Makale

Zemîne bâd-ı hevâdan çok akçe düşdi yine Pür itdi dâmen-i sahrâyı toldı ceyb-i cibâl

Berceste Beyitler

Zemîne bâd-ı hevâdan çok akçe düşdi yine
Pür itdi dâmen-i sahrâyı toldı ceyb-i cibâl
Bâkî

(Yine bâd-ı havadan yeryüzüne çok akçe düştü; akçeler, ovanın eteklerini ve dağların ceplerini doldurdu.)

Vedat Ali Tok

Kar, kış şüphesiz ki her insan için farklı çağrışımlar uyandırır. Doğuda, soğuk bölgelerde çiledir kış. Hele şehre uzak ve yolu beli olmayan köylerde kış mevsiminde hekimlik bir hasta olmak herhalde insan hayatının en unutulmaz dramlarından biridir. Odun, kömür alamayan aileler için kış, çetin mücadele gerektirir tabiatla.

Kar, Batı’da, sıcak bölgelerde çeşnilik bir tabiat manzarasından öteye gitmez.

Divan şiirinde bahara, çiçeklere, güllere, bağlara, bahçelere dair çok sayıda şiir yazılırken kışa dair ruhu okşayan şiirlere rastlamıyoruz. Bu durumu şöyle izah edebiliriz. Bugün önemli saydığımız birçok Divan şairinin muhiti durumunda bulunan İstanbul’da kış çok şiddetli geçen bir mevsim değildir. Dolayısıyla kış mevsimi şairleri çok etkiledi diyemeyiz. Kaldı ki onlar kışın en sert zamanında bile bir fırsatını bulup kendilerini sıcak bir ortama atıvermesini bilmiş insanlardır.

Osmanlı’nın sosyal yapısında insanlar, çok şiddetli soğuklarda hayatı durdurmasını biliyorlardı. Bırakın çocukları büyükler bile kış günlerinde ve kışın uzun gecelerinde kendilerine bir eğlence buluyor; çoğu zaman kış mevsimini bir eğitim zamanı olarak da değerlendirebiliyorlardı.

Öte yandan kış, Divan şairleri için durup dinlenme ve kendini dinleme mevsimi olarak da karşımıza çıkmaktadır. Kış mevsimi şair için güç toplama ve bahara dair plan yapma zamanıdır.

Kış mevsimi Divan şairleri için yaşadıkları dönem itibarıyla da farklı değerlendirilmiştir. 16. asır, Osmanlının her bakımdan zirvede olduğu bir zamandır. Zamanın sultan-ı şuarası (şairler sultanı) Bâkî, Osmanlı devletinin bu güçlü hâlini zaman zaman şiirlerine de ustalıkla yansıtmıştır. İçinde bir sonbahar tasviri, bir dervişlik adabının açıklaması ve bir de Osmanlı devletinin zenginliğini gizleyen gazelinde diyordu ki:
Eşcâr-ı bâğ hırka-ı tecrîde girdiler
Bâd-ı hazân çemende el aldı çenârdan
Her yaneden ayağına altun akup gelir
Eşcâr-ı bağ himmet umar cûy-bârdan

İlk beyitteki sonbahar manzarası şöyle: Bahçedeki ağaçlar yapraklarından soyundular, ağaçların yaprakları döküldü. Güz rüzgârı bahçedeki çınar ağacının tıpkı ele benzeyen yapraklarını da döktü. Beyitte bazı anahtar kelimeler Bâkî’nin sadece bir sonbahar tasviri yapmadığını gösteriyor. Hırka-i tecrîd, dervişlik yoluna girenin üzerindeki maddî ve gösterişli eşyadan uzaklaşmasını ifade eder. El almak ise yine tasavvufî bir ıstılahtır.

İkinci beyitte görünen anlam şöyle: Bir sonbahar mevsiminde ırmakların üzerine düşmüş güz yaprakları bahçedeki ağaçların köklerine doğru akıp gelmektedir. Yapraklar ağaçların ayağına ulaşabilmek için ırmak sularından yardım istemektedir.

Güz tasviriyle kalmıyor Bâkî, hazan mevsimine dair özellikleri anlatmanın yanında 16. yüzyıldaki Osmanlı devletini de tasvir ediyor. Şair, Osmanlı devletinin himayesinde olan devletlerin, Osmanlının hazinesine vergi vermek durumunda olduklarına dikkat çekiyor.

Ağaç ve bir önceki beyitte geçen çınar Osmanlı devletini temsil etmektedir. Şair muhayyilesi çevre devletlerden gelen bu vergilerle yani altınlarla sarı yapraklar arasında bir ilgi kuruyor. Sararmış güz yaprakları ırmak vasıtasıyla ağaçların diplerine nasıl akıp geliyorsa Osmanlının ayağına da o şekilde altınlar gelmektedir. Yalnız, altınların Osmanlı devletinin hazinesine ulaşabilmesi için bir aracıya ihtiyacı vardır; o da ırmak kelimesi ile sembolize edilen yabancı elçilerdir.

Bâkî, Osmanlı Devletine çeşitli ülkelerden gelen vergileri, hediyeleri kastediyordu bu sonbahar tasvirinin derununda. Kışı tasvir ederken de benzer bir teşbihe başvuruyor:

Zemîne bâd-ı hevâdan çok akçe düşdi yine
Pür itdi dâmen-i sahrâyı toldı ceyb-i cibâl

Yine bâd-ı havadan yeryüzüne çok akçe düştü; ovanın eteklerini ve dağların ceplerini doldurdu.

Zaman, Avrupa’nın Muhteşem sıfatıyla andığı Kanunî Sultan Süleyman dönemidir. Bu defa gelenler arasında hiç de azımsanmayacak gümüş akçeler de vardır. Üstelik gelen de önceden yapılan çetin savaşlardan sonra vergiye bağlanmış devletlerden, bâd-ı hevadan yani bedavadan, her defasında mücadele gerektirmeden gelmektedir.

Kar yağışı o denli şiddetlidir ki gökten inen kar taneleri ile göz gözü görmemektedir. Yağan karla ovanın etekleri, dağların cepleri/gedikleri tamamen dolmuştur.

Şair, sonbahar tasvirinde olduğu gibi zekâ ve söz oyunlarını burada da devam ettirmektedir. Mesela bâd-ı hevâ kelimesi hem havadan/gökyüzünden hem de bedavadan anlamında kullanılıyor. Akçe kelimesi ile hem gümüş hem de kar taneleri kastedilmiştir. Dâmen-i sahra, ova eteği anlamının yanı sıra devlet hazinesi anlamında kullanılmış ve dağ heybeti taşıyan Osmanlı Devleti de dağ benzetmesiyle çıkmış karşımıza. Dağın gedik kalan kısımları cebe benzetilmiş. Buralar dahi karla dolmuş yani gümüş akçelerle zenginliğine zenginlik katılmıştır.

Görüldüğü gibi Muhteşem Süleyman’ın ihtişamlı şairi Bâkî, bize kıştan haber verirken beytin derununa Osmanlı devletinin tarihinden kayıtlar düşmeyi de ihmal etmemiştir. Netice olarak şunu söyleyebiliriz. Gerçek sanatkâr için olaylar, mekânlar ve zamanlar normal değildir. Onların bakış açılarında farklılık ve estetik değer daima ön planda olmuştur. Hele Divan şairleri için bu durum daha da farklıdır. Onlar yazdıkları bir beyte, bir mısraa aynı zamanda şifre bilgiler de eklemeyi asla ihmal etmemişlerdir.