Makale

Umre Rehberi ve Umre Duaları

KİTAP TANITIMI

Dr. Kiyasettin Koçoğlu
DİB/Eğitim Uzmanı

Umre Rehberi ve
Umre Duaları
Umre Rehberi, Hazırlayan: Dr. Ekrem Keleş, DİB Yay.
2. Baskı, Ankara 2008, 126 s. Umre Dualan, Hazırlayan: Dr. Ekrem Keleş, DİB Yay.
2. Baskı, Ankara 2008, 151 s.

Umre Rehberi
Modem hayatın her geçen gün insanı dünya meşgaleleri içerisine biraz daha çekerek yalnızlaştırdığı, bireyselleştirdiği ve kendisini ekmel noktasına ulaştıran değerlerden uzaklaştırdığı insan için dinin bireysel ve sosyal hayattaki işlevinin önemi gittikçe artmaktadır. İman, ibadet ve ahlak merkezinde tasnif edilen dinin temel argümanlarının birbiriyle olan ayrılmazlığı ve mahiyetlerindeki bütünlük bağlamında, inanan insanların fiiliyata aktardığı yaşayan dinin mahiyetini ve işlevlerini de yeniden gözden geçirmeye çalışan asrımızın Müslümanları insan için algılanan dinin ne kadar kaynağıyla uyum içerisinde olduğu dikkate alın-ması gerekmektedir.
Dinin temel iki kaynağı olan Kuran ve sahih sünnetten hareketle gelişen dinî ilgi, algı ve fiiliyatlardaki istikamet yüce dinimiz İslam’ın evrensel rahmet iklimi altında yaşam alanı oluşturabilmek için elzemdir. Bu bağlamda doğru bilginin rehberliği ve bu manada ortaya konan çalışmalar önem arz etmektedir. Müslümanların inanç, ibadet ve ahlakî esaslarını Kuran ve sahih sünnete göre tanzim etmelerine yardımcı olmak için hem bilimsel bağlamda hem de daha pratik kullanımı gözetilerek hazırlanmış pek çok çalışma önemli işlev görmektedir. Günümüz şartlan içerisinde gelişen ihtiyaçları karşılayacak çalışmalar da gerekli olmaktadır. Yılda bir defa ve belki ömürde de bir veya birkaç defa yerine getirilebilen hac ve umre ibadeti özellikle belli bir süre içerisinde ve yoğun bir programlı gerçekleştirilmesi rehber mahiyetli çalış-maları önemli kılmaktadır.
İslam’ın ibadetleri temel olarak bedenî, mali ve hem bedenî ve hem mali olmak üzere üç kategoride ele alınmaktadır. Bu üçüncü grup içerisinde yer alan ibadetlerden bir tanesi de umre ibadetidir. Ziyaret et-mek anlamına gelen umre kelimesi, dinî bir terim olarak belirli zamana bağlı olmaksızın ihrama girerek Kabe’yi tavaf etmek, Safa ile Men/e arasında sa’y yapmak ve tıraş olup ihramdan çıkmak suretiyle ye-rine getirilen ibadet anlamına gelmektedir.
Müminlerin hayatlarında dönüm noktası teşkil eden umre ibadeti, kişinin manevi dünyasını geliştirmesi ve yenilenmesi için önemli bir fırsattır. Kişisel açıdan manevi gelişim yolculuğu olarak nitelendirilebilecek bu kutsal seyahatin amacına uygun bir şekilde gerçekleşebilmesi için, bilinçli bir şekilde yerine getirilmesi gerekmektedir.
Diyanet İşleri Başkanlığının yapmış olduğu hizmetlerden bir tanesi de hac ve umre organizasyonlarını gerçekleştirerek hac ve umre görevini ifa etmek isteyen insanlarımızın kolay ve verimli bir şekilde iba-detlerini bihakkın eda etmelerini sağlamaktır, işte bu amaca yönelik yaptığı çalışmalardan birtanesi de Dr. Ekrem Keleş tarafından hazırlanan ve Başkanlık yayınları arasında Halk Kitapları serisi içerisinde yer alan Umre Rehberi isimli çalışmadır.
Birtakım sıkıntıları ve maddi külfeti göze alarak karar verilen bu kutlu yolculuğa niçin çıkılır? Bu yolculuk kişiye neler kazandırmalıdır? Bu kutsal yolculuğun amacına uygun olarak gerçekleşebilmesi için nasıl ha-reket edilmelidir? Umre ibadeti nedir ve nasıl yapılır? Bu ibadetteki fiil ve davranışların anlamı nedir? Gibi sorulana az da olsa cevap verebilmek ve bu fırsatın iyi değerlendirilmesine katkı sağlamak amacıyla hazırlanmıştır.
Eser Ön Söz, Giriş ve beş ana bölümden oluşmaktadır. Giriş kısmında umre yolculuğunun bir ibadet olduğu, Müslümanlar için çok önemli işlevi ve anlamlan olduğuna dikkat çekilmektedir.
Birinci bölümde, umrenin tarifi, zamanı, fazileti, yapılışı, ihram, niyet, telbiye, ihram yasaklan, ihramda iken yasak olmayan bazı fiil ve davranışlar, harem bölgesine giriş, tavaf, sa’y, tıraş olup ihramdan çıkma, umrede kadınlar, başlıklarla umre ibadetinin yapılışı, konulan çeşitli resimlerin eşliğinde ele alınmaktadır.
ikinci bölümde, anlam olarak umre konusu ele alınmaktadır. Birinci bölümde umrenin unsurlarının nasıl gerçekleştirildiği anlatılırken bu bölümde bu unsurların Müslümanlar için ve dinî mahiyetleri açısından ta-şıdıktan anlamlar ve önemleri üzerinde durulmaktadır. Bu bağlamda ihram, tavaf, sa’y, Hacer-i Esved, Mültezem, Makam-ı İbrahim, Zemzem, tıraş olup ihramdan çıkış gibi umrenin unsurlarının anlam, değer ve önemleri üzerinde durulmaktadır.
Üçüncü bölümde bazı ziyaret yerleri tanıtılmaktadır. Hira, Sevr, Nemire Mescidi, Müzdelife ve Meş’ar-i Haram, Mina, Hayf Camii (Mescid-i Hayf), Akabe, Cin Mescidi, Mualla Kabristanı, Peygamber Efendimizin Doğduğu Ev, Hudeybiye, Kâbe ve Mescid-i Haram ile ilgili bazı bilgiler, Hacer-i Esved, Mültezem, Hicr-i Kâbe, Altınoluk Şazin/an, Kisve-i Kâbe, Kâ- be’nin İçi, Mescid-i Haram, Safa ve MeiA/e kısaca tanıtılmaktadır.
Dördüncü bölüm ise “Mekke-Medine Yolculuğu” başlığını taşımaktadır. Bu başlık altında Hudeybiye ve Zeyd (r.a)’in şehit edildiği yer, Meymune Validenin Kabri, Mekke-i Mükerreme’nin fethi öncesinde İslam ordusunun konakladığı yer ve Mescid-i Feth, Raci olayının gerçekleştiği yer ve Usfan ele alınmaktadır.
Beşinci bölüm ise "Medine-i Münevvere" başlığını taşımaktadır, bu bölümde de manevi atmosfer, Cen- netü’l-Baki, Kuba, Kıbleteyn Mescidi, Uhud, Hendek Cuma Mescidi, Mikat Mescidi, Mescid-i Nebevi ile ilgili bazı bilgiler verilmektedir.
Umre yolcularına kolaylık sağlamak amacıyla hazırlanan eser hem kısa ve özlü bilgileri hem de 66 fotoğ-raf, 7 harita ve krokisiyle zenginleştirilmiş görselliği ile kolay kullanımı olan bir çalışma olarak amacını gerçekleştirebilecek niteliktedir.
Umre Duaları
İslam esaslan ve ibadetleri içerisinde çok özellikli yere sahip olanlarından bir tanesi de duadır. “İbadetin özü1’ (Tirmizî, Deavât. i) olarak tanımlanan dua kişinin Yüce Allah’a yönelip, onunla baş başa kaldığı kıymetli anlardan birisidir. "Duanız olmazsa ne ehemmiyetiniz var.” (Fur+an, 77) buyruğu da kulluk açısından duanın önemini ortaya koymaktadır.
Umre ibadeti de kulun ibadetlere yoğunlaşarak Yüce Allah ile baş başa kalabilmenin en güzel vasıtala-rından birisidir. Çünkü umre ibadetinin yapıldığı her mekân ve her an duaya ayrılmış özel zaman ve me-kân niteliğindedir.
Bir arınma ve yakarış ibadeti olan umrenin her anında yapılacak dualarda bu kutsal yolun yolcularına yardımcı olmak için Umre Rehberi çalışmasına paralel olarak Diyanet İşleri Başkanlığının yayınlan arasın-da Halk Kitapları serisi içerisinde yer alan Umre Duaları isimli kitapçıktır. Kuran, sünnet ve salihlerin yakarışlarından derlenmiş ve umre ibadetinin her aşaması göz önünde bulundurularak seçilmiş dualardan oluşmaktadır. Seçilen bu dualar mutlak manada yapılması gerekenler olmayıp, sadece örnek oluşturarak bu kutsal yolun yolcularına kolaylık sağlanması hedeflenmektedir.
Eser, Ön Söz, Umrede Yapılacak Bazı Dualar, Tavaf, Sa’y, Ayrılırken, Medine, Niyetler, Bitirirken, Esma-i Hüsna, Kur’an-ı Kerim’den Sureler ve Ayetler ana başlıklarından oluşmaktadır.
Eserde, dualar ile ilgili kısa bir bilgi sunulduktan sonra ihrama girerken okunacak zikirler, telbiye, tekbir, tehlil, teşbih, salavat-ı şerife, yola çıkarken, vasıtaya binerken, Harem’e varınca, Kâbe’yi görünce, mescide girerken ve çıkarken, zemzem içerken, tavafın başlangıcında, Yemen köşesi ile Hacerü’l-Esved köşesi arasında, tavaf namazından sonra, Mültezem’de okunabilecek Sa’y, Şavt ve Sa’y’ın bitiminde, Merve’de, Mescid-i Nebeviye girerken, Hz. Peygamberin kabrini, Uhut şehitliğini, Bâki mezarlık ve diğer mezarlıktan ziyaret ederken, Mescid-i Nebevi’de ve oradan ayrılırken yapılabilecek örnek dualara yer verilmektedir.
Eserde umre yaparken çeşitli aşamalarda yapılması gereken niyetlerden umreye, umre tavafına, sa’yine, tavafa yapılacak niyetler de kısaca zikredildikten sonra Esma-i Hüsna ile bazı sure ve ayetlere yer veril-mektedir.
Umre Duaları isimli eser, içeriği ve cepte taşımaya müsait fiziki ölçütleri ile bu kutsal yolun yolcularına yolculuktan boyunca yapacaktan dualarda güzel bir el kitabı niteliğindedir.

(Hakikate Çağrı Hutbe Diyanet Aylık Dergi Mark 2009. Sayı: 2019 EK)

Geçmişten Günümüze
Hutbelerimiz Üzerine
Birkaç Söz

Prof. Dr. Nesimi Yazıcı/ Ankara Üniv. İlahiyat Fak. Dekanı

İslam hukuku uzmanlarını değişik veçheleriyle ilgilendiren cuma ve bayram hutbelerinin kanaatimce bir Türk tarihçisinin en ziyade dikkatini çeken yönlerinden birini ve belki de birincisini dili oluşturmalıdır. Bilindiği gibi Hanefîlerden Ebû Yûsuf ve Muhammed’in de dâhil olduğu çoğunluğa göre hutbenin Arapça okunması şarttır. Buna karşılık Ebû Hanîfe ile diğer Hanefî fakihleri bu görüşe katılmamış, hutbenin Arapçadan başka bir dille de okunmasının sahih olacağını kabul etmişlerdir. Biz Osmanlı coğrafyasında okunan hutbelerin dili konusunun, ilk dönemlerden itibaren tartışma konusu oluşturup oluşturmadığı, hatta ilk defa ne zaman bir problem olarak ortaya çıkmış olduğu hakkında kesin bir görüş ileri sürecek durumda bulunmamamıza rağmen, XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren gitgide artan bir sıklıkla gündeme gelmiş olduğunu söyleyebiliriz.

Osmanlılarda ilk hutbe, daha henüz Türkiye Selçuklu Devleti’ne bağlı oldukları sırada Osman Bey tarafından Karacahisar (günümüzde Eskişehir’in merkez ilçesi merkez bucağına bağlı bir köy)’ın fethi ve kilisesinin camiye çevrilmesi üzerine ulemadan Dursun Fakih tarafından okunmuştur (1289 veya 1291). Bu başlangıcı devletin son bulduğu tarihe kadar başta bulunan bey/padişah adına hutbe okunması takip ettiği gibi, Osmanlıların yönetimi altında bulunmamakla birlikte, dönemin en güçlü İslam devleti tarafından himaye edilmeyi arzu eden Açe, Cava, Seylan, Sumatra gibi Hint Okyanusu’ndaki topraklarda da Osmanlı Halife/Sultanı adına hutbe okunmuştur. Bu durum benzer veya farklı sebeplere dayanılarak XIX. yüzyılın ikinci yarısında Asya’nın Hindistan, Kâşgar ve benzeri bölgeleriyle Uzakdoğu’da devam ettiği gibi Afrika kıtasının muhtelif yörelerinde de, hatta bu devletin tarih sahnesinden çekilmesinden sonra da sürmüştür. Benzer bir uygulamanın Kırım ve Osmanlı Avrupasındaki bir kısım yerlerin Osmanlı yönetiminden ayrılmalarından sonra da sürdürülmüş olduğunu ifade etmemiz yerinde olacaktır. Bu münasebetle dikkat çekmemiz gereken nokta, bütün bu topraklarda cuma hutbelerinin tamamıyla Arapça ve yer yer de makamla okunmuş olduğudur.

Hutbenin anlaşılması esas olduğuna göre, okunduğu bölge ve yörede cemaatin anlamayacağı bir dilden okunmasının nedenini anlamak güçtür. Osmanlılar bu alanda kısmî de olsa, bir çözüm olmak üzere, merkezî camilerde görev yapan ve Kürsü Éeyhi olarak isimlendirilen vaizler, hatipler tarafından okunan cuma hutbelerini namaz sonrasındaki vaazları sırasında cemaate ‘telkin ve izah’ etmişlerdir. Bununla birlikte söz konusu uygulamanın ancak büyük merkezlerdeki az sayıda camiye münhasır kalmış olduğu açıktır.

Türkçe konuşulan yörelerde hutbelerin Türkçe okunması konusu Osmanlılarla birlikte ilk defa Kazan bölgesinde gündeme gelmiştir. Nitekim Ali Suavî’nin, 1 Mayıs 1870 tarihli Ulûm Gazetesi’nde yayımladığı “Zemâne Hutbesi” başlıklı yazısında, bu konuyu pek güzel bir üslupla ve oldukça alaycı ifadelerle dile getirdiği görülmektedir. XX. yüzyılın başları ve özellikle de İkinci Meşrutiyet yılları genelde hutbe meselesinin, özelde de hutbelerin Türkçe okunması hususunun ısrarla gündemde tutulduğu zaman dilimini oluşturur. Nitekim diğerleri yanında Sırat-ı Müstakim/Sebilü’r-Reşad, Beyanü’l-Hak, İslam Dünyası, İslam Mecmuası, Cerîde-i Sûfiyye… vb. dergilerle bir kısım gazetelerde hutbe konusunun sıklıkla işlenmiş olduğu tespit edilmektedir. Bu sırada Osmanlı ülkesinin muhtelif yörelerindeki değişik camilerde Türkçe hutbeler okunduğu veya önce Arapçası okunan hutbenin müteakiben Türkçesinin de tekrarlandığı görülmektedir. Bununla birlikte bu konuyu nihai çözüme ulaştırma başarısı cumhuriyet yönetimine aittir. Nitekim cumhuriyet yöneticilerinin bu yöndeki kararlılığını, Vahdettin’in ülkeyi terk etmesi sonrasında Halife seçilen Abdülmecid Efendi namına Kırşehir Mebusu Hoca Müfid Efendi’nin 24 Kasım 1922’de İstanbul’da Arapça duadan sonraki kısımlarını Türkçe okumuş olması dolayısıyla da tespit edebilmekteyiz. Bu vesile ile devletimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün de bu alanda kararlı bir tutum sergilemiş olduğunu vurgulamamız yerinde olacaktır.

Hutbe konusu, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Éubat 1925’te bir defa daha gündeme gelmiş ve çok sayıda mebus tarafından özellikle de muhtevalarının düzenlenmesi ve Türkçe olarak okunması hususu vurgulanmıştır. Bu arada mevcut hatiplerin tamamının Türkçe hutbe hazırlayacak ve bunu cemaate okuyabilecek düzeyde olmadıklarından, örnek bir Türkçe hutbe kitabının hazırlanması gereği de vurgulanmıştır. Nihayet 4 Haziran 1925’te Diyanet İşleri Riyaseti yayımladığı bir tamimle bütün ülkede hutbelerin meviza kısımlarının Türkçe okunması gereğini duyurmuştur. İşte bu düşüncelerin kuvveden fiile dönüşmesi çabalarının pek değerli bir meyvesi olmak üzere de Ahmet Hamdi Akseki tarafından hazırlanan hutbe kitabı ortaya çıkmıştır.

Ahmet Hamdi Akseki tarafından hazırlanan ‘zaman ve zemine uygun Türkçe hutbe’ kitabı, “Türkçe Hutbe” adıyla 1927 ve takip eden 1928 senelerinde iki defa basıldı. Bu eserin başında cumhuriyetin ilk Diyanet İşleri Reisi, hazırlanan kitapla ilgili görüşlerini şu cümlelerle açıklamaktaydı:

“Hutbenin tamamen Arapça okunması, hutbelerdeki mevizalardan müstefit olmak isteyen ve lisan-ı Arabîye vâkıf olmayan Müslümanların şu dindârâne emeline imkân vermemektedir. Binaenaleyh hem mezahib-i âliye-i İslamiyyeye ve ile’l-yevm müslimîn beyninde carî icmâ-ı ameliyyeye muhalefet etmemek hem de temennî edilen gayeyi elde edebilmek için hutbelerin ‘zikrullah, salât ü selâm gibi’ erkânı müştemil olan kısmı, lisân-ı dinî olan Arabî ile eda edilerek erkân-ı hutbe tamam olduktan sonra, meviza kısmının memleketimizde Türkçe okunması, daha doğrusu okunan âyât-ı kerîme ve ahadîs-i şerîfe meallerinin Türkçe izah edilmesi muvâfık görülmüş ve fakat her hatip bu yolda hutbe tertibine muktedir olamayacağına binaen, hatiplerimize bir rehber olmak üzere, şerâit-i meşrûasını câmî olarak elli kadar hutbe numunesi tertip olunmuştur.”

İçinde Arap alfabesiyle Türkçe olarak yazılmış 51 hutbeyi içeren Ahmet Hamdi Akseki’nin Türkçe Hutbe kitabı, uzun yıllar ülkemiz camilerinde hatiplerin ellerinden düşürmedikleri bir eser olmuştur. Nihayet 1936/37’ye gelindiğinde aynı müellif yeni, çok daha geniş bir hutbe kitabı hazırlamıştır ki, iki cilt hâlinde toplam 980 sayfadan oluşan bu eser, Yeni Hutbelerim ismini taşımaktadır.

Bu vesile ile Osmanlı’dan cumhuriyete intikal eden son devrin önemli din âlimlerinden Kâmil Miras’ın, Yeni Hutbelerim’in ortaya çıkışı sırasında günümüzün ifadesiyle editörlüğünü üstlenmiş olduğunu vurgulamamız gerekir. Kâmil Miras gerek bu kitap hakkındaki düşüncelerini ve gerekse genel olarak hutbeler konusundaki fikirlerini eserin sonunda, “Yeni Hutbelerim Hakkında Duyduklarım” başlığı altında kaleme aldığı bölümde dile getirmiştir. Bu kısa yazımıza ondan yapacağımız alıntılarla son vermemizin yararlı olacağını düşünüyoruz.

“Bizde hutbe ve hitabet cumhuriyet devrine kadar çok ihmal edilmiş bir mesele idi. Senelerce hutbe ve hitabet namına hatiplerin ellerinde dönüp dolaşan ve kimin tarafından yazıldığı bilinmeyen bir mecmua vardı ki, başlıca muhtevası Arabî ayların faziletlerini öğretmek için yazılmış hutbelerden ibaret idi. Bunlar da baştan başa Arapça yazıldıkları için halk bunlardan bir şey anlamadığı gibi, edebî bir üslup ile yazılmadıklarından Arapça bilenler de dinlemekten sıkılıyordu. Hele kâfiye hatırı için ne fâhiş hatalar irtikap edilmişti. Muhammed ümmeti ifa ettiği cuma ibadetinden ilham alamıyor, girdiği mukaddes mabedinden öğütsüz ve duygusuz çıkıyordu.

Hâlbuki ibadetlerimiz arasında Hâlıkımız Vâcip Teâlâ Hazretlerinin müstakil bir sure-i şerîfe ile şanına ihtimam ve edasına süratle davranılmasını emrettiği bir ibadet varsa, o da cuma ibadetidir. Sonra bu ibadetimizin şartlarını yerine getirme hususunda en mühim mevki hutbeye verilmiştir. Gönüllerimizde iman nuru, ibadet ışığı zorla, baskıcı müdahalelerle değil, yalnız tebliğ ve telkinin neticesi olarak ortaya çıkan arzu ve istekle uyanır. Telkin ise, en yüksek sihir ve tesirini hitabette gösterir. Bunun için Aleyhissalatü Vesselam Efendimiz hitabeti, en cazibeli bir irşad ve ikaz vasıtası olarak kabul etmişlerdir...

Cumhuriyet devri girip, halk idaresi kurulunca bu mühim ihtiyacı hakkıyla takdir eden Diyanet İşleri Reisliği yüksek makamı ilk defa halka ana diliyle hitap eden ve dinimizde bilinmesi zaruri olan konulardan, ahlaki ve içtimai mevzulardan seçilmiş elli kadar hutbenin tertip ve tab’ına muvaffak olmuş ve hakikaten halkın takdir ve şükranını kazanmıştı. Bu defa ise, daha sade bir üslup ile yazılmış olan ve daha zengin mevzuları ihtiva eden “Yeni Hutbelerim” namındaki bu çok istifadeli eseri hatiplerimizin eline sunuyor. Bu, yalnız hatipler için muhtasar bir hutbe mecmuası değil, vaizler için de her veçhile itimada layık, emin bir rehber ve milletin dinî ve içtimai ihtiyacını tatmin edecek güzide bir eserdir.

Hiç şüphesiz bu feyizli eser, büyük bir himmetin zâde-i kemâlâtı olmakla beraber, derin bir ihlas ve samimiyetin zübde-i faziletidir. Uzak, yakın ilmî tarihimiz gözden geçirilsin, birçok âlimler, allameler gelmiş geçmiş, muazzam eserler yazmışlar, fakat hiçbirisi İslam ümmetinin bu haftalık ruhi gıdasını düşünmemiştir. Bu bapta ilk hatıra gelen şey, hutbe tahririnin küçük görülmüş olmasıdır. Hatanın esası, menşei de burasıdır. Fakat binlerce hatibin yed-i ihtiramını alarak milyonlarca müminin ruhuna hitap edeceği bir kitabın tahrir ve telifi şerefini küçük görmek için, biraz akıl ve insaftan uzaklaşmak icap eder. Yazılan bir eserde Rızâ-yı Barî arzu edilmekte ise ve yazanda onun ahirette zuhur bulması fikri hâkim ise, müminlere ahlak ve fazilet mürşidi olmak kadar Allah’ın rızasını davet eden, bir yüksek pâye tasavvur edilebilir mi? Rasûl-i Kibriyâ Efendimiz neden bu hutbe ve hitabete bu kadar kıymet ve ehemmiyet atfetmiştir? Bunu küçük görmek büyük günah değil midir?”


Hz. Peygamber’in
Hutbeleri


Dr. Veysel Nargül/ DİB Eğitim Uzmanı


Hutbenin Tanımı ve Anlam Alanı
Hutbe, öncelikle cuma ve bayram namazları olmak üzere muayyen bir ibadetin ifa edilmesi sırasında, cami veya cami hükmündeki bir yerde hazır olan muhatap kitleye/cemaate takdim edilen bir konuşma şeklinde tanımlanabilir. Bu anlamda hutbe daha çok vaaz ve irşat eksenli bir içeriğe sahiptir. Hz. Peygamber’in yağmur duasında ve savaşta da hutbe okuduğu (Buharî, İstiska, 6-7; İbn Mace, İkame, 85) rivayetleri dikkate alındığında, cuma ve bayram namazları dışında da Peygamberimizin hutbelerinin mevcut olduğu anlaşılmaktadır. Söz gelimi Veda Hutbesi bunun en belirgin örneklerindendir.

Hutbe ile aynı kökten gelen hitabet, cahiliye devri Arap toplumunda çok yaygın olan edebî bir sanattı. Hutbe, Hz. Peygamber döneminde de sosyal hayatın bir parçası ve edebî sanatların bir türü olarak devam etmiş ve dinî bir muhteva kazanarak söz konusu ibadetlerin şekil şartı veya tamamlayıcı unsuru olmuştur. (DİA, Hutbe md.) Hutbe, ibadetin tamamlayıcı bir ögesi olmasının yanında ülkemiz için milyonlarca insanı ilgilendiren bir din eğitimi faaliyeti konumunda yer almaktadır. Haftada bir defa da olsa, vaaz ve diğer dinî faaliyetlere göre daha önemli bir etkileşimi ifade etmesi açısından da ayrı bir önem arz etmektedir.

Hz. Peygamber’in Hutbeleri
Hutbe, sözlük ve terim anlamıyla hadislerde yer almış ve Hz. Peygamber’in hutbelerinden çeşitli örnekler günümüze kadar intikal etmiştir. Hz. Peygamber’in başta cuma namazı öncesinde ve bayram namazları sonrasında olmak üzere çeşitli vesilelerle irat ettiği hutbeler muhtelif hadis kaynaklarında mevcuttur.

Hz. Peygamber ilk cuma hutbesini hicret sırasında, bir rivayete göre de Mescid-i Nebevî’de irat etmiştir. Peygamberimiz’in bu uygulamasından sonra hutbe cuma ve bayram namazlarının önemli bir bölümü hâline gelmiştir. Hutbe, İslam’ın hükümlerinin ve ahlak esaslarının inananlara ulaştırılmasının bir vasıtası, cemaat için bir din eğitimi faaliyeti, topluma sahih dinî bilgiyi ulaştırmanın ve halkı din konusunda aydınlatmanın etkili bir aracı olarak, Hz. Peygamber döneminden günümüze kadar gelmiştir.

Hz. Peygamber döneminden sonra hitabet vazifesi sistemli kurum hâline gelmiş ve hutbe mecmuaları oluşturulmuştur. Böylece Peygamberimizin hutbelerinin toplandığı müstakil eserler meydana getirilmiştir. (Kandehlevî, Hayatü’s-Sahabe, III, 389-426) Peygamberimizin hangi hutbesinin hangi hitabede, hangisinin de cuma veya bayram hutbelerinde okunduğunu kesin olarak tespit etme imkânına sahip değiliz. Ancak bazı hutbelerin muhtevasından, cuma ve bayram namazlarındaki hutbelerin dışında başka hutbelerin olduğu da anlaşılmaktadır. Söz konusu hutbeler tespit edilirken ilgili rivayetlerden “hitap etti” anlamındaki rivayetler seçilmiştir.

Hz. Peygamber’in Hutbelerini Takdim Tarzı
Hz. Peygamber’in hutbeleri genel olarak çok uzun değildir. (Müslim, Cuma, 47) Hatta hutbelerin kısa tutulmasının tavsiye edildiği rivayet edilmektedir. Nitekim, “Kişinin namazının uzunluğu ve hutbesinin kısalığı onun ilminin göstergesidir. Öyle ise hutbeyi kısa, namazı uzun tutun…” (Müsned, IV, 263, 320) mealindeki hadiste, hutbenin kısa olması gerektiğine işaret edilmektedir. Bu hadisten genel olarak ve ilkesel anlamda hutbelerin kısa olduğu veya olması gerektiği anlaşılmaktadır. ‘İstisnalar kaideyi bozmaz’ kabilinden Peygamberimizin şartlara göre bazen uzun bazen de kısa hutbelerinin olduğu bilinmektedir. Peygamberimizin önceden planlanmayan hutbeleri, önceden programlı hutbelerinden daha uzundur. Burada doğal olarak hutbenin uzunluk veya kısalığının ölçüsü nedir, sorusu akla gelebilir. Hz. Peygamber’in hutbeleri ne kadar bir zaman aralığında icra ediliyordu? Sanırım bununla ilgili kesin bir zaman kriterinden söz etmek mümkün değildir.

Hz. Peygamber’in Hutbelerinin Muhtevası
Hz. Peygamber’in hutbelerinin muhtevasına gelince, bu konuda her hutbesinde başlı başına bir konu olmadığı gibi, sadece Kur’an ayet ve surelerinden oluşan hutbeleri de vardır. Bunların haricinde Hz. Peygamber, şartlara ve ihtiyaca göre hikmet ve maslahata uygun hitap etmiştir. Söz gelimi, oğlu İbrahim’in vefatı günü güneş tutulunca, bunun ölümle bağlantısı olduğunu zannedenlere hutbesinde cevap vermiştir. Ayrıca Peygamber ve Hulefa-i Raşidin zamanında müminlerin hadiselerden cuma hutbeleri ile haberdar edildiği bilinmektedir. (MEB. İA., Cuma md.) Bu durum, Hz. Peygamber’in hutbelerinin aktüaliteyi takip ettiğinin açık bir kanıtıdır.

Peygamberimizin Medine döneminden itibaren cuma hutbesi okuduğu kabul edilirse, on yıllık Medine döneminde beş yüzün üzerinde hutbe okumuş olması gerekir. Bu zaman sürecinde takdim edilen hutbeleri tespit eden ve hutbeleri nitelik ve mahiyet bakımından ele alan bir çalışma da yoktur. (MEB., İA., Hutbe md.)

Onun hutbeleri, Allah’a hamt etme, nimet ve kemal vasıflarını övme, İslamî prensipleri öğretme ve yerleştirme gayesine matuftu. Hutbelerinde insanların dünya ve ahirete yönelik farklı konularına temas etmiş ve bu çerçevede hesap ve mizanı hatırlatmış, takvayı emretmiş, Allah’ın rızasını elde etmeyi ve gazabına yol açan sebepleri açıklamayı da ihmal etmemiştir. Bayramlarda hutbe irat etmiş, kadınları teberruda bulunmaya yönlendirmiştir. Söz gelimi, bir gün, marangoz kölesi olan bir kadına, kendisi için bir minber yaptırmasını istemiş, kadın da derhâl Allah Rasûlü’nün insanlara hitap edeceği üç basamaklı bir minber yaptırmıştır.

Allah Rasûlü, hutbe irat etmek için kalktığı zaman eline bir asa almış ve minberde iken ona dayanmıştır. Yayına dayanarak hutbe verdiği gibi; yerde, minberde veya bir devenin üzerinde hutbe irat ettiği de olmuştur. Kendisine minber yapılmadan önce bir hurma kütüğüne yaslanarak konuşmuştur.

Hz. Peygamber’in İlk ve Son Hutbesi
1. Bilindiği gibi Peygamberimiz hicret sırasında on dört gün ikamet ettiği Medine yakınlarındaki Kuba köyünden bir cuma günü kendisini karşılamaya gelenlerle birlikte Medine’ye hareket etmiştir. Yolda Salim b. Avf oğullarına ait Rânûnâ Vadisi’nde öğle vakti olmuş ve Peygamberimiz burada arka arkaya iki hutbe okuyarak ilk cuma namazını kıldırmıştır. İlk hutbede Allah’a hamd ve sena ettikten sonra irşat eksenli bir hutbe takdim etmiştir. Hutbede birçok konuya temas eden Peygamberimiz cuma namazının farz kılındığını da bildirmiştir. Peygamberimiz birinci hutbeyi böylece bitirdikten sonra ikinci hutbede de iman esasları ve Allah’ın insanlara bahşettiği nimetleri hatırlatan bir hutbe irat etmiştir.

2. Hz. Peygamber’in Ensar hakkında tavsiyede bulunduğu hutbenin onun son hutbesi olduğu ve Hz. Peygamber’in bir daha mescide çıkamadığı kaydedilmiştir. (İbn Sa’d, II, 251) Hz. Peygamber son hutbesinde, “Kim beş vakit farz namazları cemaatle kılmak hususunda dikkatli olursa, o çakan şimşek gibi sırat köprüsünü geçenlerin ön safında olur. Allah onu tabiinin ilk kafilesi içinde haşr eder. Beş vakit namazı cemaatle kıldığı her gün ve her gece için Allah yolunda şehit edilen bir kişinin ecri kadar ecir verilir.” (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, II, 39) buyurmuştur.

Hz. Peygamber’in Hitabet Özellikleri
Hz. Peygamber, edebiyat ve belagat alanında üstün bir seviye yakalayan cahiliye döneminde, Allah Teâlâ tarafından peygamber olarak gönderilmiştir. Peygamberlerin kendi dönemlerinin en bariz özelliğiyle donanımlı olarak gönderildiği bilinmektedir. Bu bakımdan Peygamberimiz de edebî ve etkili söz söyleme yönüyle öne çıkan evrensel bir peygamberdir. İslam tarihi boyunca dini tebliğ faaliyetinde, fikir ve duygu yönünden etkili olabilmek için müracaat edilen metotlardan biri hitabettir. Hz. Peygamber de bu metodu etkili bir şekilde kullanmıştır. Peygamberimizin hitabet özelliklerini üç grupta toplamak mümkündür:

1. Hz. Peygamber’in hitabı kısa ve anlaşılır sözlerden ibaretti: Peygamberimizin hutbeleri kısa ve özlü ifadelerden oluşmaktadır. Onun sözlerinde fazlalık bulunmaz, sözleri açık ve gerçeği ortaya koyan söz olma özelliği taşırdı. Peygamberimiz sözü fazla uzatmazdı. O bir söz söylediğinde herkes o sözden ne kastedildiğini rahatlıkla anlayabilirdi.

2. Hz. Peygamber ihtiyaca göre konuşurdu: Hz. Peygamber, ihtiyaç olmadan konuşmazdı. Konuştuğunda ise hitabetin hakkını tam verirdi. Dinleyicilerin tam olarak istifade etmeleri için olabildiğince gayret gösterirdi. Bunun için kelimeyi bazen üç defa tekrar ederdi. Böylece sözlerinin zihinlerde ve kalplerde yerleştiğinden emin olmak isterdi. Bilindiği gibi tekrarlar, mananın doğru ve maksada uygun olarak anlaşılmasını kolaylaştırmaktadır. Bu bakımdan günümüz hutbelerinde önem arz eden konular, yazılı olarak olmasa da hatip tarafından tekrar edilmeli, konunun önemi vurgulanmalıdır.

3. Hz. Peygamber’in hutbelerinde söylem-eylem uyumu vardı: Peygamberimiz bütün eylem ve söylemlerinde tam bir uyum içindeydi. Bu uyum onun mübarek simasından belli olurdu. Dinleyicilerin kalplerinde de bu etkileşimi uyarmaya gayret ederdi. Konuşmalarında, pek çok kelime ve kavramın içinden ses ve akustik açısından en uygun olanlarını seçerdi. Hitap ederken konunun akışına uygun olarak jest ve mimiklerini, beden dilini kullanırdı. Elini sık sık çevirir, kimi zaman sol başparmağını sağ avucunun içine vururdu. Sözlerinin kalplerde etkisini gösterebilmesi için sesini bazen azaltır bazen de yükseltirdi. Öfke tarzında konuştuğu anlar da olurdu. Böylesi durumlarda mübarek bedeni bol bol terlerdi. Konuşurken ön dişleri görünür ve o anda sanki yüzünde güller açardı.

Sonuç itibariyle, Hz. Peygamber’in hutbelerinin maddi ve manevi hayatın ihtiyaçlarıyla yakından ilgili, bireysel ve toplumsal problemlerin çözümüne yönelik olduğu anlaşılmaktadır. Bu anlamda günümüz hutbelerinin de toplumun beklenti ve ihtiyaçlarına cevap verecek nitelikte olması gerekir. Hz. Peygamber bu konuda da bizim en büyük rehberimiz olmalıdır.

Hz. Peygamber’in Veda Hutbesi
Peygamberimiz (s.a.s.) 9 Zilhicce 632 tarihinde Arafat Vadisi’nin ortasında yüz yirmi dört bine yakın Müslümanın şahsında bütün insanlığa hitap etmiştir. Veda Hutbesi olması yönüyle, etkili bir muhtevaya sahip olan bu hutbede, İslam’ın önemli konularına temas etmiştir.

Veda: Peygamberimiz kendisinin ebedi âleme irtihal edeceğini ve bu açıdan sözlerine her zamankinden daha fazla önem verilmesini ifade etmiştir.

Güvenlik: Can, mal, namus ve şerefin mukaddes olduğu ve her türlü tecavüzden korunduğu belirtilmiştir.

Ahiret: Sonuç itibariyle Rabbimize kavuşacağımız ve her türlü hâl ve hareketimizden muhakkak hesaba çekileceğimiz hatırlatılmıştır.

Emanete riayet: Kimin yanında bir emanet varsa, onu sahibine vermesi bildirilmiştir.

Riba: Ribanın her çeşidi yasaklanmış, ancak alınan borcun aslının ödenmesi gerektiği vurgulanmıştır.

Kan davası: Cahiliyede güdülen kan davalarının tamamen kaldırıldığı belirtilmiştir.

Kadınlar: Kadın haklarının gözetilmesi ve bu konuda Allah’tan korkulması emredilmiştir. Kadınların namus ve ismetlerinin Allah adına söz verilerek helal edildiği konularına temas edilmiştir.

İki önemli emanet: Allah’ın kitabı Kur’an ve O’nun Peygamberinin sünnetinin iki önemli emanet olarak verildiğine işaret edilmiştir.

Haram aylar: Zilkade, zilhicce, muharrem ve recep aylarının savaşılması yasak olan haram aylar olduğu bildirilmiştir.

Birlik ve kardeşlik: Rabbimizin bir olduğuna, hepimizin Âdem (a.s.)’in çocukları olduğumuza, hiç kimsenin başkaları üzerinde üstünlüğünün olmadığına, Allah katında üstünlüğün ancak takva ile olduğuna dikkat çekilmiştir.

Miras: Cenab-ı Hakk’ın Kur’an’da her hak sahibine hakkını verdiğine ve bunlardan birinin de miras hakkı olduğuna işaret edilmiştir.

İbadet vurgusu: Beş vakit namazın kılınması, ramazan orucunun tutulması, malların zekâtının verilmesi konularına yeniden ve son olarak dikkat çekilmiştir.

Ve nihayet Peygamberimiz, peygamberlik vazifesini hakkıyla yaptığına, İslam’ı tebliğ ettiğine dair oradaki Müslümanların şahitlik edeceklerine ilişkin söz almıştır.


Şiir, Hutbe ve
Vaazlarıyla Hakk’ın Sesi
Mehmet Akif Ersoy


Doç. Dr. Soner Gündüzöz/ Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi


O hep hakkın yanında gür ve tok bir ses oldu. Bazen Berlin’de, bazen Necid çöllerini aşarak Medine’de, bazen İstanbul’da Süleymaniye Camii kürsüsünde, Fatih Camiinde, Beyazıt Camiinde… Onun sesi kimi zaman Balıkesir’de Zağanos Paşa
Camiinin duvarlarında yankılandı, sedası, Kastamonu’da Nasrullah Camiinin mihrap ve minberlerinde akis bularak, yıkılmakta olan bir imparatorluğun hazin insanlarının gönül ve dimağlarına aktı. Almanya’da Afrikalısı, Asyalısıyla esir kampındaki mümin sineler, onun hutbesiyle vecde geldi. Wünsdorf Camii onun hitabıyla gözyaşlarına boyandı. Safahatıyla ruhunun derinliklerinden sökün eden manayı, yedi görkemli kubbe olarak Türk-İslam kültür havzasında inşa edip, sessiz sedasız aramızdan ayrıldı. Akif’ti o. Hayatı da bir şiir gibi olmalıydı onun…

Safahat’ında Sudanlının isyanını Tur’daki feryada boyayacak, doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı, asrın idrakine söyletecekti İslâm’ı…. Hassas ruhu kelebekler kadar narindi belki, fakat onun çelik zırhlı duvarlara karşı duran bir imanı vardı.

1873’te doğdu Akif… Küçücüktü, bu millet 93 Harbini (1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşını) yaşadı. Sonradan dostu Mithat Cemal Kuntay’ın Üç İstanbul’da dediği gibi, üç şeyin sınırı yoktu bu savaşta: Hastalığın, açlığın ve vatan toprağının… Akif cevap verir gibiydi Mithat Cemal’e şöyle derken:

“O birkaç hayme halkından cihangirane bir devlet
Çıkarmış, bir zaman dünyayı lerzan eylemiş millet.”
Zaten bu şiiri dostu Mithat Cemal’e ithaf etmişti ya!.. Olmamalıydı, olamazdı. Böyle bir millet, bu zilleti kaldıramazdı. Kafkaslar, Çanakkale, Balkanlar kana bulanmıştı. Ve Bursa…Bursa’ya düşman girdi, dediler. Orhan Gazi’nin türbesi düşman postalları altındaydı. Akif’in ağzından milletin ıstırabı şiir şiir dökülüyordu:

“Eşin var âşiyânın var, baharın var ki beklerdin;
Kıyametler koparmak neydi ey bülbül, nedir derdin?
O zümrüt tahta kondun, bir semavî saltanat kurdun;
Cihânın yurdu hep çiğnense, çiğnenmez senin yurdun.”

Ne çare ki, çiğnenmişti bir kere vatan toprağı, ama ümitsizlik haramdı ve millet direnmeliydi, atalete yer yoktu. Akif her zaman kişisel duygularını bir tarafa bırakıp milletin derdiyle ilgilenirdi. Onun daha Safahat’ının I. Kitabındaki “Hasta”, “Meyhane”, “Küfe”, “Seyfi Baba”, “Hasır”, “Bebek”, “Bayram” ve “Mahalle Kahvesi” gibi şiirleri bu hissiyatın çok canlı akisleridir. O aslında kendi dışında herkesin derdiyle dertlendi. O, Süleymaniye’nin minarelerinden, Fatih Camiin den halkı seyretti, kürsülerden halkı irşat etti. Yetmedi meydanlara indi. Safahat bu hazin günlerin kaydıdır aslında. Onu okumak için önce Fatih Camiinin eşiğinden geçmek gerekir:

“Yatarken yerde ilhadıyla haşrolmuş sefil efkâr
Yarıp edvarı yükselmiş bu müthiş heykel-i ikrâr.”

Yani hak ve hakikati inkâr eden değersiz ve boş düşünceler yerlerde sürünürken, bu dehşetli iman heykeli, çağları yarıp yükselmekte, geçmiş zamanların karanlık bulutlarını darmadağın etmekte. “Fatih Kürsüsünde Balkan Savaşı’nın ıstırabı ve milletin uğradığı hezimetin acı tabloları vardır. Orada I. Murad’ı sırtında taşıyan tepelerin, İstanbul’un demir kilidi Edirne’nin, Sultan Selim’in şanlı mabedinin düşman ayakları altında çiğnenmesinin derin acısı vardır.” (Hasibe Mazıoğlu, “M. Akif Ersoy”, Ölümünün 50. Yılında M. Akif Ersoy, 1986, s. 20)

Balkan Harbi’nin tüm enkazı milletin üstüne çökmüş, ümitsizliğin had safhada olduğu bir anda Akif bu sefer, “Süleymaniye Kürsüsünde” karşımıza çıkar, kültürünü ve değerlerini yitirmiş bir milletin yaşayamayacağını söylerken, acılarına rağmen milletin kendine gelmesini ister. Çanakkale Savaşı’nın tüm şiddetiyle devam ettiği dönemde, “Berlin Hatıraları’nda Çanakkale Boğazı’na seslenir, canı pahasına mücadele eden Mehmetçiğe selam gönderir:
“Sebatı kesmeyiniz, çünkü sade sizde ümit;
Dönerseniz, ebediyen söner gider tevhit.”

Akif, Berlin’deyken Müslüman esirlerle karşılaşır. Éair, Wünsdorf’taki camide onlara uzunca hitap eder. (Vehbi Vakkasoğlu, Akif Dede, s. 61-62) Berlin’den döndükten iki ay sonra özel bir görevle Arabistan’a gider. Akif, Necid çöllerinden Medine’ye adlı şiirinde duygularını şu sözlerle dile getirir:

“O nuru gönder, ilahi, asırlar oldu yeter!
Bunaldı milletin afakı, bir sabah ister.”
Akif, I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin yenilgisini Hüsran şiirindeki mısralardan damlayan gözyaşlarıyla karşılar:
“Ben böyle bakıp durmayacaktım, dili bağlı
İslam’ı uyandırmak için haykıracaktım.”

Yurdun dört bucağını zifir karanlıklar sarmıştır. Savaş, açlık, perişanlık… Fakat Sezai Karakoç’un deyimiyle Anadolu’da doğu ufuklarında büyüyen bir fecir beyazlığı hâlinde millî kurtuluş başlamıştır artık. Akif işte tam da bu anda şiirleriyle ve Anadolu’nun çeşitli yerlerinde yaptığı konuşmalar ve irat ettiği hutbelerle bir ruh kalesi, bir inanç cephesi kurmaya çalışır. Sebilürreşad dergisi mücadeleye destek verir. Akif, şiirleri gibi hutbeleriyle de millî mücadele ruh ve azmini beslemiştir. Darü’l-hikme’deki görevinden azledilmiştir, olsun bundan ne çıkardı ki. Balıkesir’de, Kastamonu’da, Konya’daydı işte. “Akif bir dava adamı olarak, Ankara’ya varır varmaz halkı uyarmak, gidişatın farkında olmayan aydınları uyandırmak ve askerin moralini diri tutmak için çeşitli yerlere seyahat edip durdu. Kastamonu, Eskişehir, Konya, Afyon, Antalya, Burdur, Sandıklı, Dinar…Her gittiği yerde, halka doğrudan hitap etme fırsatlarını değerlendirdi; toplum üzerinde etkili olabilecek kimselerle görüştü, onları Millî Mücadele’ye destek vermeye çağırdı.” (Saadettin Yıldız, Millî Mücadele ve Mehmed Akif)

“Savaş öncesi yıllarda selatin camilerinde, Fatih ve Süleymaniye kürsülerinde, fikrin ve gerçeğin meşalesini tutuşturan Éair-Vaiz, Kastamonu’da Sebilürreşad idarehanesinden başlayarak, cami cami, köy köy, çeşme çeşme, yol yol, yürek yürek, Millet Meclisine kadar bütün Anadolu’yu ruhça geliştirdi.” (Sezai Karakoç, Mehmed Akif, s. 27) Akif Kastamonu’da Sevr Antlaşmasının esaret ve zillet olduğunu anlattı insanlara. Onun konuşması karşısında, Nasrullah Camiinin duvarları, camiyi hıncahınç doldurmuş olan müminlerin ruhlarıyla beraber titriyordu:

“Ey cemaati müslimîn! Milletler, topla, tüfekle, zırhlı ordularla, tayyarelerle yıkılmıyor ve yıkılmaz. Milletler ancak aralarındaki bağlar çözülerek, herkes kendi başının derdine, kendi havasına, kendi menfaatini temin etmek sevdasına düştüğü zaman yıkılır…Kalemizin içten sarsılmaya yüz tuttuğunu gören düşmanlar kendi aralarında birleşerek, yani biz Müslümanların oluşturması gereken birliği onlar vücuda getirerek, birer hücumla yurdumuzun birer büyük parçasını elimizden alıverdiler…Ey cemaati müslimîn! Gözünüzü açın. İbret alınız…” (Ahmet Kabaklı, Mehmet Akif, s. 160, 161)

Akif 1920 Ocak ayında Balıkesir’de Zağanos Paşa Camiinde âdeta kükrer:
“Cihan alt üst olurken, seyre baktın, öyle durdun da,
Bugün bir serseri, bir derbedersin kendi yurdunda!
Hayhay elbette hakkın, lâkin ettir haykırıp ihkâk;
Sağırdır kubbeler, bir ses duyar da’vâyı istihkâk.
Bu milyarlarca da’vâ’dan ki inler dağlar, enginler;
Oturmuş, ağlayan avare bir mazlumu kim dinler?”

Böyle başlamıştı Zağanos Paşa Camiindeki konuşmasına şair. Akif’e göre hiçbir şey yapmadan üzülmek ve sızlanmak anlamsızdır. O, konuşmasında herkesin vatan için kendisine düşeni yapmasını istiyordu. Bu hususta hiç kimsenin kenara çekilmeye hakkı yoktu. Büyük Taarruzun zaferle sonuçlanıp düşmanın İzmir’e kovalandığı günlerde bu sefer cephededir Akif… Éair, heyecan içinde, Ankara’da duramamış, oğlu Emin’i de yanına alarak, şehitlerle dolu savaş sahalarını dolaşmış, düşmanın geride bıraktığı yangınlara su taşımış, bu şekilde Bilecik’e kadar gitmiştir. (Cemal Kutay, Necid Çöllerinde Mehmet Akif, 1963, s. 310) Süleymaniye, Fatih, Zağanos Paşa, Nasrullah Cami ve diğerlerinin bir köşesinde, Akif’in hutbe ve vaazlarının maneviyatı hâlâ tüm hüznüyle durmaktadır.
Akif mücadele ile ördüğü hayatına, Gölgeler’deki “Gece”, “Hicran” ve “Secde” şiirlerinin mistisizmi ile son düğümleri atıyordu. Mısır’da güneşli bir günde kumların üzerinde uzanan gölgesi resme düştüğünde, fotoğrafın altına şunları yazıyordu:

“Hepsi göçmüş, hani yoldaşların hiçbiri yok.
Sen mi kaldın yalnız, kafileden böyle uzak.
Postu sermekse meramın yola, serdirmezler.
Hadi, gölgenle beraber silinip gitmene bak.”
(Selim Gündüzalp, Mehmet Akif Ersoy, s. 289)

Şair böyle dese de onun gölgesi hiç silinmedi üzerimizden. Cenazesinin kalktığı Beyazıt Camii hâlâ onu anmakta ve hâlâ Beyazıt Camiinde verdiği hutbedeki sözleri kulaklarımızda yankılanmakta:
“Beşeriyet coşkun sel gibi (ilerlemek ve) umman-ı terakkiye atılmak için alabildiğine akıyor. Bu selin önünde durulamaz. İşte biz de ya boğulacağız, ya o sel ile beraber ilerleyeceğiz.” Ne güzel söylemişsin!.. Ruhun şad olsun Akif!

Atatürk’ün
Hutbe Hakkındaki
Görüşleri ve
Balıkesir Hutbesi

Prof. Dr. Ali Sarıkoyuncu /Dumlupınar Üniv. Rektör Yrd. ve Fen Edebiyat Fakültesi Dekanı


7 Şubat 1923 tarihinde Atatürk Balıkesir Zağnos Paşa Camiinde aşağıda sunacağımız hutbeyi okumuştur. Minberden indikten sonra kendisine sorulan yirmiyi aşkın soruya da cevap vermiştir. Bunlardan hutbe hakkındaki ilk soruya şu şekilde cevap vermiştir:

“Efendiler, hutbe demek, halka hitap etmek, yani söz söylemek demektir. Hutbenin anlamı budur. Hutbe denildiği zaman bundan birtakım kavram ve anlamlar çıkarılmamalıdır. Hutbeyi okuyan hatiptir. Yani söz söyleyen demektir. Biliyoruz ki, Hz. Peygamber, yaşadığı yıllarda hutbeyi kendisi okurdu. Gerek Peygamber Efendimiz ve gerek Hulefay-ı Raşidin’in hutbelerini okuyacak olursak görürüz ki, gerek Peygamberin gerek Hulefay-ı Raşidin’in söyledikleri şeyler o günün meseleleridir. O günün askerî, idari, siyasi, toplumsal konularıdır.

İslam ümmeti çoğalınca ve İslam ülkeleri genişlemeye başlayınca, Yüce Peygamber’in ve Hulefay-ı Raşidin’in hutbeyi her yerde bizzat kendilerinin okumalarının imkânı olmadığından halka söylemek istedikleri şeyleri sunmak için birtakım kişiler görevlendirilmiştir. Bunlar herhâlde en büyük devlet adamları idi. Onlar camide ve meydanlarda ortaya çıkar, halkı aydınlatmak ve doğru yola getirmek için ne söylemek gerekirse söylerlerdi. Bu yöntemin devam edebilmesi için bir şart gerekliydi. O da milletin lideri olan kişinin halka doğruyu söylemesi, halkı dinlemesi ve halkı aldatmaması! Halkı güncel konulardan haberdar etmek son derece önemli idi. Çünkü her şey açık söylendiği zaman halkın düşünce mekanizması çalışır durumda bulunacak, iyi şeyler yapacak ve milletin zararına olan şeyleri reddederek şunun veya bunun arkasından gitmeyecektir. Ancak millete ait olan işleri milletten gizlediler. Yüz, iki yüz hatta bin sene evvelki hutbeleri okumak, insanları bilgisizlik ve uyuşukluk içinde bırakmak demektir. Hatiplerin herhâlde halkın kullandığı dille anlatması gerekmektedir. Geçen sene Millet Meclisinde okuduğum bir nutukta demiştim ki, minberler halkın beyinleri, vicdanları için bir iyilik ve doğruluk kaynağı, bir aydınlanma kaynağı olmuştur. Böyle olabilmek için minberlerden yankılanacak olan sözlerin bilinmesi, anlaşılması ve sanat ve ilmin geçeklerine uygun olması gerekmektedir. Değerli hatiplerin siyasi ve toplumsal olayları ve medeni durumları ve gelişmeleri her gün izlemeleri zorunludur. Bunlar bilinmediği takdirde halka yanlış bilgiler verilmiş olur. Bundan dolayı hutbeler tamamen Türkçe ve çağın gereklerine uygun olmalıdır. Ve olacaktır.” (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. II, s. 99-100)
Görüldüğü gibi Atatürk, hutbenin halkın anlayabileceği bir dille ve zamanın gereklerine uygun olması gerektiği hususunu belirtmektedir. İslam’ın emri de bu yöndedir. Bu konuda Kur’an-ı Kerim’de birçok ayet vardır:

“Ey Muhammed! Biz öğüt alırlar diye Kur’an’ı senin dilinde indirdik. Kolayca anlaşılmasını sağladık.” (Duhan, 58)

“Biz onu anlayasınız diye Arapça bir Kur’an olarak indirdik.” (Yusuf, 2)
Bu ayetlerden de açıkça anlaşıldığı gibi, Kur’an’ın Arapça olarak indirilmesinin nedeni içindekileri halkın anlamasıdır.

Atatürk de yaptığı konuşmalarında hutbelerin Türkçe okunmasının gerekliliği üzerinde durmuştur. Bu konudaki düşüncelerini önce 1 Mart 1922’de Meclis’in üçüncü toplanma yılını açarken yaptığı konuşmasında açıklamıştır. Daha sonra da yukarıda belirtildiği 7 Éubat 1923 günü, Balıkesir Zağnos Paşa Camiinde aşağıda tamamı sunulan hutbesini okumuştur. Ayrıca konuşmasında hutbelerin dili ve içeriği hakkında da bilgi vermiştir.

Bundan sonra, 21 Éubat 1925 tarihinde TBMM’de Diyanet İşleri Başkanlığı bütçesi görüşülürken, Kur’an-ı Kerim’in Türkçeye çevrilmesinin yanı sıra, hutbelerin Türkçe okunması konusu da gündeme getirilmiştir.

Mecliste yapılan görüşmeler sonunda, Diyanet İşleri Başkanlığınca Türkçe bir hutbe hazırlatılması kararı alınır. Bu karar uyarınca, 1926 yılı sonlarında beş uzmandan oluşan bir komisyonca hazırlanan 58 hutbe örneği Diyanet İşleri Başkanlığına sunulur.

Bu hutbeleri uygun bulan zamanın Diyanet İşleri Başkanı M. Rıfat Börekçi, bir yazı ekinde bunları hatiplere göndermiştir. Ayrıca yazıda dua- övgü ile bundan sonra gelen Kur’an ve hadis metinlerinin Arapça ve Türkçe, öğüt kısmının ise sadece Türkçe okunmasını istemiştir.

Ayrıca 1927 yılında Diyanet İşleri Başkanlığınca içerisinde 51 adet Türkçe hutbe bulunan bir kitap bastırılmıştır. Bu kitabın önsözünde M. Rıfat Börekçi, hutbenin nasıl okunacağını, pek uzun tutulmaması gerektiğini ve hutbenin bir ibadet olduğunu da anlattıktan sonra dil konusuna da değinmiştir. Bu konuda Allah’a hamd (Allah’a karşı şükran duygusunu bildirme) ve Peygamber’e salat-ü selamı içeren kısmının Arapça olmakla beraber, öğüt kısmının Türkçe olması gerekliliğini belirtmiştir.

Günümüzde de aynı talimatnameye uygun olarak, hutbelerin sadece öğütle ilgili kısımları Türkçe olarak okunmaktadır.
Diğer taraftan Atatürk, cami kürsülerinden halka hitap edeceklerin özelliklerini de şöyle belirtmektedir:

“Efendiler, camilerin kutsal kürsüleri, halkın ruhani, ahlaki gıdalarına en yüce, en verimli kaynaklardır. Dolayısıyla camilerin ve mescidlerin kürsülerinden halkı aydınlatacak, ona yol gösterecek kıymetli hutbelerin içeriğini halkça öğrenme imkânını sağlamak, en önemli görüştür. Kürsülerden halkın anlayabileceği bir dille ruhuna ve beynine seslendiğinde, İslam topluluğunun vücudu canlanır, beyni temizlenir, inancı kuvvetlenir, kalbi cesaret bulur. Fakat buna göre, hutbe okuma şerefine erenlerin sahip olmaları gereken bilimsel nitelikler, değerli özellikler ve dünyanın durumunu anlamaları çok önem arz etmektedir.” (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c.1, s. 246–247)

Dini lüzumlu bir kurum olarak gören Atatürk, toplumun aydınlatılması açısından din bilginlerinin öneminin bilincindedir. Fakat din bilgini, İslam’ı öz kaynağından öğrenip çağdaş yorumunu yapabilecek nitelikte olmalıdır. Yine minberlerden halkı aydınlatacak kişilerin aynı özelliklere sahip olması gerektiği gibi, dünyanın durumu hakkında da bilgi sahibi olmaları gerekir. Ona göre, bilgisi ve dünya görüşü olmayan kişiler din hizmetlerinde başarılı değil zararlı olurlar.

İbn Rüşd, İbn Sina, Farabi, Gazali, Mevlana gibi bilginlere büyük saygı duyan Atatürk, Cumhuriyetimizin kuruluşunda emeği geçen başta Mehmet Rıfat Börekçi olmak üzere pek çok din bilginini de takdir etmiştir. Atatürk’ün hutbe ve cami kürsülerinden halka hitap edeceklerin özellikleri hakkındaki görüşlerini özetle aktardıktan sonra, O’nun Balıkesir hutbesini birlikte okuyalım.

Mustafa Kemal Atatürk’ün Balıkesir Hutbesi
Mustafa Kemal Atatürk, 7 Éubat 1923 günü öğle namazını büyük bir cemaatle Balıkesir Zağnos Paşa Camiinde kılmıştır. Namazdan ve şehitlerin ruhuna bağışlanmak üzere okunan mevlitten sonra, Atatürk minbere çıkarak şu hutbeyi okumuştur.

“Millet! Tanrı birdir. Éanı büyüktür. Tanrı’nın selameti, karşılıksız sevgisi ve hayrı üzerinize olsun. Peygamberimiz Efendimiz Hazretleri, Tanrı tarafından insanlara gerçekleri bildirmekle görevlendirilmiş ve elçi olmuştur. İnsan yaşayışını düzenleyen temel kurallar hepinizce bilindiği üzere yüce Kur’an’daki yazılı buyruklardır. İnsanlara doğruluğun özünü vermiş olan dinimiz, son dindir. Kusursuz ve mükemmel dindir. Çünkü dinimiz, akla, mantığa ve gerçeklere bütünüyle uyar ve uygun düşer. Eğer akla mantığa ve gerçeklere uygun düşmemiş olsaydı, bununla diğer tabiat kanunları arasında çelişki olması gerekirdi. Çünkü bütün bu mevcut kanunları yapan Tanrı’dır.
Arkadaşlar; Peygamber çalışmalarında iki yere, iki eve sahip bulunuyordu. Biri kendi evi, diğeri Tanrı’nın eviydi. Millet işlerini Tanrı’nın evinde yapardı. Hazreti Peygamber’in kutlu yolunu izleyerek bu dakikada milletimize, milletimizin bugününe ve geleceğine dönük hususları görüşmek maksadıyla bu kutsal yerde, Tanrı’nın katında bulunuyoruz. Beni buna kavuşturan Balıkesir’in inançlı ve kahraman insanlarıdır.

Bundan dolayı çok memnunum. Bu vesile ile büyük bir sevaba ereceğimi umuyorum. Efendiler, camiler birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır. Camiler, kurallara uyma ve Tanrı’ya ibadet etmekle birlikte, din ve dünya için neler yapılması gerektiğini düşünmek yani karşılıklı görüşmek, dayanışmak üzere yapılmıştır. Millet işlerinde her kişinin zihni başlı başına işler durumda olmak zorundadır. İşte biz de burada din ve dünya için, geleceğimiz ve bağımsızlığımız için özellikle egemenliğimiz için neler düşündüğümüzü ortaya koyalım. Ben yalnız kendi düşüncemi söylemek istemiyorum. Hepinizin düşündüklerini anlamak istiyorum. Millet işleri, milletin temel düşüncesi yalnız bir kişinin düşüncesinden oluşmuş değil, bütün millet fertlerinin arzularının, emellerinin özünden ibarettir. Buna dayanarak benden ne öğrenmek, sormak istiyorsanız serbestçe sormanızı rica ederim.” (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri c. II, s. 98-99)

Günümüzün
Hutbeleri

Dr. Ahmet Çekin/DİB İrşat Hizmetleri Éubesi Müdürü

Cuma hutbeleri ibadet boyutunun yanısıra din ile dindarın, cemaat ile İslami bilginin ve evrensel hakikatin buluşmasına vesile olan önemli bir iletişim unsurudur. Ülkemizde yetişkin cemaatin önemli bir kısmının düzenli olarak cuma namazına devam ettiği ve namazdan önce okunması sebebiyle hutbeyi dinlediği görülmektedir. Hutbeler, 1924 yılında yapılan bir değişiklikle Türkçe olarak okunmaya başlamasından sonra, ağırlıklı olarak şifahi kültürle beslenen cami cemaati için en önemli bilgilenme kaynaklarından biri hâline gelmiştir. Öte yandan şehirleşme ve çekirdek aileye geçişle birlikte dinin aile içinde kuşaktan kuşağa aktarılma geleneğinin zayıflamasına koşut olarak, bu alanda doğan boşluğun doldurulmasında cuma hutbeleri önemli bir işlev görmüş, hâlen görmeye de devam etmektedir. Konu ile ilgili olarak yapılan bir araştırmada, hutbe ve vaazların cemaatin zihniyet değişimine etkileri ölçülmeye çalışılmış, önce bir grup cemaate organ bağışı, doğum kontrolü, kız erkek arkadaşlığı ve kader vb. konularda görüşleri sorulmuş, daha sonra kontrol grubuna iki ay süre ile zikredilen konularla ilgili olarak vaaz ve hutbe yoluyla irşat faaliyetinde bulunulmuştur. Bu sürenin sonunda uygulanan ankette, söz konusu konulara ilişkin tutum ve davranışlarda önemli değişiklikler gözlenmiştir. (Niyazi Usta, Yaygın Din Eğitimi Hizmetlerinin Zihniyet Değişimindeki Rolü, I. Din Hizmetleri Sempozyumu, Ankara, 2007) Öneminden kısaca bahsettiğimiz hutbelerin ülkemizde yaşayan ve cuma namazına devam eden insanlarımızın idrak seviyesine uygun hâle getirilebilmesi ve cemaatin bilgi ve duygu yönünden dindarlıklarının gelişimine katkıda bulunabilmesi için, hutbeleri hazırlayanlar tarafından dikkate alınması gereken bazı hususların bulunacağı açıktır. Bu hususları şöylece özetleyebiliriz:
Şehirleşme-Modernleşme

Göç olgusununun sebep olduğu hareketlilik sonucunda, artık ülkemizdeki insanların % 70’i şehirlerde, % 30’u ise köylerde yaşar hâle gelmiştir. Bu oran geçmişte hemen hemen tam tersiydi. Bu kitlesel nüfus hareketliliği, bireyler arası ilişkilerde, yaşam tarzlarında, ekonomik münasebetlerde, okur-yazarlık oranlarında, iletişim ve seyahat gibi birçok konuda radikal denebilecek birtakım değişikliklere yol açmıştır. Bu değişimden ülkemiz dindarlığının da nasibini aldığı muhakkaktır. Bu çerçevede köy dindarlığının zayıflama eğilimine karşın kent dindarlığının her geçen gün gelişme trendi içinde olduğu gözlemlenmektedir.

Yerleşik/şehir hayatın daha köklü olduğu yaşam alanlarında kent dindarlığının ayırt edici yönleri daha belirgindir. Kırsal alanda dinin ibadet, emir ve yasakları boyutu daha önemli iken, şehirlerde dinin kimlik ve aidiyet sağlayan fonksiyonu daha güçlüdür. Bu anlamda din, şehrin yalnızlaştıran etkileri karşısında insanların kendilerini güvende hissettikleri sığınaklardan birisi olma rolünü üstlenmektedir.

Bu realiteleri göz önünde bulundurduğumuzda hutbelerin % 70 şehirde yaşayan insanlara hitap etmesi ve bunların önceliklerine vurgu yapması gerektiği aşikârdır. Bu sebeple hutbeler hazırlanırken, şehir hayatına ilişkin sosyal psikoloji ve toplum bilimin verileri, cemaatin demografik, sosyo kültürel ve ekonomik özellikleri ile ilgi, istek ve ihtiyaçları göz önünde bulundurulmalıdır.

Hutbelerin Dili ve Söylemi
Hutbeler, camilerde cemaati dinin ilgi alanına dâhil edilebilecek konularda aydınlatmayı hedef alan konuşmalardır. Bu bakımdan hutbelerin konusu, dili, bir anlaşılabilirlik biçimi olarak hitap tarzı, hedef kitlesi, evreni ve amaçları bakımından üzerinde ayrı ayrı durulması gereken hususlardır. Özellikle hutbelerin dili, yer verilen kavramlar hutbenin niteliğini belirler. Bu bağlamda hutbenin içeriğinde yer alan kavramlar büyük önem arz etmektedir. Müslümanların en önemli ibadeti olan cuma namazının bir parçası olan hutbeler, dinin temel kaynaklarına dayalı olması gerektiği gibi, insanların manevi dünyalarını etkileyen bir içeriğe sahip olmalıdır. Yaşanan hızlı değişimler insanların dillerini ve o dile ait kavramların anlamını da değiştirmektedir. Özellikle medya ve iletişim alanındaki devrimler, ortalama cemaatin bildiği kelime ve kavram dünyasında yer alan dinî kavramların sayısını her geçen gün azaltmaktadır. Kırsal alanda kavram dünyasının belki yarısını dinî kavramlar oluştururken, şehirde bu oranın çok daha aşağılara düşmesi muhtemeldir. Bu durumda hutbelerin dili hem cemaatin kavram dünyası ile uyumlu olmalı hem de onları geliştirici bir amaç taşımalıdır. Özellikle dinin temel sabiteleri olan helaller, haramlar, günahlar ve sevaplar hakkında orijinal kavramlar hutbelerde yer almalıdır. Zira yukarıda bahsettiğimiz gibi dinin insanlara kimlik ve aidiyet duygusu verebilmesi ancak dinî bir dil kullanılması ile mümkün olabilecektir. Seküler bir dil ve mantığın bu konuda insanların ihtiyacını karşılayamayacağı görülmektedir. Bunun yanında hutbelerin muhatap kitle göz önünde bulundurularak uçlarda gezinenleri değil toplumun ortalamasını esas alması gerektiği de açıktır. Ortalamayı esas alan dil, toplumun din alanında bir uçtan diğerine sarkılmasına da mani olacaktır.

Hutbelerin dili, içeriği ve üslubu konusunda kurumun görüşü de önemlidir. Bu hususta yayınlanan genelgede şu hükümlere yer verilmektedir.
a) Hutbe, vaaz ve konferanslarda dinî bütünlüğü, millî birlik ve beraberliği güçlendirecek konulara ağırlık verilecektir. Yıkıcı, bölücü propagandalara, zararlı akımlara karşı gerekli tedbirler alınacaktır.

b) Vaaz ve hutbelerde toplumun dinî, ilmi ve ahlaki konularda bilgi ve kültürünün artırılması hedef alınacak, fitne, tefrika ve bölücülüğün kötülüğü, sevgi, acıma duygusu, af ve hoşgörü gibi hasletlerin fazileti, akraba, komşu ve insan hakları, düzenli ve tutumlu yaşama, sosyal dayanışma ve yardımlaşmanın önemi, lüks, israf ve düzensiz yaşamanın zararları gibi yurt kalkınmamızın güçlenmesine yardımcı olacak ve millî bütünlüğümüzü pekiştirecek konulara yer verilecektir.

c) Hutbe, vaaz ve konferanslarda samimi, duygulu, toplumun içinde bulunduğu manevi hastalıkları tedavi edici, ölçülü, yapıcı, uyarıcı, teşvik edici, sevdirici ve müjdeleyici ifadeler kullanılacak; aşırı, kırıcı, itham edici ifadelerden; bıktırıcı ve mesnetsiz sözlerden, dinî ve ilmi kesin bilgilere uymayan görüşlerden kaçınılacaktır.

d) Vaaz ve hutbelerde; siyaset ve şahsiyat yapmaktan kaçınılacak, konu bütünlüğü sağlanacak, iç ve dış politik konulara kesinlikle girilmeyecektir. (DİB 2007 Genelgesi)

Bu esaslardan aslında kurumun hutbelere yönelik beklentisi kendisini belli etmektedir. O da hutbeler yoluyla toplumsal huzurun ve birliğin idamesine katkı yapılması, siyasi ve politik konuların hutbelerde yer almaması, camiye gelen toplumun tüm farklı kesimlerinin ilgi ve beklentilerinin kesiştiği alanlara yoğunlaşılarak millî hedeflere vurgu yapılmasıdır.

Hutbelerin dili ve içeriği hususunda diğer önemli bir konu da hutbenin bilgi notu formatında olmamasına dikkat edilmesidir. Bu tarz hutbelerde kullanılan argümanların daha formel olması gerekmektedir. Bu form gereği ayetler ve hadisler kaynaklardan aynen alınmalı, kullanılan anekdot ve diğer alıntılar orijinal anlatımla örtüşmelidir. Kullanılan şiir ve edebi metinlerde ise açıklama yapma imkânı sınırlıdır. Ancak bu şekilde hazırlanan hutbelerin cemaat tarafından anlaşılmasında problemler olacağı açıktır. Mesela ibadetin önemi ile ilgili hazırlanan bir hutbede konunun önemini vurgulamak için; “Hz. Peygamber’in ayakları şişinceye kadar ibadet ettiğinin” bir model olarak sunulması konunun öneminin anlaşılmasına katkı sağlamaktan ziyade, ibadetin zorluğunu öne çıkaracaktır. Böyle bir durumu hatibin hutbede izah etme şansı da bulunmamaktadır.

Hutbelerde insanların önüne mutlaka rol modeli diyebileceğimiz örnekler konulmalıdır. Ama aynı zamanda insanların gerçek dünyalarına, dünyevi hâllerine ilişkin problemlerini içeren, onların hâllerine tercüman olan, bu yüzden de dinle ilişkilerini kolaylaştıran insani modeller konulmalıdır.

Hutbelerin konularını tespit etmek de bu bağlamda önem taşımaktadır. Hutbe konuları, dünyamızın geçirdiği küreselleşme süreci ve bunun dinî alana yansımalarını, toplumsal sorunları, cemaatin ilgisini ve ihtiyaçlarını dikkate alarak belirlenmelidir. Cemaat cuma ve bayram günleri camiye geldiğinde yaşadıkları hayatta karşı karşıya kaldıkları bir sorunun dinî boyutunu dinlediklerinde, eksik dinî bilgi sahibi oldukları bir konuda daha aydınlatıcı ve detaylı bilgi sahibi olduklarında, yanlış olarak öğrendikleri bir bilginin doğrusunu öğrendiklerinde, hayatın anlamına yönelik gelen vahiyleri dinlediklerinde, hayat, ölüm, ahiret, cennet, cehennem gibi önemli konularda dinin öğretilerini işittiklerinde hutbeler işlevini yerine getirmiş olacaklardır. Ancak bu kavramları kullanırken hutbe metninin kesin yargılarla örülmemesi gerekir. Çünkü insanların hangi davranışlar sonucunda cehenneme veya cennete gideceklerini kesin hükümlerle söylemek, konunun üzerinde analiz, sentez ve değerlendirme basamaklarını ortadan kaldırmaktadır. (Éükrü Keyifli, Bir Dinî İletişim Süreci Olarak Hutbeler, Vaaz ve Hutbelere Genel Bir Yaklaşım, Tartışmalı İlmi Toplantı Dökümanı, Ankara, 2005)

Hutbeyi Okuyanlarla Dinleyenler Arasındaki İlişki
Hutbeler günümüzde imam-hatipler tarafından okunmaktadır. Hutbenin insanlara ulaştırılmasında hutbeyi okuyanın özel durumu, hitabet sanatına olan yatkınlığı, hutbede jest, mimik ve retoriği kullanması önem taşımaktadır. Bu anlamda din görevlisi ile cemaat arasında etkin bir iletişim kurulmasında ve hutbenin istenen etkiyi yapmasında cemaat ve din görevlisi arasındaki güven duygusu önemli bir rol oynamaktadır. Bu ilişki içinde her iki tarafın da birbirlerinin alanlarına ve ihtiyaçlarına saygı göstermesi, karşılıklı güven ortamının gelişmesini sağlamak için gerekli şartları hazırlaması zorunludur. Dolayısıyla hutbeler açısından baktığımızda il müftülüklerimizce hazırlanan hutbelerin müftülüğün değil cami imam-hatibinin hutbesi olması gibi bir durum ortaya çıkmaktadır. Aslında bu durum Başkanlığın ilgili mevzuatında da sarih bir şekilde yer almıştır. 2006 yılı Haziran ayından itibaren başlanan yeni hutbe uygulamasında aşağıdaki şekilde hareket edilmesi istenmektedir.

Madde 11- (1) Her ilde il müftüsünün başkanlığında valilik onayı ile en az dört, en fazla yedi kişiden teşekkül eden “İl Hutbe Komisyonu” oluşturulacak, ilde okunacak hutbeler İl Hutbe Komisyonu tarafından hazırlanacak ve okutulması sağlanacaktır.

(2) Mahallinde ihtiyaç duyulması hâlinde, sosyal şartlara göre okunacak hutbenin konusu köylerde, dış mahallelerde ve merkezi camilerde ayrı ayrı olabilecektir. (DİB 2007 Genelgesi)

Bu uygulamanın temel hedeflerinden birisi her imam-hatibin kendi hutbesini cemaatinin durumu, yerel öncelikleri ve diğer unsurları dikkate alarak kendisinin yazıp okumasını sağlamaktır. Bu şekilde hazır hutbenin ortaya çıkardığı çeşitli etkileri aza indirmek amaçlanmaktadır. Zira merkezden gönderilen veya müftülüklerce hazırlanıp okunan her hutbede bir mesaj aktarılsa bile mesajın doğrudan din görevlisi ile ilişkisi kesilmekte, bu tür bir yöntemde mesajın kaynağı bir kurum ve kurumlar olarak ortaya çıkmaktadır. Etkin iletişimin şartları alıcı veya hedefle ilişkilidir. Hedefle kaynağın ortak özelliklere sahip olması (ortak yaşam alanı gibi) mesajın hedefin dikkatini çekecek şekilde kodlanması ve açık, anlaşılır olması, mesajın hedefin ihtiyaçlarına cevap verici nitelikte olması ve hedefın temel değer ve tutumlarının bilinmesi gibi şartlar, hutbelerin iletişim aracı olarak değerlendirildiğinde mutlaka yerel nitelikte olmasını gerekli kılmaktadır. (Nurullah Altaş, Cami Hutbelerinde Etkili İletişim Sağlama Amacıyla Retorik Figürlerinden Yararlanma, I. Din Hizmetleri Sempozyumu, Ankara, 2007)

Sonuç Yerine
Modernleşme süreçleri, siyasal ve toplumsal yapıdaki kurumsal ayrışmalar gibi yapısal dönüşümler; düşünce, ifade, yayın ve propaganda gibi alanlardaki hürriyetlerin genişlemesi, eğitim ve medya kuruluşları kanallarıyla yerel ve küresel bir izleyici kitlesine erişim imkânı sağlayan sivilleşme ve demokratikleşme, din hizmetleri alanında geleneksel toplumsal yapıya göre yep yeni bir alan ortaya çıkarmıştır. Özellikle demokratikleşme, serbest piyasa ekonomisi ve rekabete dayalı kurumsallaşma ile ekonomi, eğitim ve medya alanlarında sivil inisiyatifin artması, fırsat alanlarının sürekli genişlemesine neden olmuştur. Yukarıda işaret edildiği gibi bu durum insanımızın kültür ve düşünce dünyasını yeniden kurmaktadır. Bu süreçte halkımıza dinî bilgi alanında ulaşabildiğimiz ve etkinliği gayet açık olan hutbelerin güncel öncelikler ve şartlara göre hazırlanması ve ülkemiz insanının dinini doğru şekilde öğrenebilmesi, kendisi ve ülkesi ile barışık, yaratanına karşı sorumluluklarının farkında birer Müslümanlar olarak hayatlarını devam ettirebilmelerine katkı bağlamında önümüzde önemli fırsatlar bulunmaktadır. Paskal’ın hâlâ geçerliliğini koruyan şu sözü her zaman hatırda tutulmalıdır: “İnsan davranışları hakkında din kadar iyi ya da kötü damgasını vuran başka bir şey yoktur.” Hutbeler tarihte de günümüzde de bu damganın vurulduğu bir işlev görmektedir.


Hutbelerden
Beklentiler

Prof. Dr. Niyazi Usta/Atatürk Üniv. İlahiyat Fak.


Gündelik hayatımızdaki tempoya ve Türkiye’ye genel bir bakış göz önüne alındığında artık insanların özel olarak ilgili olmadıkları alanlar için gereğinden fazla zaman harcamaktan kaçındıkları gözlemlenir. Bu doğaldır da, hiçbir insan mecbur bırakılmaktan hoşlanmaz. Sözü uzatmaksızın hemen söyleyelim, hutbeler mümkün olan azami kısalıkta olmak zorundadır. Özellikle çok soğuk kış ve sıcak yaz günlerinde. Hutbeler bilindiği gibi cuma gününe münhasırdır ve o gün neredeyse köylerin dışındaki bütün camilerin kapalı mekânları yetersiz kalmaktadır. Bilinmelidir ki bir konuyu uzun uzadıya anlatmaktan çok, kısa ama sıklıkla gündeme getirmekle o konu/söylem kalıcılığa sahip olur.

Hutbelerin toplumsal hayatımızın huzurlu, güvenli, verimli olmasına katkıda bulunacak konuları içermesi bir zarurettir ki dinden yararlanılmış olsun. Sevgili Peygamberimizin “Ben ancak güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.” sözü davranışlar konusunda dikkat çekicidir. İbadet dindarlığından çok davranış dindarlığına ihtiyacımız var. Bunun temini için dinî mükâfat sisteminin davranış dindarlığını teşvik edici ve cesaretlendirici bir şekilde düzenlenmesi gerekir. Hatta dinin toplumsal işlevselliğini artırabilmek için ahlaki bir davranışın herhangi bir ibadetten daha az değerli olmadığını ya da daha değerli olduğunu söyleyen bir kelamî-fıkhî anlayıştan hareket edilmesi zorunluluğu kanaatindeyim. Hutbelerde kendisinin hiçbir şeye ihtiyacı olmadığı hâlde Allah (c.c.)’ın din dediğimiz emirler-yasaklar bütünü koymasının anlamını toplumsal hayat lehine yorumlanmak yararlı olabilir.

Bir de dinî verilerin bilgileri gündelik hayatı güzelleştirmeye transfer edilerek kullanılması önem arz etmektedir.

Aksi takdirde belli ibadetleri yerine getirme konusundaki vurgu, sanki hayatın sair alanında dindarlık yükümlülüğünden azade olunabileceği gibi bir yanlış algıya sürüklenmeye neden olabilir.

Hutbeler içerik bakımından dine neden ihtiyaç olduğunu, bir inanca davetten çok davranış dindarlığı diye nitelediğimiz dindarlık biçiminin bir zorunluluk olduğuna insanların akli olarak ikna edilmesine yönelik olmalıdır.

Şartlar değişiyorsa onun gerektirdiği değişikliklerin yapılması zorunludur. Kendi zamanında verimli olan bir uygulama başka bir zaman diliminde faydalı olmayabilir. Mecelle prensibi noktasında “Zamanın değişmesiyle hükümlerin değişmesi inkâr olunamaz” bir gerçekliktir. Bu prensibe uygun olarak cemaatin bilgilendirilmesi gerekir ki dinî düşünce bakımından cemaatin dinamik olması temini edilmiş olsun. Din, kendisine inanan insanların diliyle dile gelen bir olgudur. Kişide bilgi, görgü, anlayış, zekâ, yetişme tarzı, dünya görüşü vs. çerçevesinde bir din anlayışının oluştuğu, din ulemasında dahi bunun böyle olduğu hedef kitleye anlatılmalıdır ki, din hakkındaki farklılıkların nereden kaynaklandığı farkedilmiş olsun. Bu fark etmenin önemli ölçüde hoşgörü ortamını oluşturacağını düşünüyorum. Kişinin, neden biri böyle düşünürken diğeri başka türlü düşünüyor ve herkes neden kendi düşüncesinin doğru olduğuna inanıyor acaba, diye sorması ve buna nispeten sağlıklı cevaplar bulması bahsettiğimiz hoşgörü ortamına yardım edecektir. Esasen geniş çaplı bir araştırma ile kişisel ve toplumsal bakımdan dinden nasıl yararlanılabileceği, yaygın din eğitiminin neden istenildiği kadar başarılı olamadığı nelere ihtiyacımızın olduğu tespit edilip bir “din politikası” diyebileceğimiz uygulama esaslarına yönelinmelidir.

Din, her konuda tek başına “mutlak problem çözücü” bir araç olarak görülmemelidir. Herhangi bir toplumsal düzen, sistem, onu oluşturan kurum ve yapıların ortaklaşa iş birliği ve işlevselliği ile değerlendirmeye tabiidir. Toplumsal yapıyı oluşturan diğer yapı ve unsurlardan biri ya da birkaçı problem çözmede yetersiz kalıyor, hatta çözümde ayak bağı oluyor ise, din, kendinden beklenenlere cevap veremez olur ve bunun sonucunda da din konusunda bir sürü birbirine girmiş başka meseleler ortaya çıkar. Nasıl ki bir zinciri oluşturan halkaların ekserisi mükemmel olsa bile, biri zayıf olunca zincirin gücünü o zayıf halkanın gücüne göre değerlendirmek gerekiyorsa, toplumsal yapılar da böyledir. Hiç kimse manevi tembihlerle her tür problemin üstesinden gelineceğini düşünmemelidir.
Din teolojik olarak ne kadar mükemmel olursa olsun onun fonksiyonlarına iştirak eden unsurların durumu hesaba katılmalıdır. Bu sebeple dinin, diğer unsurların güçlü olmasını temin için onlar (ekonomi, hukuk vs.) hakkında da sözü vardır.

Hutbe
Soruşturması

Ali Rıza Demircan / Yazar
Gökhan Özcan / Gazeteci
Ömer Öztop / Eğitimci

Hutbe, Günümüzde Cemaatin
İdrakinde Ne Bırakıyor?


Ali Rıza Demircan
İdeal hutbe açısından bakıldığında istisnaî örnekler dışında içeriği ve zamanlamasıyla beni ve yakın çevremdekileri etkileyen hutbelere tanık olmadığımı ifade etmek isterim.

Konuları ve ifade kalıpları aynı kısacık hutbelerle arzu edilen sonuçların alınamayacağı inancındayım.
Burada bir vesile ile bir önerimi sunmak isterim.
Bütün il ve ilçelerde camiler iki kısma ayrılmalı, birinci sınıf camilerde daha düzeyli hutbeler sunulmalıdır. Bunun için de bütün akademisyenlere, öğretmenlere ve din görevlilerine açık hutbe yarışmaları düzenlenmelidir.

Gökhan Özcan
Doğal olarak çok uzun yıllardır cuma namazlarına katılıyor, dolayısıyla hutbe dinliyorum. Elbette bu hutbeleri dinleyerek pek çok konuda bilgi sahibi oldum, aydınlandım. Ama olması gerektiği kadar mı denirse, maalesef değil. Otuz yılı aşkın bir zamandan söz ediyoruz, bu süre zarfında beni çok etkileyen birçok metin okudum ya da sohbet dinledim. Maalesef bunların arasına pek az hutbe girdi. Elbette hutbelerde yer alan ayet, hadis veya hikmet taşıyan söz iktibasları bu genel kanaatimden münezzehtir. Hutbelerin camiye gelen cemaat vasatını hedef alma zorunluluğu olduğunu, buna uygun bir vasatta ve dilde hazırlanması gerektiğini dikkatten kaçırmamak gerekir, bu doğru. Ama öte yandan, her cuma günü toplumumuzun neredeyse yarıya yakınına hitap etme imkânı tanıyan böyle bir “kürsü”nün insanlarımızda daha fazla iz bırakmasını beklemek de hakkımız. Sanıyorum ki üç temel problem var:

Birincisi hutbelerde dile gelen metnin ya da anlatımın birtakım hassasiyetleri dikkate alırken düştüğü rutinleşme tehlikesi... Hâl böyle olunca, hutbeler de âdeta belli bir takvim içerisinde tekrarlanan, mesela benim zaman zaman daha camiye gitmeden tahmin edebildiğim rutin başlıklar üzerinden ilerliyor. Toplumsal gündemin pek çok tartışma konusu da, muhteva olarak zihinleri zorlayacağına inanılan pek çok dinî mesele de bu listenin dışında kalıyor. Maalesef yerleri de yine rutinleşmeye hizmet eden özel günler ve haftalara ayrılan hutbelerle dolduruluyor. Vatandaşlarımızın dinî meselelere ilgisini TV ekranlarında sürdürülen ve çoğu da sağlıksız biçimde cereyan eden tartışmaların yer aldığı çeşitli programlara yöneltmesi, biraz da bu eksikliğin camiler ve dinî hitap imkânlarıyla doldurulamamasındandır diye düşünüyorum. Oysa bu aşılabilir ve cemaate dinî bilgi ve hikmet, camilerden, vaazlardan, hutbelerden aktarılabilir. Eğer daha renkli, daha muhteviyatı güçlü, daha rahat ve daha içtenlikli bir dil oluşturulabilirse...

İkinci problem, hutbeleri okuyan din görevlilerimizin yıllarca aynı işi yapmaktan kaynaklanan yorgunluklarıdır. Bugüne kadar çok az camide hutbeyi cemaate bakarak, doğrudan hitap ederek yapan imama rastladım. Genellikle gözler eldeki kağıtta oluyor ve maalesef o kağıttan da düzgün, doğru vurgularla ve doğru telaffuzla okunamıyor. Bu metinlerin namazdan önce en azından bir kez okunması şart ve zaman zaman bunun aksi bir intiba alıyorum. Doğrusu bu şartlarda cemaatin dikkatinin de kısa zamanda dağıldığını ve söylenenin etkisinin kalmadığını gözlüyorum. Bu pratik bir problem ve çözümü için de pratik tedbirler gerekiyor. O tedbirlerin temel mantığının din görevlilerimizin kendi alanlarına ilgilerinin kalıcılığını arttırmak ve rutinleşmenin önüne geçmek yönünde olması gerektiği kanaatine sahibim acizane...

Üçüncü problem de; Türkiye’nin sosyolojisini yeterince derinlikli kavrayamamaktan kaynaklanıyor ki, bu ülkemizde siyasetçisinden gazetecisine, aydınından bürokratına hemen her kesimin zihinsel yanılgı sebebidir. Hepimiz bir parça bu dertten muzdaribiz. Çünkü Türkiye özellikle son çeyrek asında zihinsel kavrayışı güçleştiren sağlıksız bir hızla değişiyor. Nesiller arası kültürel farkları gözetmek, bir neslin zihinsel ve ruhsal arayışına karşılık gelenin diğerine gelmediğini keşfetmek durumundayız. Her cuma günü milyonlarca insana dinin mesajını ileten hutbelerin sorumluluğu da çok büyük bu anlamda. Bunun başarıldığını pek söyleyemem. Özellikle 25 yaşın altındaki insanlarımızın insana ve hayata bakış açılarının incelenmesinin, genç oranı yüksek bir toplum olarak böyle yeni profilleri dinî etkileşim alanının içinde tutma yollarının aranmasının önemli olduğunu düşünüyorum. Burada bir eksiklik olduğunu kişisel gözlemlerimle söyleyebilirim.

Elbette konu hem geniş, hem de derinlikli bir konu... Enine boyuna araştırılması, düşünülmesi gereken bir konu... Bu ağırlıkta ele alınması ve ciddi çalışmalar yürütülmesi zaruri görünüyor. Böyle bir soruşturma içinde bana yüklenen sorumluluğu küçük değinilerle yerine getirmeye çalıştım. Maksadım eleştiri değil, bu konudaki çalışmalara katkı sağlamaktır. Çünkü bu meseleyi toplumun her bireyinin meselesi, sorumluluğu olarak görüyorum.


Ömer Öztop

Bilindiği gibi, günümüzde hutbelerin hazırlanması merkezi sistemle veya mahalli müftülüklerce yapılmaktadır. Bunun haklı gerekçeleri olduğu gibi, sakıncalı yönleri de vardır. Haklı yönü, minber gelişi güzel söz söyleme yeri değildir.

Sakıncalı yönü ise, kabiliyetli, verimli, ölçülü olabilen imam-hatiplerimizin bu yönde gelişmelerini önlemesidir.

Bu nedenle hutbeler daha çok müftülüklerce hazırlanmaktadır. Hutbeyi sunacak kimsenin hazırlamasıyla, masa başında hazırlanması arasında büyük fark vardır. Bunu dinlediğimiz hutbelerde fark etmekteyiz.
Diğer taraftan bu hutbelerde çoğu kez aktüel konular seçilmemekte, bazen imam-hatiplere geç ulaştırılmaktadır. Cuma sabahı ulaşan hutbeler vardır.

İçerik olarak ise, seyrek olmak kaydıyla bazı hutbeler fevkalade güzeldir. Verdiği mesaj, dayandığı kaynaklar ve konu üzerinde bir bütünlüğü vardır. Bir de doğru sunum yapılıyorsa güzellik üzerine güzellik olmaktadır. Böyle hutbeleri başımız dik olarak dinlediğimizi ifade etmek isterim.

Bazı hutbelerde ise, üzülmekteyiz. Yalnız İstanbul’da 3 milyonun üzerinde Müslümanın cuma hutbesi dinlediği düşünülürse bu üzüntümüz daha da artmaktadır. Çünkü, verilen hutbe, aktüel değildir. En önemli, önemli olana tercih edilmemiştir. Uzun ve devrik cümleler kullanılmıştır. Cemaatin kültür seviyesine dikkat edilmemiştir. Başı ile sonu arasında kopukluk vardır. Dinlerken cemaati yormaktadır.

Biraz daha dikkat edilerek daha verimli bir çalışma yapılabileceğine inanmaktayım.

Toplumu
Din Konusunda Aydınlatmada
Hutbenin Yeri Nedir?

Ali Rıza Demircan

Özellikle cuma hutbeleri, İslam dininin öğretilmesini amaçlayan hiçbir dinî hizmetle kıyaslanamayacak kadar önemlidir. Bunun birbirinden önemli üç ana sebebi vardır:

a. Hutbenin Farz Oluşu
Cuma günü, cuma ezanı okunduğu zaman bütün ergin müminlerin kendisine yönelmekle yükümlü oldukları “Zikrillah’’ olarak hutbe, sunulması ve dinlenilmesi farz olan görevdir.

b. Hutbenin Sürekliliği
Cuma hutbeleri, Müslümanlar için bulüğ çağından ölüm anına kadar devam edecek olan cuma namazları ile birlikte varlığını sürdürecek bilgilendirme aracıdır.

c. Hutbenin Benzersizliği
Hutbeler, farziyeti ve sürekliliği yanı sıra dinî yönden resmiyeti ve benzersizliği olan kaynaktır. Müslümanların yüce dinimizin inanç esasları, emirleri ve yasaklarını öğrenmeleri farz-ı ayındır.

Hutbeler de gerekli bilgilerin öğrenileceği ve öğretileceği benzersiz nitelikli vesiledir.

Yukarıda özetlenen sebeplerden ötürü hutbelerin ideal ölçülerde hazırlanması gerekir.

Gökhan Özcan

Dinî meseleleri topluma aktaran, insanlarımızın dini öğrenmesinde ve uygulamasında birincil sorumluluğu bulunan din adamlarımızın hutbeleri bir imkân olarak en etkin ve doğru şekilde kullanması çok önemli. Hem dinin doğru öğrenilmesi, anlaşılması, yaşanması bakımından hem de toplumsal hayatın aydınlık temeller üzerinde yükselmesi bakımından. Çünkü dinin toplumsal ağırlığı ve rolü, dünyada yaşanan büyük değişimlere rağmen azalmıyor. Dolayısıyla dinin doğru bilinmesi ve anlaşılmasına, o dine inansınlar ya da inanmasınlar toplumun bütün bireyleri ihtiyaç duyuyor, duymalı. Günümüzde iletişim araç ve imkânlarının ne büyük bir hızla arttığı, çeşitlendiği ortada... Bu gelişmeler, bilginin aktarımı için güzel fırsatlar oluşturduğu gibi, bilgi kirlenmesi ve yanlışların çoğalması açısından da elverişli bir zemin oluşturuyor. Bu her konuda böyle, ama söz konusu olan dinî meseleler olduğu zaman hepimizin daha fazla bir hassasiyetle olaya yaklaşması şart oluyor. Bu açıdan hutbeleri, hem geleneksel cami-cemaat ilişkisinin, yani doğal ve doğrudan ilişkinin devamlılığı açısından hem de bilginin doğru kaynaklara sadık kalınarak aktarımı bakımından hayati önemi haiz olarak görüyorum. Bu anlamda, bu soruşturma da son derece yararlı ve önemli bir çalışma kuşkusuz. Benim bildiğim kadarıyla sayıca bu kadar çok insanın, yani neredeyse nüfusumuzun yarısının katılımcısı olduğu başka bir iletişim durumundan söz edemeyiz. Bu gerçek hutbelerden kitleye yayılmakta olan sözü hem çok değerli hâle getiriyor hem de çok önemli hâle getiriyor. O sözün sorumluluğu da hiç kuşku yok ki çok büyük. Sözü doğru söylemek, bu güzel buluşmaları hayra tebdil edecek muhtevada, derinlikte ve güzellikte söylemek gerek...

Ömer Öztop

Hutbe, din hizmetinin olmazsa olmaz gereğidir.
Hutbe, bir ibadettir. Yaygın din eğitiminin en önemli sütunudur. Hutbe bir çağrıdır. Allah’ı dinlemeye, Rasûlüllah’ı izlemeye çağrıdır. İyiye ve güzele koşma çağrısıdır. Kötülüklere engel olma çağrısıdır. Müminlerin hayatlarına ışık tutma, ruhlarını diriltme çağrısıdır. Her mümin, yüreğini bu çağrıya açmalıdır.

Öyle ise, cuma günleri cuma namazı için mescitlere koşan, kardeşleriyle saf olma ve yan yana bulunma disiplinini kazanan, dikkatle ve ibadet aşkıyla hutbeyi dinleyen müminlere İslam’ın güzelliğini sunacak seviyede hutbe hazırlamak ve okumak her hatibin en önemli görevidir. Bu bakımdan, cuma ve bayram günleri minber adı verilen peygamber makamından mü’minlere hutbe okuma şerefine eren her hatip, yaptığı hizmetin farkında olmalıdır. Kamil iman, salih amel, güzel ahlak, yeterli bilgi ve düzgün bir yaşayış çizgisine sahip olmalıdır. Dünya ve dünyadaki hiçbir şey çizgisini bozamamalıdır. Okuyacağı hutbe için isabetli bir konu seçimi, ciddi bir hazırlık ve titiz bir sunum yapması gerektiğini de unutmamalıdır.

Böyle bir hitaptır ki, mümini Allah’a yaklaştırma, insanla İslam’ı buluşturma, gönülleri diri tutma, hayatı kirlerden koruma görevinde başarılı olabilir.

Hiçbir hatip, hutbenin müminler için imanı kemale ve ruhi olgunluğa erme konusunda bir fırsat olduğu gerçeğini gözardı edemez.

İdeal Bir Hutbe
Nasıl Olmalıdır, Sizin Hutbeden Beklentileriniz Nelerdir?


Ali Rıza Demircan

İslam, insan hayatıyla örtüşen ve onu bütün yönleriyle kuşatan dindir. Bu sebeple İslam dininin ferdî, ailevi ve sosyal hayatı yönlendiren tüm buyruklarının öğretilmesi gerekir.

Farziyeti, sürekliliği ve benzersizliği ile çok önemli bir bilgilendirme kaynağı olan hutbelerin aşağıda özetlenecek çizgileri/renkleri taşıması gerekir:

a. Hutbeler istisnasız bütün konuları içine almalıdır.
Kur’an’ın ve onun pratiği olan sünnetin bütün konuları hutbe konusu edilmelidir.
İnsan hakları, barış, evlilik, boşanma, cumhuriyet, sevgi-nefret ve benzeri konular… gibi.

b. Hutbeler toplumun öncelikli ihtiyaçlarına cevap vermelidir.
Namaz, tesettür, faiz, zulme tepki, zina, sivil örgütlenme, musiki, spor, güzellik ve şirketleşme gibi konular toplumun bilgilendirilmesi gereken öncelikli konulardır. Çünkü bu konularla iç içe yaşanılmaktadır.

c. Hutbeler oluşturulan şüpheleri giderici olmalıdır.
Hutbeler Kur’an’dan cevaplar verici ve şüpheleri giderici olmalıdır.

d. Hutbeler yanlış anlamalara sebep olmamalıdır.
Hutbelerde işlenen konular inanç ve amel yönünden tereddütlere düşürücü olmamalıdır. Bir diğer anlatımla vatandaşlık görevi olarak işlenmesi gereken bazı konular, dinî yönden farz görevler gibi sunulmamalıdır.

e. Hutbelerde bilgi ve duygu dengesi kurulmalı, dil sade olmalıdır.

Gökhan Özcan

Doğrusu ezbere dayalı bir cevap vermek istemem bu soruya. İdeal bir hutbenin nasıl olması gerektiğinin toplumsal zeminde yapılacak çok yönlü araştırmalara dayalı olarak belirlenmesi doğru olacaktır. Hutbelerin muhtevasının özünde dinî bir mesele olduğu kesin... Ama bunun ötesinde sosyoloji, psikoloji, hitabet sanatı, dil ve edebiyat gibi birçok başka alanla da bağlantıları var. Öncelikle cami cemaatini oluşturan bireylerin farklı profillerinin, yaş, sosyal çevre, toplumsal konum, ilgi ve merak yoğunlukları gibi birçok konunun belirlenmesi lazım. Aynı şey belki de hutbeleri topluma aktaran din görevlilerimiz, imamlarımız için de düşünülmeli. Ben idari olarak ne kadar mümkündür bilemiyorum, ama Diyanet İşleri Başkanlığımız bünyesinde bu amaçlı çok yönlü bir araştırma ve değerlendirme birimi oluşturulabileceğini düşünüyorum. Mutlaka benzer kurullar var, ancak bilebildiğim kadarıyla bu kurullar daha çok dinî muhtevaya dönük uzmanlık taşıyorlar. En azından ortaya çıkan sonuç böyle bir eksikliğe işaret ediyor. Bu tür uzmanlıklarla meseleye yaklaşılabilirse, hutbeler ile toplumsal beklenti arasındaki kopukluk önemli ölçüde giderilebilir, toplum gündemi ve ihtiyaçlarından yola çıkılacağı için de rutinleşme tehlikesi yöne önemli ölçüde bertaraf edilebilir. Bu doğrultuda imamlarımızla da bugünün şart ve ihtiyaçlarına göre yenilenmiş bir anlayışla bu konuda yeniden diyalog kurulabilir. Bu konuda sözünü ettiğim ilmi çalışmanın ortaya çıkardığı tespitlere göre bilgilendirici, yönlendirici yayınlar hazırlanabilir ve ilgililere ulaştırılabilir. Yine bu tespitlerin ışığında hutbe metinleri yeni baştan, yeni bir dille ve renkli bir üslupla hazırlanabilir. Statik yapı biraz daha kırılabilir, rutin dışına çıkılarak biraz daha duygulara, kalplere, vicdanlara etkiler bırakacak bir belagat, bir heyecan, bir lezzet kazandırılabilir. Daha pek çok şey yapılabilir, ama burada daha fazlasını dile getirmek, hem soruşturmanın genel çerçevesini zorlayacağından, hem de o ilmi verilere sahip olmadığımdan yanlış olacaktır. Bu çalışmaları asla bir revizyon çabası olarak görmemek, geleneksel seyir içinde bir tazelenme olarak görmek gerekir. Kaldı ki benim görüşlerimi de bir uzman görüşü olarak değil, cemaatten bir bireyin tartışmaya açık beklentileri olarak görmek gerekir.

Ömer Öztop

Günümüzde insanlar, basın, ekran ve internet gibi araçlarla çok çeşitli bilgilere ulaşabilmektedir. Bu bilgiler, genelde dağınıktır, sistematiği yoktur. Böyle elde edilen bilgilerin doğruluğu da tartışılabilir.

Müminleri bu dağınık bilgilerden koruma ve insanla İslam arasındaki engelleri kaldırma konusunda da hatiplerimize ciddi görev düşmektedir.

İdeal hutbe, idealist hatip gerektirir. İdealist hatip, görevinin önemine inanan, görevini en güzel şekilde yapma heyecanı ve sevdası taşıyan, sıcak ve ölçülü davranışlarıyla cemaatin yüreğine girebilen hatiptir. Kendisiyle ve çevresiyle barışık, samimi, gayretli, dünyevi menfaat hesabı yapmayan, sözü ve işi birbirine uygun olan hatiptir. İdealist hatip için hutbe hazırlığı bir hafta önceden başlar. İşte bu hatip ideal hutbe okuyabilir.

İdeal bir hutbe için isabetli bir konu seçimi gerekir. İsabetli seçim, o günlerde cemaatin kafasını meşgul eden bir konu hakkında İslam’ın görüşünü ortaya koyacak bir seçimdir.

İdeal hutbe, İslami hutbedir. Onda İslam dışı bir fikre, bir düşünceye ve bir mesaja asla yer yoktur. Birlik ve bütünlüğü bozucu, tartışmaya sebep olucu karışık ve anlaşılamaz ifadeler de olamaz. Kurumlar ve şahıslar hedef alınamaz. Sert, kaba ve argo kelimeler kullanılamaz.

İdeal hutbe, planlı hutbedir. Giriş, gelişme ve sonuç arasında bir bütünlük vardır. Ayet ve hadisler hutbe içine doğru yerleştirilmiştir. Kur’an ve sünnete dayanmayan hüküm yoktur. Cümlelerde anlam derinliği yüklüdür. İfadeler, açık, net, sade, öz, etkili ve gereği kadardır. Süslü söz söyleme gibi bir anlayış yoktur. (Bkz. Sad, 86) İdeal hutbede cemaatin kültür seviyesine ve yöresel hassasiyetlere dikkat edilmiştir. İdeal hutbe, iyi hazırlanmış hutbedir.

İdeal hutbede ölçü ve bilinç vardır. Peşin hükümlere, hissi sözlere yer yoktur. Müjde ve uyarı dengeli şekilde verilmiştir. Bağırma, cami içine ve dışına yumruk sallama gibi davranışlar sergilenemez. Sunumda İslam’ın tebliğ metodu dışına çıkılmaz. Sunum canlıdır, ama itici değildir. Tatlı bir dil, güzel bir tarz, yumuşak söz (kavl-i leyyin), sevdirici bir üslup, düşündürücü bir fikir ve ifade ile gönüllere girmek daha kolaydır. (Bkz. Al-i İmran, 159; Nahl, 125; İsra, 53; Taha, 43-44; Fussılet, 34)

İdeal hutbe, uzun hutbe demek değildir. İdeal hutbede zaman doğru kullanılır. “Cemaatin her şeye ihtiyacı var.“ gibi gerekçelerle çok şey söylemeye kalkmak, cemaatin dinleme gücünü aşacak derecede hutbeyi uzatmak asla kabul edilemez. Ne söylediği anlaşılamayan, dağınık hutbeler bir de uzunsa cemaat üzerinde son derece olumsuz etki bırakır.

Hiçbir hatip, iyi hazırlanmadığı için kekeleyerek, duraklayarak sözün arkasını getirememe gibi bir duruma düşemez. Bu, önce kendimize saygısızlıktır.

Ayrıca, hutbede yanlış kullanılan bir kelime veya cümle hutbeyi bitirir, hatibi de ezer. Söz, kılıç gibidir. Bu yüzden hatiplerimize yazılı hutbe okumalarını tavsiye ediyoruz.

Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in dilini yanlış kullandığı için Kur’an-ı Kerim’de uyarıldığını gösteren örneğe rastlanmamıştır. Davranışları konusunda uyarıldığına dair örnekler vardır. (Bkz. Enfal, 68; Tevbe, 84; Abese, 1-7)

Öyle ise, örneği peygamber olan hatip de, sözlerine dikkat edecek, söz ve zaman israfı yapmayacaktır.

Kanaatime göre, büyük camiler bile olsa, bir hutbenin tamamı 10-12 dakikayı geçmemelidir.