Makale

Biz bülbül-i muhrik-dem-i gülzâr-ı firâkız Âteş kesilir geçse sabâ gülşenimizden Selimî

Vedat Ali Tok

Biz bülbül-i muhrik-dem-i gülzâr-ı firâkız
Âteş kesilir geçse sabâ gülşenimizden
Selimî

Klâsik şiirimizde bülbülün ötüşü ya da âşığın hasretle, aşk ile ettiği ahların şiddeti daima mübalağa edilmiştir; öyle ki güneş ısısını ve yakıcılığını âşıkların âhlarından çıkan ateşin şiddetinden aldığı hükmüne varan şairlerimiz hiç de az değildir.

Edebiyatımızda Selimî mahlasıyla tanınan II. Selim, Batılıların Muhteşem Süleyman dedikleri ve sultanlığının yanında şairliği ile de nam salmış Kanuni Sultan Süleyman’ın oğludur. Yukarıya aldığımız beyit, Kanuni’den sonra Osmanlı tahtına geçen ve sekiz yıllık bir iktidar dönemi yaşayan II. Selim’in padişahlığına mukayese edilemeyecek derecede kuvvetli bir beyittir. Bu beyte birçok şair nazireler yazmışsa da bu kuvvette bir söyleyişe rastlanmamıştır. Hatta hayranlıklarını gizleyemeyen birçok meşhur şair II. Selim’in bu beytini şiirlerinde iktibas etmiştir.

Yahya Kemal bu meşhur beyti ve Selimiye Camii’ni kastederek şöyle diyor: “Bir beyti bir de câmi-i mâ’mûru var.” Aslında kendisi de bir şiir üstadı olan Yahya Kemal Beyatlı’nın bu beyte hayranlığı ve Selimiye Camii’nin ihtişamına denk görmesi beyhude değil elbette…

Pekiyi, bu beyti bize güzel gösteren unsurlar nereden kaynaklanıyor, buna bir bakalım. Yalnız önce günümüz Türkçesiyle ne söylenmek istendiğini anlamamız gerekir.

“Biz, ayrılık bahçesinin öyle yanık yanık ve yakıcı öten bülbülüyüz ki, sabah rüzgârı gül bahçemizden geçse, ateş kesilir, yanar.”

Beyit, aruz vezninin Mef’ûlü/Mefâîlü/ Mefâîlü/Feûlün kalıbıyla yazılmış. Önceki ve sonraki beyitleri unutturduğu için böyle beyitlere beyt-i berceste (sıçramış, seçilmiş beyit), eğer şair sadece bu iki mısraı yazmışsa buna da müfred deniyor. Yani her hâlükârda bir şaheser beyit.

Şair, hasret çekmektedir. Bu hasret maddî veya manevî bir varlık ya da kavrama olabilir. Bir sultanın hasreti ne olabilir? Ülkesinin refahı, mutluluğu, topraklarını genişletmek; zulümle yönetilen ülkelere nizam vermek… Ya da bir sevgiliye duyulan aşk… Hepsi olabilir. Çünkü sultanlar da insandır ve onların da aşkları, hasretleri vardır. Nitekim Sultan Selim’in babası Kanuni “Muhibbî” mahlasıyla divan şairlerinin kâhir ekseriyetinden fazla gazel yazmış bir şairdi ve dünyaya nizam verme sevdasındaki bu koca padişah, bir sefere çıktığı vakit özlediği, sevdiği için;

“Bezm-i gamda âh idüp cânânı andum ağladum
Yâr ile evvel geçen devrânı andum ağladum”
diyecek kadar sıradan bir insan olabiliyordu. Hatta Kanuni’nin babası ve Sultan Selim’in ismini aldığı dedesi, o sert mizaçlı, düşmanlarını tirtir titreten Sultan Yavuz Selim Han bile:
“Şîrler pençe-i kahrumda olurken lerzân
Beni bir gözleri âhûya zebun etdi felek” demiyor muydu?
İşte burada da Sultan-Şair II. Selim şiddetli bir hasretin pençesine düşmüş, ateşler içinde yanmaktadır. Nasıl ki efsane kahramanlarından bülbül, gülün aşkıyla dertli dertli ötüp, dinleyenlerin ciğerlerine od düşürüyorsa Selimî de aynı derde duçar olmuş âh u figânıyla ortalığı yakıp kavurmaktadır.

Klasik şiirimizde bülbülün ötüşü ya da âşığın hasretle, aşk ile ettiği ahların şiddeti daima mübalağa edilmiştir; öyle ki güneş ısısını ve yakıcılığını âşıkların âhlarından çıkan ateşin şiddetinden aldığı hükmüne varan şairlerimiz hiç de az değildir. Nitekim Selimî de kendisini gül hasretiyle helâk edecek derecede feryadı figân koparan bülbülle aynileştiriyor ve yakıcı âhının şiddetini ifade etmek için farzımuhal kendisinin bulunduğu mekândan serin seher rüzgârı geçecek olsa, rüzgârın bile yanıp tutuşacağını iddia ediyor.

Selimî’nin bu beytini güçlü ve kalıcı kılan âmillerden biri de kullandığı mazmunların güzelliğidir. Kelimelerin rastgele seçilmediği, her bir sözün derin anlamlar ifade ettiği gözden kaçmıyor. Mesela şair hasret duyduğunu, bu yüzden, yani bu hasretten dolayı yakıcı âhlar çektiğini söylerken, edebiyatımızda sevgiliden haber getirdiğine inanılan bâd-ı sabânın (sabah rüzgârı) gelmesi hâlinde bile teskin olamayacağını, hatta o rüzgârın bile yanacağını söylemek suretiyle yüreğindeki hararetin şiddetini mübalağalı bir şekilde dile getiriyor. Öte yandan gülzâr (gül bahçesi) ile âh ateşini birlikte kullanıyor şair. Çünkü gül de âh ateşi de renk itibarıyla aynıdır; kızıldır, âteşîndir, alev renklidir.

Beytin birinci mısraı “Biz, gülzârdan ayrı düşmüş olmanın hasretiyle yanık yanık öten bir bülbülüz” şeklinde de nesre çevrilebilir. Gramer olarak olmasa bile mana olarak böyle düşünülebilir ki, bu daha mantıklıdır; çünkü bülbül ancak gülden, gül bahçesinden ayrı düştüğü zaman hasretle âh edip inler. Hasretlik, ayrılıktan kaynaklanır zaten.

Yazılanlar her zaman yaşananlardan ibaret değildir. Hele divan şairleri için bu hüküm daha rahat verilebilir. Bunu şunun için söylüyoruz. Bu beyti okurken Osmanlı’nın XVI. asırdaki o siyasî durumunu da göz ardı edilemez.


Selimî’nin bu beytini güçlü ve kalıcı kılan âmillerden biri de kullandığı mazmunların güzelliğidir. Kelimelerin rastgele seçilmediği, her bir sözün derin anlamlar ifade ettiği gözden kaçmıyor.