Makale

Denge Eksenli Dindarlık

Denge Eksenli Dindarlık


Dr. Yaşar Yiğit
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi

Günlük dilde hemen hepimiz değişik alanları ilgilendirse de “mutedil oluşu”, “istikrarı”, “eşitliği”, “adaleti” ifade etmek üzere “denge” kavramını sıkça kullanırız. Hangi alanla ilgili olursa olsun “denge” kavramı genelde “olumlama” veya “idealize etme” gibi hedef, özlem ve tasavvurlarımızı dile getirmede başvurduğumuz bir sözcüktür. “Denge” ya da “dengeli oluş” hangi konseptte kullanılırsa kullanılsın, bireysel ya da toplumsal ilişkilerin nitelenmesinden, siyasal, ekonomik, sosyal olaylara hatta daha öz bir ifadeyle mebde ve meada yönelik ilişkiler bütününün müspet-menfi açıklanmasında dillendirilen kilit kavramlar olarak belirginlik arz etmektedir. Diğer taraftan “dindarlık” terimi de belki geçmişten günümüze değin en çok tartışmalara konu olan ve içeriği farklı şekillerde doldurulmaya çalışılan bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Şüphesiz bu kavramın içeriği ön kabullere ve benimsenen dinin mesajlarına göre farklı şekillerde doldurulmaya oldukça elverişlidir. Şunu öncelikle belirtelim ki, İslam dini açısından olaya bakıldığında “dindarlık” formunu, din mensupları veya diğer kimselerin değil bizzat dinin kendisinin çizdiği ve çizilen bu formun sunu ve ölçütleri temelinde kişinin dindar ya da dindar olmayışının tespit edildiği görülür. Bu itibarla dindarlık subjektif değerlerden uzak nesnel/objektif ölçütleri olan bir durumdur. Bu ifadelerden, dindarlığın öznel bir olgu boyutunun göz ardı edildiği intibaı belirmemelidir. Burada dindarlığa konu olan eylem veya davranıştaki iyi niyet ve samimiyetten ziyade eylemin oturduğu zeminin meşruiyeti üzerinde durulmaktadır.

İnsanlık tarihine şöyle bir göz atıldığında, “yaratıcı-insan”, “insan-çevre”, “birey-toplum” ilişkilerinin hemen hepsinde zaman zaman ifrat ve tefrite bir başka ifadeyle aşırılığa kaçıldığı görülür. Şüphesiz bu doğal/fıtri zeminden/dengeden sapılmasında çoğu zamana iyi niyet ve samimiyet de söz konusu olagelmiştir. Ancak hemen ifade edelim ki, din iyi niyetle de olsa dengeden sapmayı onaylamaz. Zira her sapma/aşırılık neticede bir olumsuzluğu beraberinde getirecektir.

İnsanın gerek çevresiyle gerekse Yaratıcı ile olan ilişkilerinden haz alabilmesi ve hedeflenen sonuçlara ulaşabilmesinde de söz konusu ilişkilerin denge eksenine oturtulması önemli bir ölçüttür. Konuyu din/dindarlık/ibadet açısından ele aldığımızda geçmişten günümüze değin Yaratıcı-kul ilişkilerinin niteliği ve niceliğinin çeşitli tartışmalara zemin teşkil ettiğini görürüz. Öyle ki daha dindar ya da abid nitelemesini hak edebilme/kazanabilme adına dünyayı ilgilendiren ve de hayatın fıtrata uygun bir düzlemde sürdürülebilmesi için gereklilik arz eden unsurların Yaratıcı/din adına terk edilişi, zaman zaman karşılaşılan tablolardır. Bütün bu terk edişler sarmalı, ibadet kapsamında ve de kulluk gereği olarak samimi bir telakkiye dayandırılmıştır da. Diğer taraftan mebde ve mead dengesini, mebde lehine bozup var oluş/varlık amacını mebde bitimli okuyup meadı terk eden ve bu okuyuşa dinden de referans bulma eğiliminde olanlar tarih boyunca hep var olagelmiştir. Her iki davranış biçiminin de dinimizin denge/itidal/vasat nitelemesine uygunluk arz etmediği açıktır. Her şeyden önce Yüce Allah, Yaratıcı-kul, kul-evren, kul-kul ilişkilerinde dengeyi/dengeli olmayı makbuliyet ölçütü olarak bizlere sunmuştur. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de İslam dinine mensup insanlar âdeta tanımlanırken, “Böylece, sizler insanlara birer şahit (örnek) olasınız ve peygamber de size bir şahit ( örnek) olsun diye sizi orta bir ümmet yaptık…” (Bakara, 143) buyurulması dikkat çekicidir. Ayetteki “Orta ümmet” ifadesinin, her yönüyle dengeli bir ümmet olarak açılımı yapılabilir. Dünyaya, evrene, insana, mala ve mülke bakışta, ahireti algılamada, ibadette, orta/dengeli bir kitle… Yüce Yaratanın, Muhammed ümmetinin nitelikleri arasında dile getirdiği bu denge, sadece insana özgü bir nitelik değil aynı zamanda evrene de has bir durumdur. Zira evrenin en önemli ama fiziksel açıdan oldukça küçük bir varlığı olan insanda gözetilen bu dengenin kâinatın tanziminde dikkate alınmaması düşünülebilir mi? Elbette düşünülemez. Evren ve içindekilerin konum ve fonksiyonları göz önünde bulundurulduğunda hemen her şeyin bir denge zeminine oturtulduğu aşikârdır. Nitekim “Göğü Allah yükseltti ve mizanı (dengeyi) O koydu. Sakın dengeyi bozmayın.” (Rahman, 7-8) ayeti, ifade etmeye çalıştığımız bu dengeyi gayet anlamlı bir şekilde dile getirmektedir. Dolayısıyla evrendeki hemen her şey, Yaratıcı Kudret tarafından kül’den cüz’e, zerreden kürreye denge eksenine oturtulmuştur. Bu itibarla dünyevi-uhrevi-dinî hayata yönelik uğraş ve beklentilerde denge unsuru daima göz önünde bulundurulmalıdır. Sevgimiz, yergimiz, harcamamız, ibadetimiz, dünyaya ve ahirete bakışımız bu denge unsurundan asla sapmamalıdır. Zira bu bakış ve tutum, sahih ve makbul bir dindarlığın gereğidir. İbadetler özelinde namazın belirli vakitlerde farz kılınışı (Nisa, 103), hemen Kur’an’ın başlangıç suresinde özellikle namazlarda gönüllerden dillerimize dökülen “bizi doğru yola erdir...” (Fatiha, 6) duası, cimrilik ve israfa kaçmaksızın infakta orta yolun izlenmesi (Furkan, 67), “Allah’ın sana verdiği şeylerde ahiret yurdunu ara. Dünyadan da nasibini unutma…” (Kasas, 77) öğüdü, hayatı bütünüyle kapsayan bir denge anlayışının, kuşatıcı bir perspektifin tezahürleri olarak karşımıza çıkmaktadır.

Birer örnekleme kabilinden zikrettiğimiz bu mesajları yanında dinin, bütünüyle dengeli bir ilişkiyi öncelediği ve öğütlediği görülür. Bu bağlamda alemlere rahmet olarak gönderilen ve dinin yaşanılabilirliğini beşere öğreten/gösteren Peygamberimiz’in hayatında ve söylemlerinde de denge eksenli bir dinin/dindarlığın esas olduğunu görürüz. Ondan (s.a.s.) aktaracağımız örnekler, aslında hemen her konuda dengeli olmamız başka bir ifadeyle din/ibadet adı altında da olsa fıtrat ve takatimizi zorlamamamız gerektiğini bizlere ifade etmektedir. Gerçek şu ki, çağımız insanın zihin ve gönül dünyası, din/dindarlık/dünyevileşme/modernite adına çeşitli esintiler tufanına âdeta mağlup/mahkum olmak üzeredir. Söz konusu esintilerin, sağlam ve sağlıklı bir zeminde okunması ve algılanmasında, zarar ve yarar bağlamında ayıklanmasında, dinin/ilahî mesajların sunacağı denge eksenli anlama/okuma/algılamanın ayrı bir önemi olduğu kanısındayız. Aktaracağımız örnekler, söz konusu algılama ve anlama konusunda bizlere bir fikir vermekte, var oluş amacından sapmadan dünya ve ahirete yönelik tasavvur ve yol haritamızın şekillenmesinde temel paradigmayı oluşturmaktadır. Söz konusu örneklerden birisi şöyledir: Sahabeden üç kişi Hz. Peygamber’in ibadetini öğrenmek üzere onun zevcelerinin evlerine gidip istedikleri bilgiyi aldıktan sonra, daha çok ibadet etmeleri gerektiği kanaatine vardılar. Onlardan biri: Gecelerin tamamını namazla geçireceğini, diğeri yıl boyunca oruç tutacağını, üçüncüsü de, kadınlardan uzak durup hiç evlenmeyeceğini söyledi. Onlar böyle konuşurlarken yanlarına Sevgili Peygamberimiz gelerek: “Siz şöyle şöyle söyleyen kimselersiniz. Bilmiş olunuz ki vallahi ben Allah’tan en çok korkanınız ve en fazla korunanınızım. Ancak ben bazen (nafile) oruç tutarım bazen de tutmam. (Gecenin bir kısmında) namaz kılarım ve (bir bölümünde ) uyurum. Kadınlarla da evlenirim. (İşte benim yolum, budur). Artık benim yolumdan kim yüz çevirirse benden değildir.” (Müslim, Nikah, 1) buyurmuştur. Hadise konu olan sahabenin Allah’a ibadet etme niyet ve samimiyetlerinden asla şüphemiz yoktur. Ancak dinimiz, Yüce Rabbimiz/kutsal adına da olsa insan takatini zorlayacak bir eylemi, ritüeli, fıtrata uygun hususları terk edişi onaylamayarak dengeli olmayı işar ediyor. Aynı zamanda bu tür davranışların, her ne kadar niyet sahih de olsa “dindarlık” olarak telakki edilemeyeceği gerçeği de ortaya çıkmaktadır.

Sevgili Peygamberimiz hemen her alanda dengeli olmayı isterdi. (Buhari, Rikak, 18, İman, 29) Bu çerçevede kendileri, diğer hususlarda olduğu gibi toplumsal ilişkilerinde, aile ve ibadet hayatında dengeli bir yol izlemiş, ne tamamen kendini ibadet ve meşguliyetlere kaptırarak ailesini ihmal etmiş ne de tamamen ailesiyle meşgul olarak ibadet ve vazifelerini aksatmıştır. Siret-i Nebi dikkatle incelendiğinde onun (s.a.s.) günlük vaktini, ibadet, istirahat, aile hayatı ve günlük meşgaleler için nasıl düzenli bir şekilde taksim ve tanzim ettiği ve bu planlamada “her hak sahibinin hakkının adilane/dengeli bir şekilde gözetilmesi” ilkesine riayet edildiği görülür. Yine Aişe validemiz şöyle anlatır: Hz. Peygamber (s.a.s.)’in bir hasırı vardı, geceleri perde yapıp gerisinde namaz kılardı, gündüzleri de yayıp üzerine otururdu. Halk da Rasulüllah (s.a.s.)’ın yanına gelip aynen onun gibi namaz kılmaya başladılar. Sayı gittikçe arttı. Bunun üzerine Allah Rasulü, onlara yönelerek şunları söyledi: “Ey insanlar, takat getireceğiniz işleri yapın. Zira siz (dua ve ibadet etmekten) usanmadıkça Allah da sevap yazmaktan usanmaz. Allah’a en hoş gelen amel, az da olsa devamlı olanıdır.” Hadisi nakleden ravi der ki: Muhammed (s.a.s.) ailesi bir iş yapınca onu sabit kılardı (artık terk etmez ona devam ederdi). (Buhârî, İman, 16, Rikâk, 18; Müslim, Salât, 283; Nesâî, Kıyâmu’l-Leyl, 1; Ebu Dâvud, Salat, 317) Bir başka hadisinde “Bu din kolaylıktır. Hiç kimse (amellerim eksiksiz olsun diye) kendini zorlasın da din, ona galip gelmesin (ve zorlanıp büsbütün amelden kesilmesin). Öyleyse orta yolu takip edin...” (Buhârî, İman, 29) buyurarak, dindarlık adına da olsa fıtratın zorlanmaması, aşırılığa düşülmemesi gerektiğine vurgu yapmıştır.

Hz. Peygamber’in eşlerini de bu dengeli din/hayat anlayışına çekmeye çalıştığının örneklerinden biri şu hadisedir: Enes der ki: “Hz. Peygamber (s.a.s.) mescide girmişti ki, iki direk arasına gerilmiş bir ip gördü. “Bu da ne?” diye sordu. Bu, Zeyneb’in (Hz. Peygamber’in eşi Zeynep bint Cahş validemiz) ipidir, namaz kılarken uykusu gelince buna takılıyor (ip onun düşmesini önlüyor)” dediler. Hz. Peygamber, “Hayır (olmaz) çözün ipi. İstekliyken namaz kılın, uykunuz gelince de yatın” diye emretti. (Buhârî, Teheccüd, 18; Müslim, Müsâfirîn, 219; Ebu Dâvud, Salât, 308) Hz. Aişe diyor ki: “Yanımda Beni Esed kabilesinden bir kadın vardı. Bu sırada Hz. Peygamber içeri girdi ve: “Bu kimdir?” diye sordu “Falancadır, geceleri hiç uyumaz, (ibadet eder)” dedim. Rasulüllah: “Gücünüz yettiği kadar amel edin. Allah’a andolsun ki, siz (ibadet yapmaktan) usanmadıkça, Allah da (sevap vermekten) usanmaz. Allah’a en hoş gelen dinî amel, kişinin devamlı olarak yaptığı ameldir.” buyurdu. (Buhârî,Teheccüd, 18; Müslim, Salâtu’l-Musâfirin, 222-221; Nesâî, Salatu’l-Leyl, 17)

Aşağıda nakledeceğimiz olayda da Rasulüllah’ın nasıl dengeli bir dindarlık anlayışını tavsiye ettiğinin bir örneği görülmektedir. Peygamberimiz Selman’la Ebu’d-Derda’yı kardeş yapmıştı. Selman bir defasında Ebu’d-Derda’yı ziyaret etti. Evde, Ebu’d-Derda’nın hanımını pejmürde bir kıyafet içinde buldu. “Bu halin nedir?” diye sordu. Kadın: “Kardeşiniz, Ebu’d-Derda’nın dünya ile alakası kalmadı” diye açıkladı. Ebu’d-Derda geldi ve Selman’a yemek getirerek: “Buyur, ye!” dedi ve ilave etti: “Ben orucum!” Selman: “Hayır sen yemezsen ben de yemem” dedi. Beraberce yemeği yediler. Akşam olunca Ebu’d-Derda, Selman’dan gece namazı için müsaade istediyse de, Selman: “Uyu” dedi. Beraber uyudular. Bir müddet sonra Ebu’d-Derda namaza kalkmak istedi. Selman tekrar: “Uyu!" dedi. Uyudular. Gecenin sonuna doğru Selman “Şimdi kalk!" dedi. Kalkıp beraber namaz kıldılar. Sonra Nebevi iklimi iyi analiz etmiş olan Selman şu nasihatte bulundu: ‘Senin üzerinde Rabbinin hakkı var, nefsinin hakkı var, ailenin de hakkı var. Her hak sahibine hakkını ver." Ertesi gün Ebu’d-Derda, durumu Hz. Peygamber’e anlattı. Rasulüllah,"Selman doğru söylemiş” buyurdu. (Buhârî, Edeb 86; Tirmizî, Zühd, 63, Hadis no: 2413)

Rasulüllah (s.a.s)’ın kâtiplerinden Ebu Rib’î Hanzala İbni Rebî’ el–Üseydî şöyle demiştir: Ebu Bekir benimle karşılaştı ve bana:
- Nasılsın, ey Hanzala? diye sordu. Ben de:
- Hanzala münafık oldu, dedim. Ebu Bekir:
- Sübhanallah, sen ne diyorsun? dedi. Ben cevaben dedim ki:
- Bizler, Rasulüllah’ın yanında bulunuyoruz. Bize cennet ve cehennemden bahsediyor, sanki gözlerimizle görüyormuşuz gibi oluyoruz. Onun huzurundan ayrılıp çoluk çocuğumuzun yanına ve işlerimizin başına dönünce, çok şeyi unutuyoruz. Ebu Bekir dedi ki:
- Allah’a yemin ederim ki, biz de benzeri şeylerle karşı karşıyayız. Ben ve Ebu Bekir birlikte yola düştük ve Rasulüllah’ın huzuruna girdik. Ben: Ey Allah’ın Rasulü! Hanzala münafık oldu, dedim. Rasulüllah : “Bu ne demek?” dedi. Ben: Ya Rasulüllah! Senin yanında bulunuyoruz, bize cennet ve cehennemden bahsediyorsun; sanki onları gözümüzle görüyor gibi oluyoruz. Senin huzurundan çıkıp da çoluk çocuğumuzun yanına ve işimizin başına dönünce, çoğunu unutuyoruz, dedim. Bunun üzerine Rasulüllah (s.a.s.): “Nefsimi kudretiyle elinde bulunduran Allah’a yemin ederim ki, siz, benim yanımda bulunduğunuz hâl üzere devam edip zikir üzere olabilseydiniz, yataklarınızda ve yollarınızda melekler sizinle musafaha ederlerdi. Fakat ey Hanzala, bir saatinizi ibadete, bir saatinizi de dünya işlerinize ayırınız.” buyurdu ve bu sözünü üç defa tekrarladı. (Müslim, Tevbe, 12-13. Ayrıca bk. Tirmizî, Kıyâmet, 59) Peygamberimiz insanlara hitap ederken, ayakta duran bir adam gördü ve onun kim olduğunu sordu. Ashap: - O, Ebu İsrâîl’dir. Güneşte durmayı, oturmamayı, gölgelenmemeyi, konuşmamayı ve sürekli oruç tutmayı adamıştır, dediler. Bunun üzerine Rasulüllah: “Ona söyleyiniz! Konuşsun, gölgelensin, otursun ve orucunu tamamlasın.” buyurdular. (Buhârî, Eymân, 31; Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Eymân, 19)

Sonuç olarak ifade etmek gerekirse, gerek Peygamberimiz’in gerekse dinî geleneğimize yön veren âlimlerin hayatlarında yer almış bulunan bu tür örnekleri çoğaltmak mümkündür. Bütün bu aktarılanlar, dengeli bir ibadet hayatı ve denge eksenine oturtulmuş sahih bir dindarlık anlayışı konusunda bizleri yönlendirmektedir. Bedensel ve zihinsel dinginlik, ibadetten alınacak haz ve lezzeti ziyadeleştirecektir. Böylesi bir durum da şüphesiz dünyaya, evrene, insana ve dine bakışımızdaki denge olgusu ile yakından ilintilidir. Aslında bu eksene oturmuş denge anlayışı, kapsamlı bir ibadet anlayışını da beraberinde getirmektedir. Niyetin, samimi ve Allah için olduğu takdirde fıtrat ve takati zorlamayan, dinî sabitelere aykırı düşmeyen hiçbir eylem ve davranışımızın ibadet kapsamı dışında kalmayacağını belleğimizde daima diri tutmalıyız. Diğer taraftan bu tür örnekler bağlamında ibadet anlayışı ile de olsa insan fıtrat ve takatini zorlayan hiçbir eylem veya davranışın dindarlık olarak nitelendirilemeyeceği sonucu ortaya çıkmaktadır.