Makale

Aydınlar ve Din İlişkisinin Tarihî Seyri Üzerine

Prof. Dr. Naci Bostancı
Gazi Üniv. İletişim Fak.

Aydınlar
ve Din İlişkisinin
Tarihî Seyri Üzerine

Aydın ve din ilişkisinden bahsedebilmek için öncelikle bu kavramlarla neyi kastettiğimizin açıklığa kavuşturulması gerekir. Çünkü toplumsal, siyasi, kültürel kodlara göre anlamı ve fonksiyonu farklılaşan aydın ile üzerine sayısız yorumda bulunabileceğimiz din ilişkisi bir bağlama yerleştirilmeksizin tartışıldığında açıklayıcı olmaktan çok kafa karıştırıcı bir mahiyet kazanacaktır.

Aydın kelimesinin dünyada olduğu kadar bizim coğrafyamızda da olumlu/olumsuz birçok çağrışımı beraberinde getirdiğini biliyoruz. Ortaçağ Avrupa’sında aydın, okuryazar olan, dini ilimlerle uğraşan, aynı zamanda konumu itibariyle egemen dünyevi ve ruhani iktidarın temsilcisi durumundaki rahiplerdi. Rönesans ve reform hareketleriyle birlikte rahipler bu eşsiz konumları yitirmeye başladılar. Şehir komünlerinin XIII. yüzyıldan itibaren belirmesi, buralarda rahiplerin iktidar alanlarının azaltılması, buna karşılık palazlanan yeni sınıf burjuvazinin yükselmesi "aydın" sınıfının değişiminin de ilk işaretleriydi. Siyasal iktidar kavgalarında burjuva sınıfı ideolojisinin meşrulaş-tıncısı olarak sahne alan aydınlar, artık rahipler değildi. Modernleşme sürecinin ürünü olan akılcılık, pozitivizm, milliyetçilik nihayet küreselleşme hareketleri beraberinde kendi sözcüleri olan yeni aydınlan ortaya çıkardılar. Şüphesiz rahipler geleneklerine uygun şekilde teoloji ile bilimler arasındaki bağları sürekli güncelleyerek alanlarının modem yorumcuları olarak her zaman kendilerine toplumda yer ve dinleyici buldular. Ancak artık aydın denildiğinde akla ilk gelen insanların nitelikleri arasında dindar olmak, dinle ilgili olmak çok daha zayıflamıştı. Hatta zaman zaman dine mesafeli olmak, "aklın özgürlüğünü dini dogmalarla sınırlamamak" çok daha baskın bir nitelik kazanmış, aydın olmakla ateizm arasında olumlu bir ilişki düşünülmeye başlamıştı. Yine de bunun mutlak bir değer haline geldiği, din adamlarının alandan bütünüyle ellerini çektikleri manası çıkartılamaz.

Avrupa’nın aydın konusundaki tarihi seyrini bir paragrafta özetlemek elbette mümkün değildir. Yukarıdaki özette "aydın" denilen insanlar, esas itibariyle belli bir kesimin, entitenin sözcüsü durumunda olan kişilerdir. A. Thomas, Erasmus, Hobbes, Locke, Montesquieu, Burke, Marks, Althusser diye kabaca bir isim sıralaması yapsak, her birinin bir kamuyu temsil ettiği ve seslendirdiği daha açık bir şekilde ortaya çıkar. Oysa XIX. yüzyılda aydın manasına intelijansiya kavramının ortaya çıktığı Rusya’da bu söz okuryazarlık seviyesi itibariyle topluma mihmandarlık edebilecek çapta bulunmakla birlikte herhangi bir işi gücü olmayan insanlan tanımlamak için kullanılmaya başlanmıştı. Onları aydın kılan nitelik, işsiz güçsüz olmaları sebebiyle herhangi bir kamunun temsilini üstlenmek yerine tüm toplumun vicdanı olabilme şart-lanna sahip sayılmalarıydı. Şüphesiz bir yere ait olmama kendi başına o kişiyi toplumun vicdanı yapmaz, ancak o kişi okuryazar ise bu özellik bir başlangıç şartı oluşturabilir. Mannheim, aydını anlatırken, intelijansiya kavramının ilham verici toplumsal şartlarına uygun şekilde, toplumun içinde "göreceli olarak yüzer durumda bulunmayı" zikreder. Göreceli kelimesi yine de arka planda bir aidiyet olabileceğini, ancak bunun başat bir faktör olarak aydın kişinin görüşlenni belirlemeyebileceğini ifade etmek içindir. Aydın kategorisine, onun toplumla mesafeli bir ilişki kurması gerektiğini ihsas ederek yaklaşan bu anlayış, böylelikle "özgür düşünce’nin yerel inançlar, bağlılıklar, bilişsel haritalarla malul olmaksızın evrensel bir düzeyde kendini ortaya koyarak toplumuna mihmandarlık edeceğini ifade eder. Aydını toplumu için önder kılan, onun topluma mesafeli tutumudur şeklinde bir paradoks ortaya çıkar. E. Said, entelektüeli tanımlarken bu maluliyet işine el atar, bunların körleştirme potansiyellerine dikkat çeker ve aydının görevinin yerel olanı evrensel bir bağlama taşımak olduğundan söz eder. Buna kolektif yaşanan acılar da dâhildir.

Avrupa düşünce hayatında aydın ile din arasındaki gerilimli ilişkinin önemli kaynaklan vardır. Bunlardan birincisi, kilisenin sadece dinî değil siyasi, iktisadi ve toplumsal bir kurum olarak dünyevi otoritenin de kaynağı biçiminde kendisini takdim etmesi ve uzun asırlar boyunca böyle bir konumda bulunmasıdır. Esasen "özgür düşüncenin" önünde engel olan kendi evren telakkisini kutsalın diliyle -yani değiştirilemez, tartışılamaz, mutlak hakikatin diliyle- ortaya koyan din değildir, onun adına, onun hakikat yorumunu kendi iktidarıyla bütünleştirerek tekeline alan bir dünyevi kurumun varlığıdır. Bu kurum, her açıdan kendi hayati çıkarlan bakımından tehdit potansiyeline sahip farklı yorumlan engeller ve gömülü olduğu tarihin içinden yapmış olduğu "yorumlan" güç ile tahkim ederek egemen kılar. Galile ile kilise ara-sındaki çatışma "neyin doğru" olduğunun tartışması değildir, "kimin iktidar olacağının tartışmasıdır. İkincisi, ilk çıkışında "Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya Sezar’ın hakkı Sezar’a" diyen Hristiyanlık yorumu, ortaçağ Avrupa’sında her ikisi de kiliseye anlayışına varmış, sonraki yüzyıllarda ise yeniden ayrılma yoluna gitmiştir. Avrupa’nın laikleşme ve sekülerleşme tarihi aynı zamanda dini tahayyülün sınırlarının daraldığı bir sürece işaret eder. E. Gellner, Hıristiyanlığın bu dünyevileşme karşısında daha sınırlı bir alana çekildiğini, inancın büyük ölçüde Allah’la kul arasındaki bir ilişkiye dönüştüğünü ifade eder. Ona göre İslamiyet’te böyle bir dönüşüm yaşanmamıştır, ancak bunu bir eksiklik olarak görmek yerine böyle bir deneyimin dünyaya katabilecekleri üzerine düşünmek gerekir.
Fazla teferruata inmeden buradan yakın tarihimize ve bugüne dönecek olursak, aydın ile din ilişkisinde önemli sorun alanlarından birisi olarak karşımıza tarihin geçmişe doğru küreselleştirilmesi diyebileceğimiz yanlış bir tarih algısı ve beraberinde getirdiği yanılsama dolu çağrışımlar çıkar. Bununla kastettiğimiz şudur Hâlihazırda dünyevi iktidarı temsil eden Batı odaklı düşünce hayatı, sadece bugünü ve geleceği değil, periferisinde yer alan ülkelerin "dünya ile ilişkileri bakımından" geçmişi de derinden etkilemektedir. Türkiye dahil Batı dünyasının yanında yöresinde yer alan ülkeler kendi toplumlarını, sorunlarını, ilişkilerini analiz ederken Batının tarihsel güzergâhında teşekkül etmiş hikâyeye fazlasıyla odaklanmakta ve kendi anlatılan ile buradakini derin bir şekilde birbirine karıştırmaktadırlar. Elbette söylemeye çalıştığımız bilimsel terminoloji, modellemeler, yaklaşımlar vs. bakımından Batıdan faydalanmak değildir. Bunlar, belli bir ihtiyat payı gösterilerek kullanılabilir. Elbette burada da yine iki farklı dünyanın söz konusu olduğu unutulmamalı, farklılıkları ihata edecek orijinal terminoloji, modelleme üretimi, ya da ödünç alınanların tashihi ıskalanmamalıdır. Sorun, hikâyelerin karıştırılmasıdır. Batıda din ile siyaset arasındaki ilişki, bu süreçte yaşanan gelişmeler, laikleşme, akılcı akımlar, pozitivizm, yahut da daha derli toplu bir ifade ile aklın dini hegemonyadan bağımsızlaşma macerası bizim yakın tarihimize uyarlanmaya çalışılmaktadır. Tarihin bu şekilde okunması biçimi sadece geçmişe dair bir yorum olarak kalmamakta, geleceğe yönelik siyasi tezlerin hakikileştirilmesinde de kullanılarak tabir caizse ileriye uzatılmaktadır. Laiklik hususunda yakın tarihte yaşanan tartışmaların, çekişmelerin, çeşitli endişe dolu projeksiyonların arkasında bu ülkenin yakın geçmişi değil, Batı ile karıştırılan hikâyelerin anlatısı önemli rol oynamaktadır. Modernleşme dediğimizde bu ülkenin kalkınması, gelişmesi, sanayileşmesi, şehirleşmesi, refah ve zenginliğin yaygınlaşması konularından çok daha fazla laiklik hususunun tartışılması böyle bir arka plandan beslenmektedir. Osmanlı’nın son döneminde medreselerin içe kapanması, toplumsal/siyasal hayatın çeşitli alanlarında kutsalın yedeklenerek iktidar mücadelelerinin sürdürülmesi, dini kurumların zayıflığı, yobazlık, Batının geçmişinde yaşandığı gibi dini ve laik alan ayrımı ekseninde bir indirgemeyle anlaşılacak ve çözümlenecek konular değildir. Bunlar çöken bir imparatorluğun tüm kurumlarında yaşanan inkıraz ve inhitatın dinî alanda da ortaya çıkan tezahürleridir. Kabaca ifade edecek olursak zenginliğe, iktidara, toplumsal hiyerarşide kıskançlıkla korunan bir statüye dayalı kilise benzeri örgütlü bir yapıdan mahrum olan İslamiyet’in, bu dinamiklerin fonksiyonu olmayan, aksine tarihsel seyrin düzleminde anlaşılabilecek görünümlerine karşı akılcılığın kilisesini kurmaya çalışmak ancak bir talihsizlik olabilir. Epistemeye ve paradigmaya ait sorunların çözüm yeri yine aynı kategorideki yorumlar ve yaklaşımlardır. Çözüm, modernleşen bir coğrafyanın dinî alandaki tarihi olanı yeniden yorumlama kapasitesinden çıkacaktır.

Modernleşme anlayışımızda dinî olana karşı tercüme bir geçmişin üzerinde şekillenen politikalar, stratejiler kendisine karşılık gelen bir aydın kesimi üretmiştir. Bu üretimde "bilinçsiz, geri bir halk’ın "aydınlatılması" idealini benimsemiş siyasi ve bürokratik çevrelerin önemli dahli vardır. Çünkü "aydın" dediğimiz sınıflar eğer kendilerini finanse edecek bir toplumsal zemin yoksa kaçınılmaz olarak egemen muktedir yapıyla bütünleşirler ve onların sözcülüğünü üstlenirler. Hem kutsanan hem de aydınlatılması gereken "halk’ın kırsal hayatının basitliği, "aydınların" gördükleri ve ilham aldıkları dünyaya göre sınırlı standartları aydın/halk ilişkisine daha mesafeli ve daha otonter bir nitelik kazandırır. Böyle kurulan bir ilişkide halkın elbisesi, yaşadığı mekânlar, sözcük dağarı kadar inanca ait ritüelleri de bu yeni aydın kitlesinin gözünde "bileşik kaplar gibi" aynı düzeyde ele alınması gereken ve "aydınlanma" yolunda mutlaka aşılması icap eden kategorilerdir. Halkın sadece elbisesi, ayakkabısı, üretim biçimi değil onlarla anlamlı bir bütünlük teşkil ettiği düşünülen inançları da dönüştürülecektir. Bu aydın kesimi için "İslam" tarihi kaynaklardan, onun zengin repertuarından çıkartılıp anlaşılacak bir kategori değildir, esasen onların böyle bir birikimden de yeten ölçüde haberdar oldukları söylenemez. "İslam" şahit oldukları köylü hayatının folklora dönüşmüş anlatısı içinde "yorum-lanan", antropolojik bir ruhla değerlendirilen ve "batıl inançların" asıl kaynağı olduğu konusunda hiçbir şüphe duyulmayan bir "din"dir. Az çok okumuş, biraz Batıdan haberdar olmuş, insanlığın aydınlanma macerasının dinden bağımsızlaşan akıl olduğu yolunda bir kanaat sahibi olması için gereken verilere sahip insanların kendilerini bu İslam içinde telakki etmeleri, kısık sesleriyle köyde yaşanandan farklı bir islam’dan bahsetmeleri bu aydın kesimi için son derece şaşırtıcıdır. Esasen toplumsal hiyerarşide yerlerini değiştirmeleri çok beklenmeyen köylülerin kolayca dağıtılabilecek İslam algılarını anlatmaları, görünür kılmaları bu kesim tarafından tehlikeli addedilmez, fakat birikimleri, statüleri, geleceğe yönelik hi-yerarşide daha yukarılara tırmanma umutlan dolayısıyla bu yeni ara kesimler son derece "tehlikelidirler. Onları tehlikeli kılan çok da kulak verilmeyen İslami yorumlan değil, bazen "aydınlarla ortak bir bağlama atıf yapan söylemleri, "rasyonel’le bağlantılı dinî yorumlan ve en önemlisi, iktidar ilişkilerini dönüştürme potansiyelini taşımalarıdır.

Türkiye bugün itibariyle yukarıda çok genel hatlarıyla "aydınlar" "halk" ve kişisel hayat hikâyesi itibariyle bu halkın içinden gelen yeni okumuş sınıflar olarak tanımlayabileceğimiz kesimler arasındaki ilişki biçimini geride bırakmış, bu okumuş sınıfların İslam’la barışık yeni aydınlar olarak yükselişine şahit olmuştur. Türkiye’de artık İslam dediğimizde "okumuş in-sanların" herhangi bir komplekse kapılmadan onu asıl kaynaklarına inerek konuşabildikleri, ibadetlerini yapabildikleri, bu konuşma ve pratiklerin onların "dogmalar tarafından ele geçirilmiş zihinlere sahip oldukları" yolunda bir suçlamayla karşı karşıya bırakmadığı bir ortam görüyoruz. Özellikle son yirmi yıl içinde Türkiye’nin demokratikleşmesi, Anadolu’da gelenek ve modernliğin ilginç bireşiminde yeni sınıfların yükselişi, eğitimin yayınlaşması dinle barışık yeni bir aydın sınıfı doğurmuştur. Özellikle Batılı eleştirel okullarına bağ kuran, dinî kaynakların tarihsel seyrini takip eden, İslam’a bakışlarında küresel bir kuşatıcılığı esas alan, yerelin içine gömülmeyen bu yeni aydın sınıf, donamını, repertuarı, eserleri itibariyle dine mesafeli hatta karşıt durumdaki eski aydınlara nispetle çok daha başat bir konuma yüksel-mişlerdir. Bu duruma ilişkin birçok kanıt ortadadır. Fakat tüm bunların ötesinde çok önemli bir husus şudur Yetmişlere kadar Türkiye’de "aydın" denildiğinde aydın halk ikiliğine çok fazla vurgu yapılır, onun topluma yabancılığı üzerine sürekli toplantılar düzenlenir, bu kesime karşı ciddi bir hoşnutsuzluk dile getirilirdi. Üstelik bütün bunlar kendisine coşkun bir toplumsal destek bulurdu. Bugün bu tür tartışmaların yapılmadığını, aydın denildiğinde toplumla derin bağlan olan kesimlerin daha baskın bir şekilde hatırlandığını görüyoruz. Aydının "daha yerli" hale gelişinde, bu topraklarla anlamlı bağlar kurmasında halkla "millet’le, tarihle nihayet dinle olan pozitif ilişkisinin çok önemli payı vardır.