlı tâbiiyyetinde yaşayanların can, mal, ırz ve mesken emniyetleri güvence altına almıyordu. 1856 tarihli Islahat Fermam ise bundan farklı olarak zimmî statüsündeki gayr-i müs- limlerin özellikle dinî ve içtimâi hayatlarında değişiklikler yapacak bazı düzenle­meleri ihtivâ ediyordu.

Bu son fermanda yer alan şu ifâdeler konumuz bakımından dikkat çekicidir:

“Çünkü memâliki mahrusamda bulunan her din ve mezhebin âyini ber-vech- i serbesti icra olunduğundan teb‘a-i şâhânemden hiçbir kimesne bulunduğu dinin âyinini icrâdan men olunmaması ve bundan dolayı cevr ü ezâ görmemesi..”21

Bir başka vesile ile aym fermanda; “..bunların ikâme edecekleri şahitler, te- kârîr-i vâki* alarmı daima kendi âyin ve mezhepleri üzere icra edecekleri birer ye­min ile tasdik eylemeleri..”22 ifadeleri yer almaktadır. Bu ifadelerde sanki daha önceleri bu hususlara dikkat edilmediği intibâı verilmekte, bundan böyle, özellik­le müslüman olmayanların din ve mezheplerinde serbestçe hareket edebilmeleri­nin sağlanması gerektiğine işaret edilmektedir.

Tanzimat’tan sonra teşkil olunan şer‘î ve nizâmî mahkemelerde yeni düzenle­melere gidilerek sicil geleneğinin yeni esaslara bağlandığı görülmektedir. Bu arada ihtidâ i’lâmlannın da yeni bir anlayışla sicillere kaydedilmiş olması bazı değişiklik­lerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu çerçevede bir gayr-i müslimin ihtidasında cereyan eden süreci Osman Çetin Sicillere Göre Bursa’da İhtidâ Hareketleri ve Sosyal Sonuçlan adlı eserinde şu ana başlıklar halinde sıralamaktadır:

a- Mühtedîler müslüman olduklarını veya böyle bir istekleri bulunduğunu bir dilekçe ile “Meclis-i îdâre-i Vilâyet”e bildiriyorlardı.

b- Vilâyet İdare Meclisi’nde mühtedînin “nizâmî” sorgusu yapılıyordu. Sor­gulama sırasında;

1. Mühtedinin kimliği tesbit ediliyor, hür, âkil ve bâliğ olup olmadığı araştı­rılıyor, tâbiiyyeti (Osmanlı, Yunan teb’ası gibi) belirleniyordu.

2. İhtidâya dış etkilerin sebep olup olmadığına, başkalarının “cebr, iğfal ve terğîbi”nin bulunup bulunmadığma bakılıyordu.

3. Mühtedîye kelime-i şehâdet teklif ediliyordu.

4. Bu sorgulama bizzat vâlinin huzurunda, onun başkanlığını yaptığı bir he­yet tarafından yapılabiliyordu.

c- Vilayet idare Meclisi’nde sorgulanması tamamlanan mühtedî, “istintâk-ı nizâmiyesi”nin yapıldığı dilekçesine derkenar olarak kaydedildikten sonra “Mec­lis-i Şer1-i Şerif’e (şer‘î mahkemeye) gönderiliyor ve aynı işlemler burada tekrar­landıktan sonra yeniden kelime-i şehâdet teklif ediliyordu. Mühtedî “kelimeteyn- i şehâdeteyn”i tekellüm edince kendisine isteği doğrultusunda İslâmî bir isim ve­riliyor ve bütün bu işlemler adlî geleneğe uygun olarak şahitlerin huzurunda ce­reyan ediyordu.

Mahkemedeki işlemler sona erince ihtidâ i‘lamı bütün teferruatı ve tarihi ile birlikte sicillere yazılıyordu. Bütün işlemler bittikten sonra da durum, hem “taraf­ı âsafâneleri”ne bildiriliyor, hem de “mühtedî-i mezbûrun evrâkı nüfus başkâtibi yedine” verilmek suretiyle ihtidânm nüfus kütüğüne kaydedilmesi sağlanıyordu.23

3. Tanzimat Sonrası Arşiv Belgelerine Göre îhtidâ Şartlan

Yukanda işaret olunan 1856 Islahat Fermanı’nda “tebdîl-i din ü mezheb et­mek üzere kimse icbar olunmaması”24 ifâdesi yer almaktadır. Din değiştirmek is­teyenlerin zorlanmaması çok genel bir ifadedir. Ancak evleviyetle kimsenin Is­lâm’ı kabule zorlanmaması kastedilmektedir. Nitekim bu manada arşivlere gir­miş olan belgelerin sayısı az değildir. Biz bunlardan yüzlerce belge özetlerini ta­rayarak, bunların arasından seçtiğimiz vesikalardan bir kısmının metinlerini ince­lemeye aldık. Seçtiğimiz belgelerde özellikle söz konusu bu fermanın yayımlan­masından sonra çok titiz davranıldığını gösteren bazı örnekler üzerinde duraca­ğız. Bu belgelerin tahlilinden anlaşılacağı üzere ihtidâlar için konmuş olan şart­lan tesbit ederek her ihtida talebinin kabul edilmediğine dair de bazı örnekler ver­meye çalışacağız.

1326/1911 tarihli bir belgede ihtidâ edeceklere uygulanacak idârî işlemlerle ilgili Dahiliye Nezâreti’nden Hüdâvendigar (Bursa) Valiliği’ne yazılan şifreli bir yazıda; ihtidâda uygulanan usulde, özellikle mühtedînin daha önce mensup oldu­ğu dinin ruhânîleri ve yakınları ile de görüştürülerek ihtidâ işleminin yürütüldü­ğünün belirtilmiş olması ilgi çekicidir.

13 Temmuz 1326/26 Temmuz 1910 tarihini taşıyan ilgili belgede; “Taşra­larda mu‘amelât-1 ihtidâiyyenin îfâsı mecâlis-i idareye ‘âid olarak bu bâbda me- hâkim-i şer‘iyyece dahî başkaca bir mu‘âmele cereyan ettirilmesine (icrâsma) ha­cet bulunmadığı (olmadığı) ve kabûl-i İslâmiyet edenler zâten Hükûmet-i Seniy- yece müttehaz olan usûle tevfikan reîs-i rûhânîleri ve müteallikât-ı sâireleriyle görüşdürülmekde ve ihtidâ keyfiyeti anların da ma’lûmâtıyla vuku* bulmakda idüğinden (olmasma nazaran) ..S’* denilmektedir. Buradan anlaşılmaktadır ki, bir ihtida işleminin yapılabilmesi için yukarıda sıralandığı üzere; müracaat sahi­binin eskiden mensup dininin ruhanî reisleri ve kendi akrabaları ile görüştürüle­rek ihtidâ konusunda onların bilgisinin de olması sağlandıktan sonra diğer işlem­lere devam edilmektedir.

İhtidâ edecek birinde bu karan almasında göz önünde bulundurulacak, müh­tedînin yaşı hakkında dikkat edilecek hususların neler olduğunu belgelerde rast­lanan bilgilere göre sıralamaya çalışalım.

a) İhtidâ İstekle Olmalıdır

Hemen bütün belgelerdeki mevcut kayıtlarda, mühtedîlerin kendi arzu ve is­tekleriyle İslâm’ı kabul etmek üzere mürâcaat ettikleri belirtilmektedir. Bunlar­dan birinde telkîn-i din edilebilmesi için “tav‘-ı vicdanîsi olmalı”2" ifâdesi yer al­maktadır. “Tav*”, hür iradesiyle hareket etmek ve karar vermek demek olduğuna göre, ihtidâ edecek olanın tamamen kendi özgür kararıyla hareket edip etmediği belli olacaktır. Bir başka belgede, daha açık olarak; “kendiistek ve rızası ile”21 denilmektedir. 1275/1858-59 tarihli bu belgede “lede’l-istintak kendü istek ve rı­zası ile..” kaydından da anlaşılacağı gibi, ihtidâ etmek üzere müracaat eden kim­seye, açıkça müslümanhğı kabulünün kendi isteğiyle olup olmadığının soruldu­ğu belirtilmektedir. Bu sorgulama sonucunda şayet kendi arzu ve isteğinin tam olduğu anlaşılırsa, ancak ondan sonra kendisine kelime-i şehâdet getirmesi teklif olunmaktadır.

1269/1852-1853 tarihli bir belgeye göre; “hüsn-i rızasıyla geldiği tebeyyün ve tahakkuk eylemiş” olduğu belirtilen Siroz’un Yeniköyü’nde oturan “Mitre” adlı kız, önce Siroz’da Meclis-i ŞerTye çıkarılmıştır. Ancak Metropolid vekili­nin meclise gelmemesi üzerine Selanik’teki meclise sevkedilmiştir. Bu mecliste, Selanik Metropolidi ile “Meclis Kocabaşısı”28 da hazır bulunmuşlardır. “Mitre”, çıkarıldığı meclis önünde “bi’t-tav‘ ve’r-nzâ şeref-i İslâm ile müşerrefe olup ve talebiyle ismine Fâtıma tesmiye kıhnub” daha sonra Siroz’a gönderilmiştir.29

Hatta yazılan “arz”da, Siroz Metropolidi yerine bir rahibi vekil bıraktığı hal­de, vekilinin vekâlet görevini hakkıyla yapmaması sebebiyle, adı geçen kızın Se- lanik’e götürülmesi yüzünden bir takım masraflara girmesine sebep olunduğuna işaret edilmektedir. Onun için bundan sonra “hüsn-i rızâsıyla İslâmiyet’i kabul birle ‘alâ mele’in-nâs telkîn-i dine tâlib olanlar haklarında” Metropolid veya ve­killerin Meclise gelmemek gibi bir davranışta bulunmamalarının tenbih edilmesi de vurgulanmaktadır.30

Arz’dan anlaşıldığına göre, hem Meclis huzurunda açıkça kendi “hüsn-i rı­zası” ile, hem de ‘alâ mele’in-nâs (topluluk önünde) kelime-i şehâdet getirmeyi kabul etmesi de ihtidanın başlıca şartlarından sayılmaktadır.

1268/1852 tarihli bir arzda;; “bi’t-tav‘ ve’r-nzâ din-i mübîni kabul etmek ve i‘lân-ı kelimât eylemek üzere” mutasarrıflığa mürâcaat eden on dört yaşında üç dört Gürdü çocuğu, soydaşlarından bazılarının bu niyetlerinden vazgeçirerek ge­ri göndermek üzere iknâya çalıştıklan belirtilmektedir. Arzda bunların; “dâire-i İslâmiyet’e dühûl etmek arzusuyla geldik” dediklerinin kaydedilmiş olması ilgi çekicidir...31

Zâten 1271/1854 tarihini taşıyan bir başka belgede de; ihtida işlemi ile ilgi­li uygulamanın nasıl olduğu belirtilirken İslâmiyet’e girmek isteyenlerin “tav‘-ı vicdânîsiyle olduğu tahakkuk etmedikçe” kendilerine kelime-i şehâdet getirmele­rinin teklif edilmemesi çok açık bir ifâde ile kaydedilmiş bulunmaktadır.32 .

b) ihtidaya Zorlanmam alı veya Korkutularak İMdâ Ettirilmemelidir

Yukarıdaki bölümde ihtidanın, mühtedînin kendi isteğiyle olması gerektiği­ni ortaya koyan “rızâ” ve tav”’ ifadelerinin belgelerde yer aldığını belirtmiştik. “Tav‘”m zıddı “kerh”, “nza”nın zıddı ise “cebr”dir; “bi’t-tav‘ ve’r-nzâ” nın zıd­dı; kerhen ve cebirledir. Aslında bu deyimlerin yer aldığı belgelerde ayrıca ker­hen ve cebir yoluyla gayr-i müslimlerin ihtidâ etmelerine çalışılmasının önlenme­sini beyan etmeye gerek olmayabilir. Ancak zimmîlerle ilgili bazı belgelerde; “zorla ihtidâ ettirildikleri” iddiasının yer aldığı görülmekte ve bunun önüne ge­çilmesi istenmektedir.

Nitekim yukarıda da belirttiğimiz gibi, 1856 Islahat Fermanı’nda; “tebdil-i din ü mezheb etmek üzere kimse icbar olunmaması ”33 hatırlatılırken vukû bulan bir takım şikâyetlerin önlenmesine de dikkat çekilmektedir. Aynca şer’iyyc sicil­lerinde de benzeri ifadelerin yer aldığım görmekteyiz. Nitekim 1259/1843 yılına ait bir fermanda; “..,i‘ta olunan berât-ı âlişânım şürütında bir zimmînin kendi rı­zası yoğiken cebren kimesne müslüman eylemeyesiz hususu musarrah iken.. .ba­zı re‘âyanın rızaları yoğiken cebren müslüman da’iyesiyle bazı kesân tarafından ta’addî olunmakta olduğu.. .’,34 ifâdelerinin bulunmuş olması zaman zaman zorla­ma yapıldığına dair şikâyetlerin vâki olduğunu göstermektedir.35

Özellikle şer‘iyye sicillerinde kaydedilen bazı irtidat iddiaları ile ilgili dava­larda, mürted oldukları ileri sürülenlerin; “ikrahla müslüman edildikleri” belirti­lerek, aslında kendilerinin ihtidâ etmediklerini de ifâde etmiş olmaları ve mahke­menin onların beyanım esas alarak, mürtedlere uygulanacak cezaları kendilerine uygulamadıkları görülmektedir.36

Korkudan gerçek niyetlerini açıklayamayarak suskun kalmayı tercih ettikle­ri Hariciye Nezareti’ne yazılmış olan bir telgraf metninden anlaşılan bir grupla il­gili yazışmalar, ihtida konusunda ne derece titizlik gösterildiğini ortaya koymak­tadır. Mart 1312/Nisan 1896 tarihini taşıyan bu telgrafta; “Diyarbekir’den gönde­rilen komisyon marifetiyle kazalardan getirilmiş olan iki kız ve iki erkek çocuk- dan yalnız kızların müslüman olduklarım korkularından söyledikleri ve el-yevm kürdlerin elinde yüzü mütecaviz nüfûs-ı hıristiyaniye bulunup bunların havilerin­den nâşi menviyâtını izhar edememekde oldukları Ingiltere Sefâretinden sûret-i husûsiyle ifâde kılınmış olmağla emr ü ferman hazret-i men lehü’l-emrindir.”37 denilmektedir.

Nitekim bazı ihtida ¡‘lamlarında; “kimsenin cebr ve ilhâhı olmadığı halde” kendi rızasıyla din-i Islâm’ı kabul ettiği38 ifâdesinde “cebr ve ilhâh” deyimi yer almaktadır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi cebr, bir kimseye razı olmadığı bir ko­nuda zorlamada bulunmaktır. “îlhâh” ise bir kimseye yapmak istemediği bir şey­de ısrarda bulunmadır, işte ihtidâ etmenin şartlarından biri de; mühtedîye cebr, ikrah ve ilhâhda bulunmama veya ona korku vererek, ihtidâ etmesi için zorlan- mamasıdır.

Bu arada bazı belgelerde de yabancıların Islâm’a girmeleri için zorlandıkla­rına dair iddiaların bulunduğu ileri sürülmektedir. Nitekim Amerikan Sefare- ti’nden alman tezkire üzerine Amerikalı bir avukatın eşi ile kayınbiraderinin tev­kif olunarak “kabul-ı Islâm’a icbar olunmak istenildiği” hatta hapis ile işkenceye maruz edildikleri bahanesiyle durumun araştırılması istenmiştir. Bunun üzerine Ma‘muretü’l-Aziz ve Halep valiliklerince yapılan tahkikat sonucunda adı geçen şahsın zevcesiyle kayınbiraderinin tevkif olunmadıkları ve Islâm’ı kabule zorlan­dıklarının aslının bulunmadığı açıkça anlaşılmış olup aynı zamanda sözü edilen zatın da Amerika avukatlarından olmadığı ortaya çıkmıştır.39

c) isteği Dışında Ihtidâya Davet Olunmam alıdır

Bir kısım insanlar gayret-i dîniyyeleri sebebiyle gayr-i müslimlerin ihtidâ et­meleri için faaliyet gösterirler, onlara dinî telkin ve teklifte bulunurlar. Bazı sicil kayıtlarında “müslüman etmek, müslüman eylemek” gibi ifadelerin mahallî bir deyim olarak kullanılması’10 ihtidâ edenlerin başkaları tarafından müslüman olma­ya zorlanıp zorlanmadıklarım akla getirmektedir.41 Ancak XIX. yüzyılın ikinci yansında bu tür uygulamalardan sarf-ı nazar edildiği, özellikle dînî telkinlerde ferdî gayretlere müsaade edilmediği gibi devlet makamlarınca da ihtidalarda çok titiz davramldığı ve hassasiyet gösterildiği dikkat çekmektedir.

Nitekim Hüdâvendigâr Vilayeti’nden Dahiliye Nezareti’ne gönderilen şifre­li bir yazıya verilen cevaptan anlaşıldığına göre; kansı müslüman olan gayr-i müslim bir adamın, eşinin müslüman olduğunu gördüğü halde, onunla alâkasını keserek, ona karşı tavır alması kocanın eski dininde ısrar ettiğini ortaya koyduğu belirtilerek, artık bundan sonra bu adama; “teklîf-i din içün dahî celb ve davet” olunmaması gerektiği ifâde edilmektedir. Bu uygulamanın eskiden beri dev.am edegelen bir işlem olduğu da belirtilen ifâdeden anlaşılmaktadır.42

Ayrıca kendisi ihtidâ ettikten sonra başkalarının da ihtidâlan için gayret gös­terenlerin bulunduğu Beyrut Valiliğinden Yâver-i Ekrem Derviş Paşa’ya gönde­rilen bir yazıda ifade edilmektedir... Bu tür olaylara dikkat çekilerek yapılacak iş­lemlerde hassasiyet gösterildiği ilgili yazışmaların tetkikinden anlaşılmaktadır.43 Belgelerdeki ifadelerde bazı insanların gayr-i müslimleri ihtida etmeleri hususun­da zorlayarak bu hususta baskı ve propaganda yapılmasına engel olunması ilgili­lerden istenmektedir.

d) İhtidâ İçin Belli Bir Yaşta Olunmalıdır

İhtidâ işleminin yapılabilmesi için yaş faktörünün her zaman rolü olmuştur. Osmanlı devletinin kuruluş döneminde genç yaşta -bu 8-25 yaş gurubunu içine alır- ihtidâ olaylarının görüldüğüne yukarıda işaret etmiştik. Ancak zamanla özel­likle Tanzimat sonrasında bunda eskiye göre farklı bir uygulamanın ortaya konul­duğunu ve olgun yaşta olmayanların müracaatlarında daha dikkatli hareket edil­diğini görüyoruz.

Dahiliye Nezareti yazışmaları arasında bulunan bir belgeden anlaşıldığına göre bir kız çocuğunun; “sığâr-ı sinni hasebiyle ihtidâsı kâbil olamayacağına bi­nâen... mezburenin pederine teslim edilmiş olduğu”44 açıkça belirtilmektedir. 1326/1910 tarihli bu belgeden yaşı küçük olanlar hakkında ihtidâ işlemi yapılma­dığı, hatta bu çocuğun müslüman olan ağabeyleri veya dayısı yanında altı yıl bo­yunca kalıp onlarla birlikte yaşamış olmasına rağmen hıristiyan olan babasına teslim edildiği görülmektedir.

Daha yukarıda da sözünü ettiğimiz bir vesikada kendi arzularıyla İslâm’a girmek üzere geldiklerini söyleyen on dört yaşlarındaki üç dört Gürcü çocuğu hakkında yapılacak uygulamanın nasıl olacağına dair bilgi istendiği ifâde edil­mektedir.45 , .

Aydın Vilayetinden gönderilen 29 Teşrîn-i sânî 1328/12 Aralık 1912 tarihli bir yazıda, “ihtidâ etmek isteyen Vasilya’nın polis vasıtasıyla akrabası hanesin­den alınarak daire-i hükümete getirildiği ve mezbûrenin bir müslüman kadma tes­lim edildiği”ne dair iddianın tamamen gerçek dışı olduğu belirtilmekte, aksine adı geçen kızın âşık olduğu müslümanın evinden alınarak hükümetin güvendiği polis müdürünün evine misafir olarak yerleştirildiği ifâde edilmektedir. Aynca bu kızın ihtidâ işlemlerini başlatmak üzere müracaat ettiği de kaydedilmektedir.46 Ancak bu kızın on beş yaşında olmasından dolayı iradesiyle karar verme ehliye­ti bakımından yaşının yeterli olmadığı iddiası ile Fransız Konsolosluğunca ken­disi için ihtidâ işlemi başlatılamayacağı ileri sürülmüştür. Fransız Konsolosluğu­nun iddiası dikkate alınarak; “yirmi bir yaşına vâsıl olmadıkça fâil-i muhtar ad- dolunamayacağına dâir olan ifâdesi üzerine merkûmenin mu‘âmele-i ihtidâiyesi tehir”47 edilmiştir. .

Burada mümeyyiz olma yaşının yirmi bir olduğunun ileri sürülmüş olması dikkat çekicidir. Dönemin siyâsî konjonktürü dikkate alınırsa, bu belgenin Os­manlI Devletinin ne tür olaylarda dış müdahalelere maruz kaldığım gösteren il­ginç bir vesika olduğu değerlendirilebilir.

Bir başka telgrafta da; Edremit Mutasarrıflığından bildirildiğine göre, “ihti­dâ istidâsında bulunan, on yedi yaşmda olmasıyla muâmele-i ihtidâiyesi reddedi­len Sofiye nâmındaki kızın” ne annesinin ne de Metroplidin evine gitmeyip Ed- remid’de yüzbaşı Hüseyin Efendinin evine giderek orada misafir edildiği bildiril­mektedir.48 Bu vesikanın ekinde bulunan Harbiye Nezaretinin Karar Şubesinden Karadeniz Boğazı ve Havâüsi Kumandanlığına yazılan 7 Ağustos 1329/20 Ağus­tos 1913 tarihli yazıda; . .hakkında muâmele-i resmiye yapılmayınca gayr-ı res­mî olarak şeref-i İslâm ile müşerref olan” kızın evlenmek istediği müslümanla ni­kah muâmelesine de izin verilemeyeceği belirtilmekte ve böyle bir izin olmadan nikah işlemini yapan imam ve diğer ilgililer hakkında cezâî işlem yapılması is­tenmektedir.

Bu ve benzeri belgelerden anlaşıldığına göre Tanzimat sonrasında, çocuk yaşta olanların ihtidâsı kabul edilmemiş ve bu yolda herhangi bir işlem yapılma­mıştır. Ancak çok açık olarak, hangi yaştan itibaren çocuk sayılmayacağında te­reddüt olunmuştur. On yedi ile yirmi bir yaş arasında olanların bile ihtidâ işlem­lerinin yapılmamış olması resmî makamlara göre ihtidâ için gerekli yaşın yirmi bir olabileceğini düşündürmektedir.

4. İhtidaları Reddedilenler

İhtida etmek isteyenin öncelikle resmî makamlara başvurması gerekir. Bu başvurularla ilgili yazışmalar gözden geçirildiğinde; özellikle Tanzimat sonrasın­da vukû bulan mürâcaatlann gayet titiz bir şekilde ele alındıkları ve tetkik edil­dikleri görülmektedir. Bu yüzden bir başvuru sahibinin ihtida isteği ne hemen reddolunmakta ne de alelacele kabul edilmektedir. Hatta isteğin işleme konulma­sı için bile bir takım şartların yerine getirilmesine dikkat edildiği görülmektedir. Bu çerçevede, ihtida isteklerinin geri çevrildiğim gösteren bir çok belge dikkat çekmektedir.49

Mesela; 26 Haziran 1326/9 Temmuz 1910 tarihli şifre belgede “Meclis-i ida­rece ihtidâ muâmelesinin kat‘ıyyen reddi taht-ı karara alındığı...”1" çok açık bir ifade ile belirtilmektedir. Bu ihtida isteklerinin reddedilmesinin çoğunlukla yaş haddinden kaynaklandığı görülmektedir. Zira yukarıda da işaret edildiği üzere müracaat edenlerin yaşlarının beklenenden küçük olması sebebiyle ihtida müra­caatları kabul edilmemekte ve haklarında gerekli işlem başlatılmamaktadır. Nite­kim iki musevî kızla ilgili bir telgraf metninde “yirmi yaşını ikmâl ü itmâmlarma mebnî ihtidâya sülük eden iki kızın mu‘âmele-i resmiyeleri yapılmadı”3’ denil­mektedir.

İhtida istekleri reddedilenlerin bazılarının da evlilik yapmak üzere müracaat ettikleri görülmektedir. Bunlar arasında bir hıristiyan erkekle nikahlı olduğu hal­de ihtida ettiğini belirterek müslüman bir erkekle akd-i nikah yapmak üzere mü­racaat eden, ama bâkire olduğu bilinen bir kızın ihtida talebi, halen nikahlı görün­düğü için işleme konulmamış ve isteği reddedilmiştir.52

Bunlar gibi bir çok belgenin incelenmesinden, ihtidâ edeceklerin, gerçek ni­yetleri ile gerekli şartların uygun olduğu anlaşılmadan ihtidâ işlemleri başlatılma- makta, hatta aranan şartlan taşımayanların istekleri gerekli araştırma ve soruştur­ma yapıldıktan sonra reddedilmekte olduğu görülmektedir.

Sonuç

Osmanlı toplumunda vuku bulan din değiştirmeler hep merak konusu olagel­miştir. Özellikle Müslümanlığı bırakıp bir başka dine, Yahudiliğe veya Hıristi­yanlığa geçenler değil de; Yahudi, Hristiyan ve diğer din mensuplarından Müslü­manlığı seçenler araştıncılann ilgisini çekmiştir.

“İhtida” kavramının, daha çok Müslümanlığı seçme anlamında kullanıldığı bilinmektedir. İşte Osmanlı arşiv belgeleri arasında ihtida edenlerle ilgili çok sa­yıda vesika bulunduğu göz önüne alınarak bu konuda son yıllarda bazı çalışma­lar yapıldığını görmekteyiz. Ancak bu çalışmalar arasında; Müslüman olmayan­ların ihtida etmeleri için taşımaları gereken şartların üzerinde yeteri kadar durul­mamış olması, bizi bu konuyu ele almaya şevketti.

Osmanlı Arşivleri’nde bulunan belgelerin özetleri bile gözden geçirildiğin­de ihtidaların nasıl olması gerektiği hususunda; ortaya çıkan olaylar sebebiyle ya­pılan yazışmalar ve bu hususta uygulanacak emimâmelerin bulunduğu görülmek­tedir.

Bu vesikalara dayanarak bir gayr-i müslimin ihtida edebilmesi için her şey­den önce şu şartlan taşıması gerektiğini tespit etmekteyiz;

1. Her şeyden önce, Müslüman olmak isteyen kimse kendi isteği ile Müslü­man olacaktır. Bir başkası tarafından Müslüman olmaya zorlanmayacaktır.

2. Müslümanlığı kabul edeceklerin Müslüman oluşlarının bilincinde olmala- n gerekir.

3. Bir gayr-i Müslim, Müslüman olabilmek için belli bir yaşa ulaşmış olma­lıdır. On beşinden hatta on yedisinden küçük olanların ihtida etmeleri kabul edil­memekte ve ihtidanın kabul edilebilmesi için mümeyyiz yaşının yirmi veya yir­mi bir olarak kabul edildiği görülmektedir.

4. Bir Müslüman, ihsana nail olmak için bir gayr-i müslime ihtida etmesi yo­lunda baskı ve zorlamada bulunmamalıdır.

* Bu makele 14-19 Haziran 2004 tarihleri arasında Varşova (Polonya) Üniversitesinde CIEPO- XVI. Kongresinde tebliğ olarak sunulmuştur.

** Prof. Dr., Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

1 Mehmet Şeker, Anadolu’da Birarada Yaşama Tecrübesi, Ankara 2000, s. 49-57; Kamil Çolak, Is- tanbul’da İhtidâ Hareketleri (XVI. Yüzyıl), Osmanlı, Ankara 1999, IV, s. 495

2 el-Bakara (2), Ayet: 256

3 Mehmet Şeker, a.g.e., 48

4 Ahmet Râsim, Resimli ve Hantalı Osmanlı Tarihi, I, s. 163.

5 Mahmut H. Şakiroğlu, "Fatih Sultan Mehmed’in Galatalılar’a Verdiği Fermanın Türkçe Metinleri”, Tarih Araştırmaları Dergisi, Ankara 1982, Cilt: XIV, Sayı: 25, s. 211

6 Bursa Şehyye Sicilleri, o. 27/540 57a’dan Osman Çetin, Sicillere Göre Bursa’da İhtida Hareketleri ve Sosyal Sonuçlan (1472-1909), Ankara 1994, 80

7 Aynı eser, s. 80.

8 Hammer, Devlet-i Osmâniye Tarihi (Tercüme: Mehmet Ata), İstanbul 1330, IV, s. 255-266.

9 Mustafa Nurî Paşa, Netâyicü’l-Vuküât (sadeleştiren: Neşet Çağatay), Ankara 1979, i-il, s. 89; Meh­met Şeker, a.g.e., 159-164

10 Aşıkpaşazâde, Tevarîh-i Âli Osman (Atsız), İstanbul 1949, s.99

11 Aynı eser, s.107

12 Bu rivayette şöyle denilmektedir: “...Mihal’a adam göndürdiler: “Eyü seferümüz vardır. Tez gel kim

biz hazır olup dururuz...” Mihal kim habarı işitti, ’ale’t-ta’cil geldi. Eyü atlar ve eyü kılıçlar peşkeş

çekdiler” Aşıkpaşazâde, a.g.e., s.107.

13 Aynı eser, s. 99; Mehmed Neşrî, Kitab-ı Cihannümâ, I, Ankara 1985, s. 89-97

14 Aşıkpaşazâde, a.g.e., s. 107

15 Aynı eser, s.107

16 Osman Gazinin rüyası gibi., Aynı eser, s. 95

17 Köse Mihal’in Müslümanlığı kabulüne dair geniş bilgi İçin bakınız: İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osman­lI Tarihi, I, Ankara 1972, s.110

18 Âşıkpaşazâde, a.g.e., s.128; Mehmed Neşrî, a.g.e., 1,198-199

19 Âşıkpaşazâde, a.g.e., s.128

20 Mehmed Neşrî, a.g.e.,I, 198-199

21 Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, V, Ankara 1983, s. 261

22 Aynı yer

23 Osman Çetin, a.g.e., s. 5-6

24 Enver Ziya Karal, a.g.e., V, s. 261

25 BOA.DH.MUİ.117/10), Hüdâvendigar Vilayetine Şifre, 15 Temmuz 326 (Başbakanlık Osmanlı Arşi­

vindeki, belgeler bundan sonra BOA şeklinde gösterilecektir.)

26 BOA, MKT. UM. 171/14

27 BOA, MKT.UM.325/76; “...Mezbûre Meclis-i Kebirde lede’l-istintâk kendü istek ve rızasıyla edây-ı kelime-i şehâdet ve ısbât-ı müdde‘â-yı İslâmiyet etmesiyle ismine Âyişe tesmiye olunarak bu câni-

be i’âde olunmuş ise de ba’zı rivâyete göre merkûme kendü rızâsıyle ’arz-ı ihtidâ etmeyüb gûyâ bir­kaç kimesneler leylen hanesine girüb mezbûreyi cebren dağa çıkarmış oldukları rivâyet kılınmakta oldığından şu hâl-i mukârin sıhhat ise bir vecihle câiz olamıyacağı beyân-ı âlisiyle mezbûre mahal­lî meclisine kendü rızâsıyle mi gidib ‘arz-ı ihtidâ itmişdür, yoksa rivâyet-i veçhile ba’zı eşhâs hâne- sine girüb cebr sûretiyle mi almışlardır...tahkîk ve tedkîkıyle keyfiyetinin iş’arı..." istenmektedir. So­nuçta yapılan incelemeler, ihtidâ işleminde zorlama olmadığı, tamamen şahsın kendi arzu ve iste­ğiyle ihtidâsının gerçekleştiği anlaşılmıştır.

28 Hıristiyan köylerindeki ihtiyar heyetinin başında bulunan kimselere “Kocabaşı” denirdi. Bunun yeri­ne “Millet başı” tabiri de kullanılırdı. Burada Medisde hıristiyanları temsil eden kişi anlamında "Mec­lis Kocabaşısı" denilmiştir. M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, II, İstan­bul trz., s. 285

29 BOA, HR. MKT 55/86

30 BOA, HR. MKT 55/86 "

31 BOA. HR. MKT 42/7

32 BOA, A. MKT. UM 171/14

33 Enver Ziya Karal, a.g.e., 261

34 Bursa Şer’iyye Sicili, C 27/540 37a’dan Osman Çetin, a.g.e., 80

35 Osman Çetin, Sicillere Göre Bursa’da ihtidâ Hareketleri ve Sosyal Sonuçları (1472-1909), adlı ese­rinde (s.79-82) bu konu ile ilgili bazı örnekler vermektedir. Ayrıca bkz. Gülnihal Bozkurt, Gayr-i Mûslim Osmanlı Vatandaşlarının Hukûkî Dunımu (1839-1914), Ankara 1996, 20 v.d., 40 v.d.

36 Osman Çetin, a.g.e., s.80-81; Kâmil Çolak, a.g.m., s. 499

37 BOA. MKT. MHM. 637/19

38 Bursa Şer’iyye Sicili, C 22/530 23a

39 BOA. A. MKT. UM, 658/20

40 Osman Çetin, a.g.e., 73

41 Bursa Şer’iyye Sicili, 184, 94; Kepecioğlu, Bursa Kütüğü, II, 204; “Yeniçeri şeyhi diye tanınan şeyh Haşan Efendi, Bursa’da sâkîn idi ve 1594 senesi Ocak ayında Bursa,ileri gelenlerinden otuz altı bî- garaz müslüman ve ahaliden kalabalık bir grup mahkemeye gelerek bu zatın huzurunda: “Haşan Efendi bu vilayete geleliden beri sahaflık yapmaktadır. Mescitlerde va’z u nasihat edip nice ehl-i fe­sadı ıslah-ı hal ederek doğru yola gelmelerine ve nice ehl-i küfrün Islâm’ına sebeb olup namaza de-, vam etmeyenlerin mescit ve camilere varmalarına sebeb olmuştur. Kendisinden ef al ve akvâlinden her birimiz razı ve memnunuz." diyerek bu ikrarların sicile kaydolmasını rica eylemişlerdi”

42 BOA. DH. MUİ, 117/10; “... şu suretle zevcesinin müslüman olmadığını görüp de kendisiyle kat‘-ı alâka ve mezheb-i kadîmini muhafaza iden gayr-i müslim bir zevcin hareket-i vâkıâsı Islâm’dan i’raz dimek olmasına mebni (olacağından) bu makûle ezvâcın bilhassa teklîf-i din içün dahi celb ve da’vet edilmemekte olduğu ma’ruzdur. Ol babda emr ü ferman hazret-i men lehü’i-emrindir. 14 Temmuz 1326."

43 BOA. Y. PRK.UM. 29/26

44 BOA. DH. İD 116/1

45 BOA. HR. MKT. 42/7

46 BOA. DH. İD 116/52 -

47 BOA. DH. İD 116/52

48 BOA. DH. İD 172/2. Bu konuda yapılan yazışmalar, ilgili belgenin ekinde on ayrı nüsha olarak yer almaktadır.

49 BOA. MKT. UM, 619/35; DH. İD. 116/76, 116/68, 116/82, 172/2 “

50 BOA. DH. İD, 172/2

51 BOA. DH. İD, 116/76

52 BOA. DH. İD, 116/68; “... bir rum kızı alâka ettiği bir Islâm delikanlısına kaçarak ihtidâya kıyam ve üç gün mütemâdiyen gerek Metropolidhâne ve gerek ebeveyn tarafından îcrâ-yı nesâyih edilmesi­ne rağmen iddiasında ısrar ettiği ve her ne kadar mezbûrenin sini on yedi olmak itibariyle ihtidası gayr-i kâbil ise de tarafeynin akd-i nikaha tâlib oldukları peder ve vâlideleri bi’t-tab‘ muhalefet ettik­leri cihetle akd-i vâkıa müsaade câiz olup olmadığında tereddüd edildiğinden ne yolda hareket edil­

mek lazım geleceğinin sür’atle iş’arı.”