Makale

Prof. Dr. Halis Ayhan Değişmeyen, sabit kalan yaşayamaz. İslâm, ‘yarışın’ diyor, ama merhametsizce, acımasızca, insafsızca, birbirini ezerek bir yarış istemiyor.

SÖYLEŞİ

Söyleşi: Ayfer Balaban

Prof. Dr. Halis Ayhan
Değişmeyen, sabit kalan yaşayamaz. İslâm, ‘yarışın’ diyor, ama merhametsizce, acımasızca, insafsızca, birbirini ezerek bir yarış istemiyor.

XXI. yüzyılda bireyselliğe, çoğulculuğa vurgu yapan toplumun paradigmaları, ilkeleri, eğitim ve sosyal hayat anlayışının geldiği noktada dinin özünü koruyarak, o noktaya uygun açılımlar yapmak nasıl mümkün olacaktır?

Kur’an-ı Kerim’de bildirilen son din İslâm, hangi yüzyılda hangi süreçte olursa olsun insanlara yol gösterecek ve problemlerine cevap verecek durumdadır. Dinin temel öğretileri; Kur’an, hadis ve Hz. Peygamber’in 23 yıllık tatbikatı bir bütün olarak dikkate alınır, doğru anlaşılır, doğru açılımlar yapılır, doğru anlatılırsa, doğru yaşanır. Mesele, yorum meselesidir. M. Akif Ersoy’un, Muhammed İkbal’in kendi asırlarında yaptıkları yorumlara dikkatle bakalım. Onlar 70-80 yıl önce Türkiye ve Pakistan’ın şartlarında öyle güzel yorumlar yapmışlar ki, asrın idrakine, anlayışına söyletmişler İslâm’ı. Akif’in; “Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı/Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı” derken kastettiği; Kur’an’ın esaslarını koruyarak, -zaten Allah koruyor- doğru anlayarak, yerinde yorum yaparak günümüzün insanlarının ihtiyaçlarına cevap vermektir. Hayatın bütün alanlarında hayatı kolaylaştıran bir olgu olarak dinin insanlar için bir mutluluk kaynağı olabilmesi ancak böyle sağlanabilir.

Sosyolojik açıdan, sosyal psikoloji açısından meseleyi ele aldığımız zaman görülecektir ki İslâm, inananlara bitmez tükenmez bir motivasyon sağlamaktadır. Modern insan çeşitli sebeplerle bunalmakta, sıkıntıya düşmektedir. Bu sıkıntıyı aşabilmesi için onun iç dünyasında bir dayanma gücüne ihtiyacı vardır ki, bu gücü ona en doğru şekilde din verir. İnsan kendisine, Yaratanına güvenirse, O’nun bitmez-tükenmez rahmetiyle muhtemel problemleri aşabileceğine inancı ve gücünü iç dünyasında hissederse; ne ile karşılaşırsa karşılaşsın ümitsizliğe düşmez, yaşadıklarından dolayı kimseyi suçlamaz. Diyelim ki tedavisi güç bir hastalıkla karşılaştı; Allah’ın rahmetine, O’nun şifa verme gücüne güvenerek kendisinde bir dayanma gücü bulur, motivasyonu yükselir. Ekonomik darlığa düştüğünde; her darlığa karşılık kolaylık olduğunu müjdeleyen İnşirah sûresini okur, Rabbinin sunacağı kolaylıkları düşünür. Bir işinde başarısız olduğunda; ben ne talihsizim... vs. demez, o işten fariğ olur, diğerine koyulur. Deneyimlerini, tecrübelerini yeni işine katar. Batılı sosyal psikologlar dinin moral değerleri üzerinde o kadar derin araştırmalar yapmışlar ki, bu araştırmaların neticesi şudur: Her yaşta, farklı kültürde insanların doğru anladığı din, onlara bitmez-tükenmez bir destek sağlamaktadır.

Dine nereden bakıldığı, nasıl ve nereden yaklaşıldığı da önemli herhalde?

Bu noktada İslâm ülkelerinde maalesef dini anlamada, insanın ihtiyacı merkezinde yorumlamada, sosyal ve kültürel değişme ışığında çıkış yolları bulmada ciddi yaygın ve örgün eğitim problemi var. Bizi yaratan Allah. Son dini gönderen de, Kur’an’ı gönderen de O. Bu üçünün arasında bir uyum olması lazım. Bir başka ifadeyle, günümüz Müslümanının madden ve manen mutlu olması, başarılı olması lazım. Hem kendisiyle hem de çevresindeki her şeyle barışık olması lazım. Eğer böyle değilse; madden muvaffak değilse, manevî hayatında birtakım karışıklıklar yaşıyorsa, bunun ardında şunlar vardır: 1- Dini doğru anlayamıyoruz. 2- Dinle ilgili eğitim-öğretim yaparken, muhatabımızın gelişim ve idrak seviyesine uygun bir din eğitimi yapamıyoruz. Mesela derim ki, -Rasûlüllah’ın 23 yıllık tatbikatında en güzel örnekler olmakla beraber- yaygın din eğitiminde yalnızca Nahl sûresinin son ayetlerini düşünsek bile bize pek çok açılım sağlar. Allah, Nahl sûresi 125. ayette; “Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle çağır...” buyuruyor. O halde din görevlisinin ulaşması gereken bilgi seviyesi, cemaatin bilgi seviyesinin üzerinde olmalı, muhataplarının idrak seviyesine göre olmalıdır.

Dinimizin temelinde, Kur’an ve sahih hadiste hiçbir zaman ve hiçbir dönemde ihtiyaca cevap veremeyen bir açılım sıkıntısı yoktur/olmamıştır. Fakat Müslümanların sıkıntıları var. Bu bir anlayış meselesi midir sadece?

İki şeyde hata yapıyoruz: 1- Dinimizi bir bütünlük içinde doğru anlamada. 2- Örgün-yaygın eğitimde muhatabımızın ihtiyaç seviyesine uygun din eğitimi-öğretimi yapmada, yani hem muhtevada hem de muhtevanın verilişinde. Yöntem konusunda gelişmeleri takip etmek gerekiyor. Yüz-ikiyüz yıl önceki yöntemleri, o güne göre çok değerli olan öğretileri aynen tekrarda ısrarcı olunmamalı.

Bunda ısrarcı olmak dinin özüne de aykırı değil mi?
Gayet tabii. O günkü insanın ihtiyacına cevap olsun diye yazılmış kitapları ve o güne göre çok değerli bilgileri aynen tekrarlayıp durmamalı. Bugünün insanının ihtiyaçlarına ne kadar cevap verdiği/vermediği tetkik edilmeli.

Müslüman yaptığı her şeyi güzel yapmak durumundadır. Allah Rasûlünün oğlu için bir mezar kazılır. İçeride gözü rahatsız eden bir tümsek vardır, bunu görür Peygamberimiz ve o tümseğin düzeltilmesini ister. Arkadaşları; “Ya Rasûlallah, bu mezarın dağınık, şekilsiz olmasıyla düzgün olması arasında ölüye fayda zarar açısından bir fark var mıdır?” derler. Peygamberimiz (s.a.s.); “Bizim gözümüzü, bizi rahatsız ediyor ya” buyururlar. Bir başka misal vereyim: “Kıyamet kopuyorsa bile ağaç dikin” buyururlar. Ağaç çöl şartlarında ne kadar güç yetişir. Peygamberimiz, burada şu vurguyu yapıyor. Dünyayı imar etmek için her hâlükârda siz işinize bakın, yeşillendirin, güzelleştirin, eğitin, öğretin ama mutlaka her ne iş yapıyorsanız güzel yapın.

Yüce dinimizin getirdiği her alandaki değerleri günün ihtiyaçlarını dikkate alarak yorumlayıp özel öğretim yöntemleri ile sunmak, bu anlamda programlar geliştirmek gerekir. Bugün çoklu zekâdan; duygusal ve sosyal zekâdan bahsediliyor. Diyelim ki, çocuğunuz duygusal zekâya sahip. Ona; iman, ibadet, ahlâk konularını verirken; drama, şiir, kıssa, gerçek hayattan seviyesine göre hikâyeler kullanılırsa daha kalıcı bir öğrenme sağlanmış olur.

Kişilikli, sağlıklı bir değişim için, çağdaş eğitim-öğretim yöntemlerine sırtımızı dönmememiz gerekiyor. Öyle değil mi efendim? Değişimden kastettiğim ise önce anlayışta sonra da anlatımda değişim. Malumunuz son yüzyıllık felsefede de en çok tartışılan konu; anlam, yorum ve uygulama.

Bir kavramın mantıkî içeriğinde -özellikle sosyal içerikli kavramlarda bu daha belirgin- kavramın içlem ve kaplamını, başka bir ifade ile tazammun ve şümûlünü tanımlamak yetmez. Bu kavram XXI. yüzyılda nasıl anlaşılıyor, nasıl yorumlanıyor, nasıl uygulanıyor? İşte bu noktalara da bakmak lazım.

İyiye, doğruya, güzele doğru değişim kıyamete kadar devam edecek. Bugün bizim yorumlarımızı 20-30 yıl sonrakiler tekrar düşünecek. Bu gerekli… Allah Rasûlü, “İki günü müsavi olan ziyandadır” buyuruyor. İlimde, ibadette, ekonomik alanda, her şeyde bu böyledir. XIII. yüzyılın kahramanlarına bakalım. Meselâ; Mevlâna, ne güzel bir bakış açısı getiriyor: “Dün dünde kalmıştır cancağızım/Bugün yeni şeyler söylemek lazım.” Devam ediyor bilgi yüklü, hikmet yüklü sözlerine: “Akıp gitmek ne güzel şey bulanmadan, donmadan.” Kaynağından pırıl pırıl çıkan suyu bulandırmak veya dondurmak. Ya böyle olursa? Her ikisi de ne kadar tehlikeli değil mi? Yunusumuz; “Her gün yenileniyoruz/Bizden kim usanası” diyor. Gazâlimiz; “İhya” diyor. Ne güzel anlamışlar, ne güzel anlatmışlar ve ne güzel yaşamışlar!

Bir diriliş, bir canlılık, bir aksiyon, bir yenilenme, hatta hepsini içinde barındıran bir kavram ihya.

Buna mecburuz. Evrende her şey değişiyor. Organizmamız değişiyor. Her şeyde yeni bir oluşum var.

Bahtiyar Vahapzâde de; “Tufansız ürekler durgun göl kimi/Suyu tezelenmez (tazelenmez)/Dibi lillener (bulanır)/Nârahat (rahatsız) ürekler daşgın sel kimi/Her daşın üstünde bir cür dilenler” diyor. Evvelâ durgunluktan, durağanlıktan rahatsızlık hissetmeli insan.

Durgun su gibi lillenmemek için aksiyon gerekli, akıp gitmek gerekli, mecrasını kaybetmeden. Akıp gitmekten, yenilenmeden korkmadan, ihya için, inşa için yenilenmek gerekli, ana kaynaklardan kopmadan… Statik kalmanın kime ne faydası var?

Değişimde bir hareketlilik var. Bir irade, azim ve çalışma, bir kararlılık var. Allah’ın her günü kendimizi yenilemek için okumak, araştırmak, gözlemek, tefekkür, tezekkür, istişare gerekir. Çocukluğumuzdan itibaren bize verilen eğitimin bu yönümüzü geliştirdiğini söylemekte zorlanıyorum doğrusu. Birileri bizim adımıza düşünsün… Yok böyle bir şey. Goethe’den sonra en meşhur Alman düşünce adamı Rilke, bir prense yazdığı mektupta şöyle diyor: “Ben, Hz. Muhammed’in öğretisini okuyunca büyük bir coşkuyla, takdirle O’na katılıyorum.” İslâm, doğrudan doğruya kişiyi Allah’a ulaştırıyor, aracısız. Fatiha sûresini okurken, “Yalnız sana kulluk eder, yalnız senden yardım dileriz” diyoruz. Öyleyse sorumluyuz. Bizden evvelkilerin düşündüklerini, fikirlerini dikkate alarak yeniden düşünmeliyiz. Zeminimizi kaybetmeden…

Bir gün Yahya Kemal ile Ziya Gökalp sohbet ederler. Tarihteki başarımızdan söz eder Ziya Gökalp; “Harâbîsin harâbâtî değilsin/Gözün mazidedir âti değilsin” deyiverir. Yahya Kemal, ona cevap verir: “Ne harâbî, ne harâbâtîyim/ Kökü mazide olan âtiyim.” Aziz İstanbul’da yazar bunu şairimiz. Bu söylenenlerin ne derin anlamları var değil mi? Mazideki değerleri alacağız, güncelleyeceğiz ve âtiye yöneleceğiz. Nesilleri geleceğe işte bu perspektiften hazırlamalıyız. Çocuklarımızın elinden tutup onlarla birlikte geleceğe yürüyeceğiz. Bunun için aktüaliteyi tanıyacağız. Böylelikle ancak daha güçlü adımlar atarız.

Bu konuşulanlar, hem bireysel hem de kurumsal anlamda projeleri olmayı gerekli kılıyor.

Rönesans’tan sonra Batı neden başardı? Metotlu, projeli çalıştıkları, ekip çalışması yaptıkları için. Müşterek aklı kullandıkları için. İbrahim Hakkı, Marifetnamesinde; “Bir insanın reyi ne kadar isabetli olursa olsun, istişare etmeli. Başarının sırrı ehl-i istişare ve ehl-i rey olmaktadır” diyor. Ne güzel. Bununla birlikte demokratik katılım olmalı. Meselâ; Katip Çelebi ile Descartes aynı yüzyılın insanı. Descartes’in “Discours de la methode” (Metot üzerine konuşmalar) kitabı ile Kâtip Çelebi’nin “Mizanü’l-Hak fi İhtiyari’l-Ahakk” kitabı (adı Arapça, içi Türkçe) aynı yüzyılda hemen hemen aynı şeyleri söylüyor. Fakat biz Kâtip Çelebi’nin bu kitabını yüzyıllardır okumamışız. Descartes, orada bir ekol oluşturmuş malum. Ama bir Kâtip Çelebi ekolü oluşturulamamış. İbn Sina, Farabi, İbn Rüşt gibi büyük mütefekkirlerimiz var, ama onlar nesillerden nesillere geliştirilerek getirilememiş ve güncelleştirilememiş. Yani asrın idrakine aktarılamamış. Hangi zamana ait olursa olsun ortaya konulan fikirleri, ortak aklı işleterek güncelleştiremiyoruz. Değerleri güncelleştiremiyoruz. Problem burada.

Akif’in dediği gibi; “Milletlerin ikbali için iki kudret lazım; marifet, bir de fazilet.” Aydınlanma, bilim, teknoloji lazım, bunlarla birlikte eşit giden erdem, fazilet, merhamet lazım. Dürüstlük, vatanperverlik lazım. Alev Alatlı Hanımefendi, “aydınlanma değil, merhamet” diyor. -Müthiş bir kitap, takdire şayan bir çalışma.- Ben bunu şu şekilde ifade etmek istiyorum: “Aydınlanmayla beraber merhamet.”


Kur’an’ın bütünü muvacehesinde hayatımızı inşa etmeyi başarabilsek…

Kur’an’ı, peygamberi, onun sünnetini bütünüyle okumak, mümini olduğu İslâm’ın getirdiği öğretilerin talim ve terbiye değerlerini yakalamak gerekir. Allah’a güzel kul, Peygamberine layık ümmet olmanın, bir Müslüman ferdi olmanın şerefi ancak böyle yaşanır.

Konuşmamızın başında değişim dedik. Değişmeyen, sabit kalan yaşayamaz. Milletler koşarken, siz bu tempoya ayak uyduramazsanız, ezilirsiniz. İslâm, ‘yarışın’ diyor, ama merhametsizce, acımasızca, insafsızca, birbirini ezerek bir yarış istemiyor. Haksız rekabete meydan vermeden, âdil ve eşit şartlarda yarış istiyor. Salih kullar, işi en iyi yapanlardır. Öyleyse en iyi olmak zorundayız. Yeryüzü nimetlerinden en iyi yararlanmanın yolu bu. Söylediğiniz gibi Kur’an’ın bütünü muvacehesinde hayatı inşa etmeyi başarırsak, ancak o zaman yeryüzünün varisi oluruz. Bunun için insanın kendini tanıması, bu hayatın dünya hayatından ibaret olmadığına, yaptığı her eylemden dolayı Allah indinde sorumlu olduğuna, hesaba çekileceğine, yapıp ettiklerinin karşılığını göreceğine inanması gerekir. İşte bu inanç kişiyi; bu dünyada doğruda tutar, aynı zamanda ona güçlü bir motivasyon sağlar. Parçalanmış bir dünya görüşü yok Müslüman’ın, olmamalı da. Rabbine, kendine, ötekine, çevresine, ben dışına, ben ötesine, ölüm ötesine bütüncül bir bakış getiriyor İslâm. Bu bakış açısıyla eğitilmeye ihtiyacı var insanın. Fakat İslâm’ın öğretisini kendi insanımıza anlatmakta olsun, diğer milletlere anlatmakta olsun, açmazlarımız var, evvela bunu kabul edelim.

Sevindiricidir ki, bunu değiştirmek için çabalayanlarımız da var. Bu söyleşi için Diyanet Aylık Dergi adına teşekkür ederiz efendim.

Bugünümüzün imarı ve geleceğimizin inşası için akıllarını birleştirenlere, emeklerini insandan esirgemeyenlere ben de teşekkür ederim.


İki şeyde hata yapıyoruz: 1- Dinimizi bir bütünlük içinde doğru anlamada. 2- Örgün-yaygın eğitimde muhatabımızın ihtiyaç seviyesine uygun din eğitimi-öğretimi yapmada, yani hem muhtevada hem de muhtevanın verilişinde. Yöntem konusunda gelişmeleri takip etmek gerekiyor. Yüz-ikiyüz yıl önceki yöntemleri, o güne göre çok değerli olan öğretileri aynen tekrarda ısrarcı olunmamalı.


Allah’ın her günü kendimizi yenilemek için okumak, araştırmak, gözlemek, tefekkür, tezekkür, istişare gerekir. Çocukluğumuzdan itibaren bize verilen eğitimin bu yönümüzü geliştirdiğini söylemekte zorlanıyorum doğrusu.


XXI. yüzyılda bireyselliğe, çoğulculuğa vurgu yapan toplumun paradigmaları, ilkeleri, eğitim ve sosyal hayat anlayışının geldiği noktada dinin özünü koruyarak, o noktaya uygun açılımlar yapmak nasıl mümkün olacaktır?

Kur’an-ı Kerim’de bildirilen son din İslâm, hangi yüzyılda hangi süreçte olursa olsun insanlara yol gösterecek ve problemlerine cevap verecek durumdadır. Dinin temel öğretileri; Kur’an, hadis ve Hz. Peygamber’in 23 yıllık tatbikatı bir bütün olarak dikkate alınır, doğru anlaşılır, doğru açılımlar yapılır, doğru anlatılırsa, doğru yaşanır. Mesele, yorum meselesidir. M. Akif Ersoy’un, Muhammed İkbal’in kendi asırlarında yaptıkları yorumlara dikkatle bakalım. Onlar 70-80 yıl önce Türkiye ve Pakistan’ın şartlarında öyle güzel yorumlar yapmışlar ki, asrın idrakine, anlayışına söyletmişler İslâm’ı. Akif’in; “Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı/Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı” derken kastettiği; Kur’an’ın esaslarını koruyarak, -zaten Allah koruyor- doğru anlayarak, yerinde yorum yaparak günümüzün insanlarının ihtiyaçlarına cevap vermektir. Hayatın bütün alanlarında hayatı kolaylaştıran bir olgu olarak dinin insanlar için bir mutluluk kaynağı olabilmesi ancak böyle sağlanabilir.

Sosyolojik açıdan, sosyal psikoloji açısından meseleyi ele aldığımız zaman görülecektir ki İslâm, inananlara bitmez tükenmez bir motivasyon sağlamaktadır. Modern insan çeşitli sebeplerle bunalmakta, sıkıntıya düşmektedir. Bu sıkıntıyı aşabilmesi için onun iç dünyasında bir dayanma gücüne ihtiyacı vardır ki, bu gücü ona en doğru şekilde din verir. İnsan kendisine, Yaratanına güvenirse, O’nun bitmez-tükenmez rahmetiyle muhtemel problemleri aşabileceğine inancı ve gücünü iç dünyasında hissederse; ne ile karşılaşırsa karşılaşsın ümitsizliğe düşmez, yaşadıklarından dolayı kimseyi suçlamaz. Diyelim ki tedavisi güç bir hastalıkla karşılaştı; Allah’ın rahmetine, O’nun şifa verme gücüne güvenerek kendisinde bir dayanma gücü bulur, motivasyonu yükselir. Ekonomik darlığa düştüğünde; her darlığa karşılık kolaylık olduğunu müjdeleyen İnşirah sûresini okur, Rabbinin sunacağı kolaylıkları düşünür. Bir işinde başarısız olduğunda; ben ne talihsizim... vs. demez, o işten fariğ olur, diğerine koyulur. Deneyimlerini, tecrübelerini yeni işine katar. Batılı sosyal psikologlar dinin moral değerleri üzerinde o kadar derin araştırmalar yapmışlar ki, bu araştırmaların neticesi şudur: Her yaşta, farklı kültürde insanların doğru anladığı din, onlara bitmez-tükenmez bir destek sağlamaktadır.

Dine nereden bakıldığı, nasıl ve nereden yaklaşıldığı da önemli herhalde?

Bu noktada İslâm ülkelerinde maalesef dini anlamada, insanın ihtiyacı merkezinde yorumlamada, sosyal ve kültürel değişme ışığında çıkış yolları bulmada ciddi yaygın ve örgün eğitim problemi var. Bizi yaratan Allah. Son dini gönderen de, Kur’an’ı gönderen de O. Bu üçünün arasında bir uyum olması lazım. Bir başka ifadeyle, günümüz Müslümanının madden ve manen mutlu olması, başarılı olması lazım. Hem kendisiyle hem de çevresindeki her şeyle barışık olması lazım. Eğer böyle değilse; madden muvaffak değilse, manevî hayatında birtakım karışıklıklar yaşıyorsa, bunun ardında şunlar vardır: 1- Dini doğru anlayamıyoruz. 2- Dinle ilgili eğitim-öğretim yaparken, muhatabımızın gelişim ve idrak seviyesine uygun bir din eğitimi yapamıyoruz. Mesela derim ki, -Rasûlüllah’ın 23 yıllık tatbikatında en güzel örnekler olmakla beraber- yaygın din eğitiminde yalnızca Nahl sûresinin son ayetlerini düşünsek bile bize pek çok açılım sağlar. Allah, Nahl sûresi 125. ayette; “Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle çağır...” buyuruyor. O halde din görevlisinin ulaşması gereken bilgi seviyesi, cemaatin bilgi seviyesinin üzerinde olmalı, muhataplarının idrak seviyesine göre olmalıdır.

Dinimizin temelinde, Kur’an ve sahih hadiste hiçbir zaman ve hiçbir dönemde ihtiyaca cevap veremeyen bir açılım sıkıntısı yoktur/olmamıştır. Fakat Müslümanların sıkıntıları var. Bu bir anlayış meselesi midir sadece?

İki şeyde hata yapıyoruz: 1- Dinimizi bir bütünlük içinde doğru anlamada. 2- Örgün-yaygın eğitimde muhatabımızın ihtiyaç seviyesine uygun din eğitimi-öğretimi yapmada, yani hem muhtevada hem de muhtevanın verilişinde. Yöntem konusunda gelişmeleri takip etmek gerekiyor. Yüz-ikiyüz yıl önceki yöntemleri, o güne göre çok değerli olan öğretileri aynen tekrarda ısrarcı olunmamalı.

Bunda ısrarcı olmak dinin özüne de aykırı değil mi?
Gayet tabii. O günkü insanın ihtiyacına cevap olsun diye yazılmış kitapları ve o güne göre çok değerli bilgileri aynen tekrarlayıp durmamalı. Bugünün insanının ihtiyaçlarına ne kadar cevap verdiği/vermediği tetkik edilmeli.

Müslüman yaptığı her şeyi güzel yapmak durumundadır. Allah Rasûlünün oğlu için bir mezar kazılır. İçeride gözü rahatsız eden bir tümsek vardır, bunu görür Peygamberimiz ve o tümseğin düzeltilmesini ister. Arkadaşları; “Ya Rasûlallah, bu mezarın dağınık, şekilsiz olmasıyla düzgün olması arasında ölüye fayda zarar açısından bir fark var mıdır?” derler. Peygamberimiz (s.a.s.); “Bizim gözümüzü, bizi rahatsız ediyor ya” buyururlar. Bir başka misal vereyim: “Kıyamet kopuyorsa bile ağaç dikin” buyururlar. Ağaç çöl şartlarında ne kadar güç yetişir. Peygamberimiz, burada şu vurguyu yapıyor. Dünyayı imar etmek için her hâlükârda siz işinize bakın, yeşillendirin, güzelleştirin, eğitin, öğretin ama mutlaka her ne iş yapıyorsanız güzel yapın.

Yüce dinimizin getirdiği her alandaki değerleri günün ihtiyaçlarını dikkate alarak yorumlayıp özel öğretim yöntemleri ile sunmak, bu anlamda programlar geliştirmek gerekir. Bugün çoklu zekâdan; duygusal ve sosyal zekâdan bahsediliyor. Diyelim ki, çocuğunuz duygusal zekâya sahip. Ona; iman, ibadet, ahlâk konularını verirken; drama, şiir, kıssa, gerçek hayattan seviyesine göre hikâyeler kullanılırsa daha kalıcı bir öğrenme sağlanmış olur.

Kişilikli, sağlıklı bir değişim için, çağdaş eğitim-öğretim yöntemlerine sırtımızı dönmememiz gerekiyor. Öyle değil mi efendim? Değişimden kastettiğim ise önce anlayışta sonra da anlatımda değişim. Malumunuz son yüzyıllık felsefede de en çok tartışılan konu; anlam, yorum ve uygulama.

Bir kavramın mantıkî içeriğinde -özellikle sosyal içerikli kavramlarda bu daha belirgin- kavramın içlem ve kaplamını, başka bir ifade ile tazammun ve şümûlünü tanımlamak yetmez. Bu kavram XXI. yüzyılda nasıl anlaşılıyor, nasıl yorumlanıyor, nasıl uygulanıyor? İşte bu noktalara da bakmak lazım.

İyiye, doğruya, güzele doğru değişim kıyamete kadar devam edecek. Bugün bizim yorumlarımızı 20-30 yıl sonrakiler tekrar düşünecek. Bu gerekli… Allah Rasûlü, “İki günü müsavi olan ziyandadır” buyuruyor. İlimde, ibadette, ekonomik alanda, her şeyde bu böyledir. XIII. yüzyılın kahramanlarına bakalım. Meselâ; Mevlâna, ne güzel bir bakış açısı getiriyor: “Dün dünde kalmıştır cancağızım/Bugün yeni şeyler söylemek lazım.” Devam ediyor bilgi yüklü, hikmet yüklü sözlerine: “Akıp gitmek ne güzel şey bulanmadan, donmadan.” Kaynağından pırıl pırıl çıkan suyu bulandırmak veya dondurmak. Ya böyle olursa? Her ikisi de ne kadar tehlikeli değil mi? Yunusumuz; “Her gün yenileniyoruz/Bizden kim usanası” diyor. Gazâlimiz; “İhya” diyor. Ne güzel anlamışlar, ne güzel anlatmışlar ve ne güzel yaşamışlar!

Bir diriliş, bir canlılık, bir aksiyon, bir yenilenme, hatta hepsini içinde barındıran bir kavram ihya.

Buna mecburuz. Evrende her şey değişiyor. Organizmamız değişiyor. Her şeyde yeni bir oluşum var.
Bahtiyar Vahapzâde de; “Tufansız ürekler durgun göl kimi/Suyu tezelenmez (tazelenmez)/Dibi lillener (bulanır)/Nârahat (rahatsız) ürekler daşgın sel kimi/Her daşın üstünde bir cür dilenler” diyor. Evvelâ durgunluktan, durağanlıktan rahatsızlık hissetmeli insan.

Durgun su gibi lillenmemek için aksiyon gerekli, akıp gitmek gerekli, mecrasını kaybetmeden. Akıp gitmekten, yenilenmeden korkmadan, ihya için, inşa için yenilenmek gerekli, ana kaynaklardan kopmadan… Statik kalmanın kime ne faydası var?

Değişimde bir hareketlilik var. Bir irade, azim ve çalışma, bir kararlılık var. Allah’ın her günü kendimizi yenilemek için okumak, araştırmak, gözlemek, tefekkür, tezekkür, istişare gerekir. Çocukluğumuzdan itibaren bize verilen eğitimin bu yönümüzü geliştirdiğini söylemekte zorlanıyorum doğrusu. Birileri bizim adımıza düşünsün… Yok böyle bir şey. Goethe’den sonra en meşhur Alman düşünce adamı Rilke, bir prense yazdığı mektupta şöyle diyor: “Ben, Hz. Muhammed’in öğretisini okuyunca büyük bir coşkuyla, takdirle O’na katılıyorum.” İslâm, doğrudan doğruya kişiyi Allah’a ulaştırıyor, aracısız. Fatiha sûresini okurken, “Yalnız sana kulluk eder, yalnız senden yardım dileriz” diyoruz. Öyleyse sorumluyuz. Bizden evvelkilerin düşündüklerini, fikirlerini dikkate alarak yeniden düşünmeliyiz. Zeminimizi kaybetmeden…

Bir gün Yahya Kemal ile Ziya Gökalp sohbet ederler. Tarihteki başarımızdan söz eder Ziya Gökalp; “Harâbîsin harâbâtî değilsin/Gözün mazidedir âti değilsin” deyiverir. Yahya Kemal, ona cevap verir: “Ne harâbî, ne harâbâtîyim/ Kökü mazide olan âtiyim.” Aziz İstanbul’da yazar bunu şairimiz. Bu söylenenlerin ne derin anlamları var değil mi? Mazideki değerleri alacağız, güncelleyeceğiz ve âtiye yöneleceğiz. Nesilleri geleceğe işte bu perspektiften hazırlamalıyız. Çocuklarımızın elinden tutup onlarla birlikte geleceğe yürüyeceğiz. Bunun için aktüaliteyi tanıyacağız. Böylelikle ancak daha güçlü adımlar atarız.

Bu konuşulanlar, hem bireysel hem de kurumsal anlamda projeleri olmayı gerekli kılıyor.

Rönesans’tan sonra Batı neden başardı? Metotlu, projeli çalıştıkları, ekip çalışması yaptıkları için. Müşterek aklı kullandıkları için. İbrahim Hakkı, Marifetnamesinde; “Bir insanın reyi ne kadar isabetli olursa olsun, istişare etmeli. Başarının sırrı ehl-i istişare ve ehl-i rey olmaktadır” diyor. Ne güzel. Bununla birlikte demokratik katılım olmalı. Meselâ; Katip Çelebi ile Descartes aynı yüzyılın insanı. Descartes’in “Discours de la methode” (Metot üzerine konuşmalar) kitabı ile Kâtip Çelebi’nin “Mizanü’l-Hak fi İhtiyari’l-Ahakk” kitabı (adı Arapça, içi Türkçe) aynı yüzyılda hemen hemen aynı şeyleri söylüyor. Fakat biz Kâtip Çelebi’nin bu kitabını yüzyıllardır okumamışız. Descartes, orada bir ekol oluşturmuş malum. Ama bir Kâtip Çelebi ekolü oluşturulamamış. İbn Sina, Farabi, İbn Rüşt gibi büyük mütefekkirlerimiz var, ama onlar nesillerden nesillere geliştirilerek getirilememiş ve güncelleştirilememiş. Yani asrın idrakine aktarılamamış. Hangi zamana ait olursa olsun ortaya konulan fikirleri, ortak aklı işleterek güncelleştiremiyoruz. Değerleri güncelleştiremiyoruz. Problem burada.

Akif’in dediği gibi; “Milletlerin ikbali için iki kudret lazım; marifet, bir de fazilet.” Aydınlanma, bilim, teknoloji lazım, bunlarla birlikte eşit giden erdem, fazilet, merhamet lazım. Dürüstlük, vatanperverlik lazım. Alev Alatlı Hanımefendi, “aydınlanma değil, merhamet” diyor. -Müthiş bir kitap, takdire şayan bir çalışma.- Ben bunu şu şekilde ifade etmek istiyorum: “Aydınlanmayla beraber merhamet.”

Kur’an’ın bütünü muvacehesinde hayatımızı inşa etmeyi başarabilsek…

Kur’an’ı, peygamberi, onun sünnetini bütünüyle okumak, mümini olduğu İslâm’ın getirdiği öğretilerin talim ve terbiye değerlerini yakalamak gerekir. Allah’a güzel kul, Peygamberine layık ümmet olmanın, bir Müslüman ferdi olmanın şerefi ancak böyle yaşanır.
Konuşmamızın başında değişim dedik. Değişmeyen, sabit kalan yaşayamaz. Milletler koşarken, siz bu tempoya ayak uyduramazsanız, ezilirsiniz. İslâm, ‘yarışın’ diyor, ama merhametsizce, acımasızca, insafsızca, birbirini ezerek bir yarış istemiyor. Haksız rekabete meydan vermeden, âdil ve eşit şartlarda yarış istiyor. Salih kullar, işi en iyi yapanlardır. Öyleyse en iyi olmak zorundayız. Yeryüzü nimetlerinden en iyi yararlanmanın yolu bu. Söylediğiniz gibi Kur’an’ın bütünü muvacehesinde hayatı inşa etmeyi başarırsak, ancak o zaman yeryüzünün varisi oluruz. Bunun için insanın kendini tanıması, bu hayatın dünya hayatından ibaret olmadığına, yaptığı her eylemden dolayı Allah indinde sorumlu olduğuna, hesaba çekileceğine, yapıp ettiklerinin karşılığını göreceğine inanması gerekir. İşte bu inanç kişiyi; bu dünyada doğruda tutar, aynı zamanda ona güçlü bir motivasyon sağlar. Parçalanmış bir dünya görüşü yok Müslüman’ın, olmamalı da. Rabbine, kendine, ötekine, çevresine, ben dışına, ben ötesine, ölüm ötesine bütüncül bir bakış getiriyor İslâm. Bu bakış açısıyla eğitilmeye ihtiyacı var insanın. Fakat İslâm’ın öğretisini kendi insanımıza anlatmakta olsun, diğer milletlere anlatmakta olsun, açmazlarımız var, evvela bunu kabul edelim.

Sevindiricidir ki, bunu değiştirmek için çabalayanlarımız da var. Bu söyleşi için Diyanet Aylık Dergi adına teşekkür ederiz efendim.

Bugünümüzün imarı ve geleceğimizin inşası için akıllarını birleştirenlere, emeklerini insandan esirgemeyenlere ben de teşekkür ederim.