Makale

İhya, tecdit ve ıslah: İhmal edilen asli roller

İhya, tecdit ve ıslah: İhmal edilen asli roller

Yrd. Doç. Dr. Necdet Subaşı
Strateji Geliştirme Başkanı

Bir din olarak İslam’ı içinde yaşanılan zamanın ruhuna uygun bir şekilde yeni bir okumaya tabi tutma fikriyatı yaklaşık iki asra yayılan bir geçmişe sahiptir. Bu fikriyatta, özünde Müslüman kültürünün sahip olduğu siyasi ve entelektüel müktesebat bir yük olarak görülmekte, mevcut problemlerin aşılması için “modern” yöntemlere ilgi duyulmaktadır.

Müslüman dünyanın kendi dışındaki inanç ve kültürlerle karşılaşma alanları hemen her yüzyılda farklı formlarda gerçekleşmiştir. Bu karşılaşmaların çoklukla bir hesaplaşma, yüzleşme ve zaman zaman da komplekse kapılma şeklinde gerçekleşmesi bir 19. yüzyıl gerçeğidir. Fetihler, fikrî alışverişler, Batı felsefesiyle temas kurulması vs. gibi yoğun bir ilişkisellik içinde ortaya çıkan buluşma zeminleri İslam toplumunun kendi özgüveni içinde her zaman birer genişleme alanı olarak görülmüştür. Gerçekten de gerek fetihler gerekse felsefi ve siyasi diyaloglar, Müslüman irfan ve kültürünün sınırlarını genişletme ve evrensellik iddiasını temellendirme konusunda her zaman “rahmet” olarak değerlendirilebilecek yeni fırsat alanları oluşturmuştur.

Tarihsel açıdan İslam toplumu değişik vesilelerle yaşadığı daralma, gerilme ve genişleme süreçlerinde her zaman yeni durumların yüklediği gerçekliği kavrama ve bu gerçekliği kendi tahayyülüne eklemleme konusunda şaşırtıcı bir performansa sahip olmuştur. Bugün dünyanın hemen her tarafında temel sabiteler etrafında bütünleşmeyi başarmış olmakla birlikte oldukça çeşitlenmiş bir kültürel temsilin başka bir izahı bulunmamaktadır. Bu bağlamda Arap, Fars, Türk ya da Berberi dünyası örneğinde açıkça görüleceği gibi İslam’ın hem tüm etnik ve kültürel kimliklerle biraradalığı hem de bütün bu çeşitliliği temel ve ortak sabiteler etrafında yeniden şekillendiren gücünü doğru anlamak gerekir.

Bu bağlamda hemen her Müslüman, İslam’ın kuşatıcılığından, yeterlilik ve bütün zaman ve mekânlarda kendine sağlam bir vasat oluşturma gücüne sahip olduğundan emindir. İslam’ın hiçbir şekilde verili hayatın gerisinde kalmadığı gerçeği Müslüman geleneğini tahkim eden güçlü bir güven duygusu sunmaktadır.

Buna karşılık Batı’yla ilişkilerde ortaya çıkan gerilim, başından beri gündelik hayat ve siyaset kültürünün ana bileşenleri arasında yer alan İslam’ın sömürgeci pratikler marifetiyle gözden düşürülmesine yol açmıştır. Nitekim bu yöndeki düzenleme ve pratiklerin ortaya çıkardığı hafıza kaybı ve dinî temsil makamlarında gözlenen çözülme, İslam’ın siyasal ve toplumsal meşruiyetinin sorgulanmasına yol açmıştır. Bu bağlamda ortaya atılan sorular çoklukla Batı müfredatının ürünüydü ve Müslüman dünyası bu soruların çoğuna ancak aynı paradigmatik kabullerden beslenen aydınlar aracılığıyla cevap bulmak zorunda kalmıştır.

Sömürgeci-oryantalist tahayyülün girdabında tam bir acziyet içinde kendi kültürlerine korunaklı bir yer açmaya çalışan yeni kuşak aydınlar, ulemanın görece geri çekilmesine ve dinî otoritenin misyon daralmasına paralel olarak yenilgi, kayıp ve travmalarla eşleşen durağanlığının nasıl aşılabileceği konusunda birbirinden farklı pek çok siyasetle bir yol arayışı içine girdiler.

Öte yandan yeni birer dünya görüşü olarak dinlerin yerine kaim edilmeye çalışılan ideolojiler de hayatın tüm alanlarında dinlerin bilinen misyonlarını “ele geçirerek” seküler bir hayat çerçevesi sunmaya çalışmaktadırlar. Bu çıkış ve ataklar karşısında kimi dinî söylemler de dinin ideolojik bir şekilde yorumlanması konusunda şaşırtıcı bir heves ve ilgiye sahip olmuşlardır.

Bu arayışlar içinde Müslüman geleneğinin gözden geçirilip ayıklanmasını öneren söylemler etkili olmuştur. Bir tür reformasyon olarak da değerlendirilebilecek bu söylemin proje boyutu oldukça ağır maliyetler üretmiştir. Modern dünya gereklilikleri içinde İslam’ın yeniden biçimlendirilmesinden, onu yeni zamanların ruhuna uygun bir şekilde okuma gerekliliğine kadar pek çok noktada kendine zihni bir karşılık bulan bu ameliyeler geleneğin kudretli kavramlarını da süreç içinde kendi siyasetlerine alet etme konusunda hiçbir sınır tanımamışlardır. Tecdit, ihya ve ıslah bu anlamda modern reformasyon arzusunu derinleştirmek için kullanılan kullanışlı birer kavramsal set olarak seferber edilmiştir. Bu bağlamda atılan adımlar arasında bilumum ağırlıkların atılması, Batı’nın baskın değerleri karşısında kompleks yaratan bazı kabullerin terk edilmesi, Müslüman kültürüne nüfuz etmiş bazı temel değerlerin gözden düşürülmesi yer almaktadır.
Hiç kuşkusuz tecdit, ihya ve ıslah kavramları İslam’ın evrensellik vurgusunu bir iddiayla sınırlı tutmayan aksine bu iddiayı tahkim eden anahtar kavramlar arasında yer almaktadır. Ulemanın Müslüman toplumundaki bilinen yeri ve ağırlığı, dinin gündelik hayatın akışındaki belirleyiciliği, asrın ruhunun yakalanması ve daha genel anlamda mevcut paradigmalarla eşzamanlılık gücüne sahip olmasında etkili olmuştur. Bu çerçevede Müslüman geleneğinde peygamberlerin varisleri olarak kabul gören ulema, İslam’ın yeni zamanlarla uyumundan çok, yeni zamanları tanzim eden değerlerle yüzleşme cesaretini her zaman gösterebilmesi nedeniyle, bütün bu dikkatlerini bir ibadet mantığı içinde sürdürmeleriyle her zaman yüksek bir bilinç kadrosu olarak değerlendirilmiştir.

Bugün İslam reformasyonu başlığı altında ithal sorulara ithal cevaplar vererek dinî gerçekliğin tarihsel akışına mesafeli duran aydınların bile Müslüman kamuoyuyla açık bir şekilde paylaşamadıkları projelerinin son tahlilde ihya, tecdit ve ıslah kavramlarını devreye sokarak ancak tamamlanabildiğini gözlemlemek, gerçekte bu terminolojinin devasa ağırlığı ve gücü hakkında bilgi vermektedir.

İslam’ın çağdaş yorumlarında geleneksel bilgi ve tecrübe genellikle ihmal edilmekte, modern ve seküler tezlere itirazın açıkça göze alındığı ender durumlarda bile temel sabitelerle çok az temas kurulabilmektedir. Bu şizofrenik durum her şeyden önce İslam’ın mevcut bakiyesini yeterli düzeyde takdir edemeyen bir yaklaşımın sonucudur. Müslüman kültürünün belli başlı boyutlarını öteden beri bir yük olarak görmeye açık bu tasavvur, son tahlilde İslam’ın yeni açılımlarını ortaya koymaya kalkıştığı her seferinde tarih ve gerçeklik karşısında paradoks yaşamaktadır.

Görünürde ihya, tecdit ve ıslah kavramlarını seferber etmekle beraber son tahlilde dinin hali hazırdaki sosyo-politik açmazlarına daha fazla odaklanan ve geleneksel bakiyenin yeni bir düzenlemeye tabi kılınmasını önceleyen bu problematik gerçekte reformcu söylemin örtük stratejilerinin esaslı bir parçası olarak görülmelidir.

Canlanma, yenilenme ve düzeltme talebinin dinî sorumluluk olarak va’z edildiği bir tasavvur dünyasında bugün bu sorumluluğu kimlerin deruhte edeceği elbette dinamik bir merak konusudur. Durağanlığı yeni bir coşkuyla aşmak gerekir. Müslüman gerçekliğine sirayet etmiş zayıflatıcı tercihler, argüman ve eylemlerin artık geleneği dışarıda bırakmayan bir duyarlılık içinde ele alınıp sorgulanması gerekir. Bu da her şeyden önce güçlü bir aidiyeti, derin bilgilenme arzusunu ve sağlam bir dünya bilgisini zorunlu kılmaktadır. Ne var ki bütün bu hissiyatın her zaman takvayı önceleyen bir hassasiyet olmaksızın din katında başarı kazanması mümkün değildir.

Tecdit, ihya ve ıslahın sekülerleştirici bir niyetin himayesi altında kullanıma açık hale getirilmesi her zaman endişe vericidir. Bu bağlamda ulemaya düşen epeyce zamandır ihmal edilen bu role yeniden sahip çıkmaktır.