Makale

Kutsalı Anlamak

Doç. Dr. Fikret Karaman
Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı

Kutsalı Anlamak

Dinî, millî veya uluslararası önemli günlerde yapılan görüşmeler ve toplantılar bir fırsat olarak değerlendirilmelidir. Milletimizin cuma, kandil, bayram ve ramazan ayına gösterdiği saygı ve nezaket bunun en güzel ifadesidir.


Kutsal veya kutsiyet; dinlerin ortak bir terimi olup genelde bazı varlıklarda bulunduğuna inanılan bir aşkın niteliktir. Arapça’da kutsiyet ve mukaddes, Latince’de ise “sacrum” kelimeleriyle açıklanan bu duygu; dinlerin aşkın bir güç olarak kabul ettiği unsurları ve değerleri kapsamaktadır. Bütün dinlerde, bu kavrama karşı saygı, sevgi, korku ve heyecan yüklü bir anlayış bulunmaktadır. Zira halkın düşüncesinde, kutsalın arka planında tabiat üstü bir güç vardır. Diğer bir anlatımla kutsal; insanın kendisinden daha üstün ve farklı olarak düşündüğü bir kudrettir. Bu nedenle o; hangi dinde olursa olsun saygı gösterilmesi ve müeyyidelerle korunması gereken bir olgudur. Halkın genel kabulü ve anlayışı da bu doğrultuda şekillenmiştir. Modern dünyada kutsallığın etkisinin azaldığı söylense de, pratikte görülen olaylar bu tezi desteklememektedir. Halen dünyada; en yoğun nüfus kitleleri bile bu güçten etkilenmektedir. Çünkü bu anlayış, adeta sosyal hayatın bir parçası olmuştur. Çağımızda karşılaşılan sosyolojik ve psikolojik olaylar da bu hususu doğrulamaktadır.

Biz bu yazımızda öncelikle İslâm dininin kaynaklarında yer alan değerler ve kutsallar üzerinde duracağız. Çünkü “Kuddüs veya Kutsiyet” aynı zamanda Allah’ın bir ismidir. İslâm bilginleri ve dilciler bu ismin; “her türlü eksiklikten, kusurdan münezzeh ve mübarek” manasına geldiğini açıklamışlardır. Gazali de kutsiyeti; “Duyumun algılayabileceği, hayalin canlandıracağı, zihnin tasavvur edeceği, düşüncenin şekillendireceği veya gönülde doğabilecek her türlü nitelikten münezzeh olan ilâhî bir kudret” şeklinde tanımlamıştır. Tarih boyunca örf, âdet ve kültürel alanlarda da söz konusu kavramlara olağan üstü anlamlar yüklenerek gönüllerde daha da belirgin hâle gelmiştir. Böylece fert ve toplum hayatında karşılıklı bir saygı, sevgi ve hoş görü ortamı sağlanmıştır. Yirminci asrın ortalarından itibaren yaklaşık elli devletin üzerinde anlaştığı “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi”nin 18. maddesinde de kutsala ve onun kaynağı olan değerlere atıfta bulunularak “din ve ibadet hürriyeti” teminat altına alınmıştır. Yine dince kutsal sayılan değerleri korumak amacıyla birçok ülkenin anayasasında veya kanun metinlerinde benzer hükümler yer almıştır. Genel anlamda insanların algılamalarına bakıldığında; bazı mekânların, zamanların, varlıkların veya nesnelerin saygın ve kutsal kabul edildiği anlaşılmaktadır. Diğer taraftan insanın gönül ve ruh dünyasını zenginleştiren, morallerini yükselten vatan, ezan ve bayrak gibi anlam yüklü değerler de, ancak bu kavramla açıklanabilir. Dolayısıyla birlik ve beraberliğimizin arka plânındaki bu manevî gücün varlığı asla unutulmamalıdır.

Nitekim Kur’an-ı Kerim’de de; birtakım mekânların kutsiyetine ve önemine dikkat çekilmiştir. İnsanlara bir rahmet ve hidayet olarak gönderilen peygamberlerin hayatları ve faaliyetlerinin cereyan ettiği yerler; diğerlerine göre daha fazla tanınmış ve anlamlı hâle gelmiştir. Buna örnek olarak onların, doğum ve vefatlarının gerçekleştiği yerler, vahyin nazil olduğu mekânlar, savaş ve benzeri olağan üstü olayların yaşandığı bölgeler ile hicret ettikleri coğrafyalar gösterilebilir. Bu cümleden olarak Allah; Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’den Kâbe’yi inşa etmelerini ve temellerini yükseltmelerini istemiştir. Daha sonra bu kutsal yerin ve çevresinin, tavaf yapacaklar ve namaz kılacaklar için temiz tutulmasını emretmiştir. Çünkü burası, ziyaretçiler için bir huzur, güven ve emniyet yeri olduğu belirtilmiştir. (Bakara, 125-127) Başka bir ayette de insanlar için kurulan ilk ibadet evinin, bu şehirde âlemlere rahmet ve hidayet kaynağı olarak kurulan Kâbe olduğu, orada apaçık deliller ve Makam-ı İbrahim’in bulunduğu hatırlatılmaktadır. (Âl-i İmran, 96-97) Diğer taraftan insanlar hac ibadeti maksadıyla bulundukları Arafat’tan ayrılırken Meş’ar-i Haram’da (Müzdelife’de) daha kuvvetli bir şekilde Allah’ı anmaları gerektiğine işaret edilmiştir. Yine Hz. Muhammed (s.a.s.)’in İsra ve Mi’rac mucizesini hatırlatan ayette de; hem Mekke’deki Mescid-i Haram’dan söz edilmekte hem de Kudüs’te bulunan Mescid-i Aksa’nın çevresinin çeşitli nimet ve hikmetlerle bereketli kılındığı bildirilmektedir. Benzer bir olay da Hz. Musa (a.s.) için anlatılmaktadır. Zira Hz. Musa; ayakkabılarını çıkararak mukaddes bir vadi olarak nitelenen “Tuva”ya davet edilmiştir. (Ta-Ha, 12) Diğer peygamberler için de yaşadıkları mekânlarla ilgili benzer örnekler gösterilebilir. Ancak yazımızın hacmi konunun detayına girmeye müsait olmadığından şimdilik bu kadarıyla yetiniyoruz.

Yeryüzünde Allah’ın anılmasına ve O’na ibadet edilmesine vesile olan manastır, kilise, havra ve mescitlerin de önemine dikkat çekilmiştir. Hâl böyle olunca bunların korunmasına yardımcı olmak ve içlerinde ibadet edilmesini sağlamak Allah’ın dinine yardımcı olmakla eş değer kabul edilmiştir. (Hac, 40) Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) de şu üç mescidi ziyaret için yolculuk yapılmasını tavsiye etmişlerdir. Bunlar; “Mescidü’l Haram, Mescidü’n-Nebevi ve Mescidü’l- Aksa”dır. (Buhârî, 2) Mekke ve Medine’nin faziletine ve kutsiyetine işaret eden başka ayet ve hadisler de vardır. Kudüs de; semavî dinlerce kutsal sayılan ve zengin hatıraları bağrında taşıyan bir şehirdir. Tarih boyunca bölgede meydana gelen olaylar, bu hususu doğrulamaktadır. Ayrıca hac ibadetlerinin yapıldığı, mabetler, tapınaklar, şehitlikler, mezarlıklar ve benzeri ziyaret yerleri de insanlar için hep ilgi odağı olmuştur. Bu nedenle özellik arz eden mekânlar, savaşta ve barışta korunmalıdır. Çünkü her insanın ve toplumun kendi kutsalına saygı duyması en doğal hakkıdır. Hiç kimsenin bu değerleri, küçümsemeye, değiştirmeye veya yok saymaya hakkı olmamalıdır.

Kur’an ve hadis metinlerinde önemine işaret edilen değerlerden biri de zaman kavramıdır. Genelde bu kavram an, saat, gün, gece, ay, sene, vakt, karn, dehr ve ebed gibi kelimelerle ifade edilmiştir. Bir iş ve eylem olarak konuya bakıldığında zaman, olayların ard arda dizilişinden ibarettir. Bu durumda bütün vakitler, günler, geceler, haftalar, aylar, yıllar ve çağlar hep olayların birer görünümüdür. Bu nedenle zamanın, her anı değerli ve kutsaldır. Ancak bazı gün, gece ve aylar diğerlerine göre daha da özellikli ve kutsal sayılmıştır. Tıpkı Kadir gecesinin bin aydan daha hayırlı olması gibi. Diğer kandiller, bayramlar, cuma ve ramazan günlerine de farklı anlamlar yüklenmiştir. Böylece her insanın inanç, örf âdet ve kültüründe kutsal zaman dilimleri olmuştur. İnsanlar, istek ve tercihlerine göre bu süreci ibadet veya çeşitli ritüellerle değerlendirmeye çalışmışlardır.

Şüphesiz ki, yaşayan bütün dinlerin ve inançların kutsal gün ve gecelerine de saygı duymak gerekir. Bu durumda zaman, insanlar için bir barış, huzur ve buluşma noktası olabilir. Dinî, millî veya uluslararası önemli günlerde yapılan görüşmeler ve toplantılar bir fırsat olarak değerlendirilmelidir. Milletimizin cuma, kandil, bayram ve ramazan ayına gösterdiği saygı ve nezaket bunun en güzel ifadesidir. Diğer taraftan karşılıklı hoşgörü ile her insan kendi kutsalını önceleyebilir. Bundan kimse rahatsız olmamalıdır. Merhum Mehmet Akif Ersoy eğitim için Avrupa’ya giden bir gencin karşılaştığı bir olayı şöyle anlatmaktadır: Bu genç Avrupa’ya yeni gelmiş, buradaki gurbet hayatına alışmaya çalışmaktadır. Ev bulamadığı için, otelde ikamet etmektedir. Bir gece odasında yalnızlığın verdiği hüznü ve sıkıntıyı hafifletmek için yanındaki sazın tellerine hafifçe dokunur. Durumu fark eden bir otel görevlisi hemen odaya gelerek, bu gecenin Hristiyanlar için kutsal bir gece olduğunu belirtmiş ve sükûneti bozan davranışlardan uzak durması gerektiğini ifade etmiştir. Aslında bugün de dünyanın bir çok yerinde benzer olaylarla karşılaşmak mümkündür. O hâlde insanlar için kutsal sayılan zaman dilimlerine saygı duymak hoş görü ve erdemliliğin bir ifadesi olarak değerlendirilmelidir.

Dinlerce kutsal sayılan varlıkların başında Tanrı inancı gelmektedir. Bu, aynı zamanda kaynağı tabiatüstü varlığa teslim olma ve bağlanma hâlidir. Zira mümin; İhlâs suresinde açıklandığı gibi Allah’ın varlığına, birliğine, her şeyi yarattığına ve her şeye gücü yettiğine inanır: “De ki: O Allah bir ve tektir. Allah Sameddir. (Her şey O’na muhtaçtır. O, kimseye muhtaç değildir.) O’ndan çocuk olmamıştır. (Kimsenin babası değildir.) Kendisi de doğmamıştır. (kimsenin çocuğu değildir.)” (İhlâs, 1-3)

İslâm’da, Allah’tan sonra en çok sevgi ve saygıya konu olan Hz. Peygamber (s.a.s.)’dir. Zira Allah’ı tanımak ve O’na ibadet etmek ancak Hz. Muhammed (s.a.s.)’in bize getirdiği mesajlarla mümkün olmaktadır. Nitekim Yüce Allah kendisini sevmenin ön şartı olarak Hz. Peygamber (s.a.s.)’e tabi olmamız gerektiğine işaret etmektedir.

“De ki: Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın…” “De ki: Allah’a ve Peygambere itaat edin” Eğer yüz çevirirlerse şüphe yok ki, Allah inkar edenleri sevmez.” (Âl-i İmrân, 31-32) Aslında Hz. Peygamber (s.a.s.) de; kendisine olan sevginin gönüllere yerleşmesini istemiştir: “Hiçbiriniz, ben ona babasından da, evlâdından da, bütün insanlardan da sevgili olmadıkça tam anlamıyla iman etmiş olmaz.” (Buhârî, İman, 8) Gerçekten tarih ve kültürümüz; Hz. Peygamber (s.a.s.)’e duyulan sevgi, saygı ve hoşgörüyle yoğrulmuştur. Çünkü o, âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Dolayısıyla insanlık asırlar boyunca onun bu aydınlığından istifade etmiştir.

Yeri gelmişken milletimizin; Topkapı Sarayı’nda, bulunan mukaddes emanetlere gösterdiği sevgi ve saygıdan da kısaca söz etmek istiyorum. Yavuz Sultan Selim, 25 Temmuz 1518 tarihinde Mısır seferinden zaferle dönmüştür. O, beraberinde bir kısmı Hz. Muhammed (s.a.s.)’e, diğerleri de bazı sahabeye ait olduğu bilinen emsalsiz emanetleri İstanbul’a getirmiştir. Kültür ve anlayışımızda “Mukaddes Emanetler” olarak bilinen bu eşya; “Hırka-i Saadet, Uhud savaşında kırılan dişinin parçası, Nakş-i Kadem-i Şerif (taş üzerindeki ayak izi), Lihye-i Saadet (sakalı şerif), Name-i Saadet (Mısır hükümdarına gönderdiği mektup), teyemmüm taşı, Sancağı Şerif, Kur’an-ı Kerimler, Hz. Fatıma’nın seccadesi, Kâbe anahtar ve kilitleri, Altın Oluk, Hacer-i Esved muhafazalıkları ve kılıçlar gibi emanetlerdir. Yavuz bunları; aynı gece evine bile uğramadan uygun bir mekân olan Topkapı Sarayı “Hırka-i Saadet Dairesi’ne” koymayı kararlaştırmıştır. Söz konusu emanetlere olan saygı ve sorumluluktan dolayı bu geceden itibaren Kur’an okunmasına başlanmış ve bu teamül hiç ara verilmeksizin 406 yıl boyunca gece ve gündüz devam etmiştir. Daha sonra Osmanlı hükümdarları başta olmak üzere bütün sorumlular ve halk bu kutsal emanetlerin bakımını yapmış, korumuş ve büyük saygı duymuşlardır. Aynı saygı ve ziyaret coşkusu asırlar boyunca devam etmektedir.


Yaşayan bütün dinlerin ve inançların kutsal gün ve gecelerine de saygı duymak gerekir. Bu durumda zaman, insanlar için bir barış, huzur ve buluşma noktası olabilir.