Makale

İyiliği Emretmek ve Kötülükten Sakındırmak (El Emru Bil Ma'ruf ve nnehyu Anil Münker)

İYİLİĞİ EMRETMEK VE KÖTÜLÜKTEN SAKINDIRMAK
(EL-EMRU Bİ’L-MA’RUF VE’N-NEHYU ANİ’L-MÜNKER) PRENSİBİ ÜZERİNE BİR İNCELEME

Selim ÖZARSLAN *

Özet:
el-Emru bi’l-ma’ruf ve’n-nehyu ani’l-münker, yani; iyiliği emretmek ve kötülüklerden sakındırmak Kur’anî bir kavramdır. Gerekliliği diğer bir de-yişle vücûbiyeti, Kitap, Sünnet ve icmâ ile sabittir. Bazı İslâm bilginlerince her Müslüman, iyiliğe teşvik ve kötülükten sakındırma göreviyle yükümlü tutulurken, İslâm alimlerinin çoğunluğu özellikle de Ehl-i sünnet kelâmcıla-rına göre toplumda fitne, anarşi ve kaosa neden olmamak için Müslüman-ların tamamı değil, bu görevi yerine getirebilecek donanıma sahip mümin bireylerden oluşan gruplar (kurum ve kuruluşlar) bu vazifeyle yükümlü tu-tulmuşlardır.
İyiliği emir ve kötülükten sakındırma yükümlülüğü, ma’ruf ve münke-rin bilinmemesi, kötülüğün işlendiği yerde bulunulmaması, daha büyük bir zarara neden olma durumu ve bu ilkenin yerine getirilmesi durumunda ma-la ve cana zarar gelmesi ihtimalinin bulunması gibi durumlarda bireylerden düşeceği kabul edilmiştir. Yaşanan birey ve toplum hayatının anlamlan-masına katkıda bulunduğundan bu Kur’anî ilke, her zaman olduğu gibi bugün de önemini korumaya devam etmektedir.
Anahtar Kelimeler:
Emir, Nehiy, Ma’ruf, Münker, Kur’an

A Research on Principle al-Amr bi’l-Ma’ruf we’n-Nahy ani’l-Munkar
Abstract:
al-Amr bi’l-Ma‘ruf we’n-Nahy ani’l-Munkar is a Qur’anic notion. Obli-gation of it is definite with the Holy Qur’an, Sunnah and consensus of Is-lam scholars. According to some Muslim scholars obliged to all muslims with al-amr bi’l-ma’ruf we’n-nehy ani’l-Munkar. But according to many Muslim scholar especially Ahl-i Sunnah theologians obliged to some mus-lim and establishment, because of will not happen instigation, anarchy, di-sorder in the society.
This duty fall down from the Muslim in this condition: Being unknown ma‘ruf and munkar, there is probability to hurt person and to be damaged and so on. This Qur’anic principle contributes to give meaning to person and social life.
Key Words:
Amr, Nahy, Ma’ruf, Munkar, The Holy Qur’an

1- Giriş:
Kur’anî bir kavram olan el-Emru bi’l-ma’ruf ve’n-nehyu ani’l-münker ya-ni iyiliği emretmek ve kötülüklerden uzaklaştırmak ya da sakındırmak prensi-bi, özelde birey olarak bütün Müslümanları, genelde kitle olarak bütün Müs-lüman toplum, millet ve devletleri ilgilendiren bir yükümlülüktür. Bu Kur’anî ilkenin benimsenip kabulü hususunda Müslüman kelâmcıları ya da İslâm kelâm ekolleri arasında bir uzlaşmazlık söz konusu değildir. Yani iyiliğe teş-vik ve kötülükten sakındırmanın inananlar üzerine bir borç olduğunda İslâm düşünür ve kelamcılarının büyük çoğunluğu ve bütün Müslümanlar hemfikir-dir. Ancak Şia’nın İmamiye fırkası bu hükmü kayıp (gaib) olan imamın zuhu-runa bağlamışlarsa da onların bu görüşü, İslâm toplumunun icmâsına halel ge-tirecek bir nitelikte bulunmamıştır. Bu konudaki uzlaşmazlık / ihtilâf, iyinin (ma’ruf) ve kötünün (münker) ne olduğu veya nasıl bileneceği, bir de bu ilke-lerin fert fert bütün Müslümanlar tarafından mı yoksa Müslümanlar arasından belirlenmiş bir grup ya da kurum tarafından mı uygulanıp tatbikata konulacağı hususlarında ortaya çıkmaktadır. Kimi kelâmcılara göre aklın kötü olarak bil-diği şey kötüdür, kimilerine göre de aklın değil, naklin kötü olarak betimledi-ği şey kötüdür. Mu’tezile kelâmcılarının önde gelenlerinden Ebû Ali el-Cübbaî (ö. 303/915)’ye göre, iyiliğe teşvik, kötülükten sakındırma hem akıl hem de nakille bilinirken, Ebû Hâşim el-Cübbaî (ö. 321/933)’ye göre ise, biri-sinin başkasına zulüm etmesi ve o kişinin de bundan zarara uğraması halinde, zulüm yapanı yaptığı işten men etmesi ve nefsine ulaşan zararı gidermeyi is-temesi durumu hariç nakille bilinir. Mutezile’nin son büyük kelâmcılarından Kâdî Abdülcebbâr el- Hemedânî (ö. 415/1024) de Ebû Hâşim el-Cübbaî’nin görüşüne katılarak, mezhebin sahih-isabetli görüşünün de bu olduğunu belirt-mektedir.
Ele aldığımız konunun daha belirgin bir şekilde zihinlerde yer bulması için öncelikle emir ve nehiy, ma’ruf ve münker kavramlarından ne anlaşılması ge-rektiğini belirtmemiz yerinde olur kanaatindeyiz.
Emir (Emr) kelimesi sözlükte birbirinden farklı iki anlamda kullanılmıştır. Birincisi nehyin zıttı olarak ma’ruf olan “bir işin yapılmasını istemek”tir. Ço-ğulu evâmir’dir. İkinci anlamı ise “iş, olay, hadise”dir. Çoğulu umûr’dur. Sözlükte “vazgeçirmek, sakındırmak, menetmek, azarlamak, ulaşmak, sonuna varmak, bitirmek” anlamlarına gelen nehiy kelimesi emrin zıttı olarak “bir şe-yin yapılmasını yasaklamak”tır.
Emir, bireyin kendisinden rütbe ve statü bakımından daha alt konumda olan birisine “şunu yap” demesidir. “Şunu yap” diyene yani işin yapılmasını isteyene âmir, işi yapması istenen kimseye me’mûr, yapılması istenen işe de me’mûrun- bih denilir. Nehiy ise bireyin kendisinden rütbe ve statü bakımın-dan daha alt konumda olan birisine “şunu yapma” demesidir. Bu manada em-rin zıddıdır.
Sözlükte “bilmek, tanımak ve düşünerek bir şeyi idrak etmek, kavramak” anlamındaki irfân kökünden türemiş olan ma’rûf kelimesi “bilinen, tanınan ve hoşlanılan şey” manasına gelmektedir. Nefsin hayırlı ve iyi olarak bildiği, onunla huzura kavuştuğu her şey”e de ma’ruf denilmektedir. “Bir şeyi bil-memek, bir şeyin zor ve sıkıntılı olması” gibi anlamları barındıran nükür veya nekâret kökünden türeyen münker ise, benimsenmeyen, tasvip edilmeyen, ya-dırganan ve çirkin bulunan ve sıkıntı duyulan şey” demektir.
Yapanın (Fail) güzel, iyi ve doğru olduğunu bildiği veya güzel, iyi ve doğ-ruya delalet ettiğini bildiği bütün eylemler (fiiller) ma’ruf olarak tanımlanır-ken, yapanın kötü ve çirkin olduğunu bildiği veya kötülüğe, çirkinliğe ve fe-nalığa delalet ettiğini bildiği bütün fiil ve eylemler de münker olarak tarif edilmektedir. Ayrıca münker, ma’rufun zıttı olarak “dinen kötü bulunan, ya-saklanan (haram kılınan) ve çirkin bulunup yadırganan her şey” manasında kullanılmış bir kavramdır. Ehl-i Sünnet kelâmcısı ve terimler sözlüğü yazarı Seyyid Şerif Cürcânî (ö. 816/1413) ise “dinde iyi ve güzel bulunan her şey”i ma’ruf, “Allah’ın rızasının bulunmadığı söz ya da fiili” de münker olarak tanımlamaktadır. Râğıb el- İsfehânî (ö. 502/1108)’ye göre ise ma’ruf, akıl ve dinin iyi olarak nitelediği bütün fiilleri ifade eden isim olurken, münker de yine akıl ve dinin benimsemeyip, yadırgadığı ve çirkin bulduğu şeyin ismi-dir. Çağdaş İslâm bilginlerinden ve Kur’an yorumcularından olan Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır (d.1878-ö.1942) da “İslâm’ın gereği olan Allah’a it-aat ve ibadeti” maruf, “İslâm’ın gereğine aykırı olan Allah’a isyan ve günahı” da münker olarak betimlemektedir.
Yapılan tanımlardan da anlaşılabileceği gibi kelâmcılar ma’ruf ve münke-rin tespitinde gelenek ve göreneklerden daha çok akıl ve din ölçüsünü kendile-rine kriter yapmışlardır. Bu noktada Mu’tezilî alimlerin çoğunluğu husun ve kubuh anlayışlarının tabii bir sonucu olarak aklın iyi kabul ettiği fiilleri ma’ruf, kötü olarak nitelediği fiilleri de münker olarak sayarken, genelde Ehl-i sünnet kelâmcıları özelde ise Eş’arîler akıldan çok nakli esas almışlar, ma’rufu “dinin iyi ve güzel bulduğu her şey”, münkeri de “Allah’ın hoşnutlu-ğunun bulunmadığı söz ve fiil” olarak tanımlamışlardır. Matürîdiler ise fiil-lerin iyi veya kötü oluşunun akıl yoluyla idrak edilip, bilinebileceğini kabul ettiklerinden bu konuda Mu’tezile’nin görüşüne daha yakın bir anlayışın sa-hipleri olmuşlardır. Onlara göre akıl, bilgi/ilim ve bilgisizliğin, yetkin-lik/kemal ve eksiklik/naks anlamında, iyi ve kötü olduğunu kavrayabildiği gibi adaletin iyiliğini, zulmün de kötülüğünü idrak edebilir.
Kâdî Abdülcebbâr el- Hemedânî, söz konusu ma’ruf ve münker tanımla-rından hareketle, kadîm olan Allah’ın fiillerine ma’ruf ya da münker denile-meyeceğini, çünkü Allah’ın fiillerinin iyiliğinin ya da kötülüğünün bilineme-yeceğini veya bunlara (iyiye ve kötüye) delâlet ettiğinin bilinemeyeceğini kaydeder. Ona göre, fiilin kötülüğü bilinemeyeceğinden dolayı, şayet Al-lah’tan kötü bir fiil meydana gelse bile ona münker denilemez. Bu düşünce biçiminden olsa gerek Mu’tezile kelâmcıları Allah’ın kötüyü de yaratmayacağı kanaatine sahip olmuşlardır.
2- İyiliğe Teşvik ve Kötülükten Sakındırmanın Gerekliliği
İslâm kelâmcıları özellikle de Mu’tezile kelâmcılarından Kâdî Abdül-cebbâr, el-Emru bi’l-Ma’ruf ve’n-Nehyu ani’l-Münker’in dinen gerekliliğine sırasıyla Kitap, Sünnet ve icmâa’nın delâlet ettiğini belirtmektedirler.
İyiliğe teşvik, kötülükten sakındırmanın Kitap (Kur’an)daki delili Yüce Allah’ın şu sözleridir: “Siz, insanlığın iyiliği için ortaya çıkarılmış en ha-yırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten meneder ve Allah’a inanır-sınız.” Burada yüce Allah iyiliği emredip kötülüklerden sakındırdıkları için Müslümanları övmektedir. Şayet emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker ge-reklilik (vücûb) ifade eden iyiliklerden olmasaydı, Allah Müslümanları bu davranışlarından ötürü övmeye layık bulmazdı.
Bir başka Kur’anî delil de Hz.Lokman’ın hikayesini anlatan “Yavrucu-ğum! Namazı dosdoğru kıl, iyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış, başına gelenlere sabret.” ayetidir.
Kur’an-ı Kerim’de bu ayetlerden başka aynı kalıp içerisinde ma’rufu em-reden, münkeri de yasaklayan yedi tane daha ayet vardır ki, yukarıdakilerle birlikte tamamı dokuzu bulmaktadır.
İyiliği emir ve kötülükten sakındırmanın sünnetteki delili ise Hz. Peygam-ber’in (sav) “Allah’a isyan edildiğini gören bir göz için, isyanı değiştirinceye veya onu değiştiremeyip oradan ayrılıncaya kadar kendisine bir günah yok-tur.” sözüdür.
İcmâadan delil ise iyiliği emir ve kötülükten uzaklaştırmanın gerekliliği hususunda bir ihtilaf ve uzlaşmazlığın bulunmamasıdır. Bütün İslâm ümmeti (İslâm bilgin ve müçtehitleri) bu İslâmî emir üzerinde birleşmişler ve anlaş-maya varmışlardır.
İslâm kelâm düşüncesinin Mu’tezilî yorumuna göre “el-emru bi’l-ma’ruf” yani iyiliği emretmekten kasdolunan şey iyililiği kaybetmemektir. Buna mu-kabil ve’n-nehyu ani’l-münker yani kötülükten sakındırmaktan amaçlanan ise kötülüğün ortaya çıkmasına imkan vermemektir. Bu gayeye kolay bir yolla ulaşılabildiği takdirde ondan vazgeçerek daha zor olanına yönelmek doğru bir tarz olarak kabul edilmemiştir. Akıl da nakil de bunun böyle olduğunu bilir ve kabul eder. Naklî yoldan buna şu ayet de işaret etmektedir: “Eğer mümin-lerden iki grup birbirleriyle savaşırlarsa aralarını düzeltin. Şayet biri ötekine saldırırsa Allah’ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın.” Yüce Allah bu ayette öncelikle tarafların arasının düzeltilmesini, şayet bu gaye hasıl olmazsa onlarla savaşılmasını öngörmüştür. Bu da iyiliğe teşvik ve kötülükten vazgeçirme yönteminin kolaydan zora doğru bir yol izle-diğini göstermektedir.
3- İyiliğe Teşvik ve Kötülükten Sakındırma Yükümlülüğünün Şartları
Emr-i bi’l-Ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker yapmanın kendisine özgü şartla-rı bulunmaktadır ki, bu koşulların oluşması halinde iyiliğe teşvik ve kötülük-ten sakındırmak mümin bireyler üzerine vacip olur; söz konusu şartların yok-luğu durumunda ise bireyler üzerindeki vaciplik düşer.
1- Emredilenin iyi/ma’ruf, nehyedilenin (yasaklananın) kötü/ münker ol-duğunun kesin olarak bilinmesi gerekir. Bunlar kesin olarak bilinmediği tak-dirde kötünün emredilip, iyinin yasaklanmasından emin olunamaz. Böyle bir durum ise kabul edilemez. Yani bu konuda galip zan, ilim ifade edemez. O halde iyiliğe teşvik ve kötülükten sakındıracak olan kişinin neyin iyi, neyin de kötü olduğunu gayet iyi bilmesi gereklidir.
2- Söz konusu kötülüğün mevcut olduğunun bilinmesi, yani bu sakındırma görevini yerine getirecek kimsenin kötülüğün işleneceği yeri görmüş olması gerekir.
3- Emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker yapmanın daha büyük bir za-rara sebep olmayacağının bilinmesi gerekir. Böyle bir durumda kötülükten menetmek vacip olmadığı gibi uygun bir davranış (hasen) olarak da görülme-miştir.
4- Emir ve nehiy konusunda sözün tesirinin kesin ya da galip zan ile bi-linmesi gerekir. Aksi takdirde yani sözün tesirinin kesin olarak veya zann-ı ga-liple bilinmemesi durumunda iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak gerek-li/vacip değildir. Sözün tesirinin olmayacağı bilindiği halde yine de yararı olup olmayacağı hususunda da birbirinden farklı iki görüş bulunmaktadır. Bunlardan ilkine göre bu söz başkalarını dine davet sayılacağından iyi ve güzel kabul edilmiştir. İkincilere göre ise boş ve faydasız olduğundan kötüdür.
5- Bu ilkenin yani emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker’in yerine geti-rilmesi durumunda malına ve canına karşı herhangi bir zarara neden olmaya-cağının kesin yada galip zan ile bilinmesi gerekir. Bu şart konusunda bir takım ihtilaflar bulunmaktadır. Sövme ve dövme eylemi kişinin durumuna tesir et-meyecekse, bu kişiden emir ve nehiy görevi düşmez. Ancak böyle bir fiil, bu şekilde bir muameleye maruz kalan bireyin durumunu etkiler ve onun sosyal statüsüne ve mertebesine halel getirecek olursa bu şahsa bu ilkeyi uygulamak gerekli görülmemiştir. Ancak dinin yücelmesi için küçük düşme zorluğuna katlanan bireyin bu tavrını makbul ve güzel bir iş olarak değerlendirenler de olmuştur. Böyle bir tavır söz konusu yarardan da yoksunsa iyi ve güzel bu-lunmamıştır.
Mu’tezile kelâmcısı Kâdî Abdülcebbar söz konusu bu şartla ilgili olarak Hz. Hüseyin’in Allah’ın dinini yüceltmek için emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münkerden kaçınmadığından övgüyle bahsetmektedir. Hz. Hüseyin Al-lah’ın dininin yücelmesi için başına gelen musibetlere sabretmiş, hatta öldürü-lünceye kadar, iyiliği emredip, kötülükten sakındırma görevinden vazgeçme-miştir. Mu’tezilî kelâmcı Hz. Hüseyin’in bu tavrıyla diğer milletlere karşı övündüğünü de eserinde belirtmekten kendisini alıkoyamamıştır.
Emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker yani iyiliği emretmek ile kötü-lükten uzaklaştırmanın nasıl olacağı, bu yükümlülüklerin nasıl uygulanacağı hususunda farklılıklar söz konusu olmuştur. Yani söz konusu ilahî görevleri yerine getirirken mesela, iyiliği emretmek için farklı bir yöntem, kötülükten vazgeçirmek için de farklı bir yöntem takip edilmesi öngörülmüştür. Buna gö-re, iyiliğe teşvik etmek yani emr-i bi’l-maruf yapmak sadece emirle olmakta-dır. İyiliğe teşvik edenin emirden başka bir yaptırım gücü yoktur, buna hakkı da yoktur. Bu bağlamda iyiliği emretmek niyeti ile de olsa hiçbir kimsenin başkalarının gizli hallerini araştırıp inceleme, kötü de olsa gizliliklerini soruş-turma ve onları ortaya çıkarıp ifşa etme hak ve yetkisi bulunmamaktadır. An-cak neyh-i ani’l-münker yani kötülükten uzaklaştırmak bundan farklıdır. Kö-tülükten nehyetmenin şartları oluştuğu zaman mutlak nehiy yeterli bulunma-mış, kötülükten tamamen uzaklaştırılması gereği vurgulanmıştır. Yani bir kötülüğü yapan görüldüğünde ona sadece “bu kötülüğü yapma” demek yeterli görülmemiş, imkanlar ölçüsünde bu kötülüğe engel olunması lüzumlu görül-müştür.
İslâm âlimlerinin kötülüğü önlemeye yönelik olarak uyguladığı tedricî ted-birlerin, Hz. Peygamber’in konuyla ilgili şu sözüne dayandırıldığı kuvvetle muhtemeldir: “Sizden kim kötü ve çirkin bir iş görürse onu eliyle düzeltsin; eğer buna gücü yetmiyorsa diliyle düzeltsin; buna da gücü yetmezse, kalben karşı koysun. Ancak bu imanın en zayıf derecesidir.”
4- Emre ve Nehye Konu Olan Ma’ruf ve Münker Çeşitleri
Ehl-i sünnet ve Mu’tezile kelâmcıları iyiliği teşvik ve kötülükten sakındır-manın mutlak manada gerekli olduğunda hemfikir olmakla birlikte her türlü iyiliğin (ma’rufun) emredilmesini gerekli görmemişlerdir. Çünkü ma’ruf, (iyi ve güzel olan, hoşlanılan) yapılması gerekli olan (vâcip) ve yapılması tavsiye edilen (mendup /nafile) olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır.
Yapılması gerekli olan ma’rufu emir vacip, yapılması tavsiye edilen maru-fu emir ise menduptur, vacip değildir. Çünkü prensipte emrin hükmü emre konu olan marufun hükmünden daha üstün veya kuvvetli olamaz. Buna göre nafile olan bir ma’rufu emretmek, nafileden daha üstün bir sıfat olan vaciplik hükmünü alamaz.
Ma’rufun aksine münkerler (kötülükler), kelamcılar tarafından bir bütün olarak değerlendirilmiş ve hepsinden kaçınılması gerekli görülmüştür. Çün-kü menhiyatın yapılması kötüdür. Kötülük ise nehyedilenlerin tamamında bu-lunmaktadır. Menhiyat da kötülüğü mükellefe özgü olanlar ve onun dışında kalanlar olmak üzere ikiye ayrılır. Mükellefe özgü olan kötülükler ise hesaba katmaya değer münkerler ve hesaba katmaya değmeyecek münkerler olarak sınıflandırılır. Hesaba katılan kötülüklerden kaçındırmak aklen ve naklen va-ciptir, gereklidir. Çünkü akıl yönü, insanı zararlı olan kötülüklerden korur. Bireyin kendisine zarar veren şeyden kaçınması ya da ondan korunması vacip-tir. Hesaba katılması gereken kötülükten kaçınmanın şer’î yönden gerekliliğini ifade eden delil ise şu ayettir: “Siz, insanlığın iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten menedersiniz.” Söz konusu ayette zararın mükellefe özgü veya onun dışındakilere özgü olduğu hu-susunda herhangi bir ayrım yapılmamıştır.
Zararı yada kötülüğü mükellefin yani yapanın dışındaki kişilere etki eden münkerler de hesaba katılan ve hesaba katılmayan münkerler (kötülükler) ol-mak üzere ikiye ayrılmaktadır. Hesaba katılan kötülükler bireyin kalbini de incittiğinden dolayı o kötülüklerden nehyetmek hem dinen hem de aklen ge-reklidir. Hesaba katılması lüzumu hissedilmeyen kötülüklerden nehyetmek ak-len gerekli görülmemişse de naklen gerekli görülmüştür.
Münkerler/kötülükler ayrıca aklî ve şer’î yönden olmak üzere de iki kısma ayrılırlar. Zulüm, yalan ve buna benzer şeyler akıl tarafından kötü kabul edil-diklerinden bunlardan sakınılmasını istemek vacip olarak telakki edilmiştir.
Şer’î yönden kötülükler de kötü oldukları hususunda içtihadı gerektirenler ve içtihadı gerektirmeyenler olmak üzere iki kategoride ele alınmışlardır. Kötü oldukları hususunda içtihada lüzum olmayan kötülüklerden sakındırmak (nehiy etmek) Müslümanlar üzerine vaciptir.
5- İyiliğe Teşvik ve Kötülükten Sakındırmakla Sorumlu Olanlar
İslam düşünce tarihinde bu mesele, itikat ve kelam ekolleri tarafından çok farklı boyut ve şekillerde incelenmiş olmasına rağmen genellikle siyasî ve ah-lakî boyutuyla ele alınmıştır. el-Emru bi’l-Ma’ruf ve’n-Nehyu ani’l-Münker kavramı, farklı zamanlarda değişik değerlendirmeler sonucunda kimi düşünce sistemlerince inanç ilkeleri haline dönüştürülmüştür.
İslâm toplumunun sosyal ve içtimai hayatını düzenlemeyi amaçlayan bu ilahî buyruk, Kur’an-ı Kerim’de şu şekilde ifadelendirilmiştir: “Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.”
Ancak bu ilahî görevin nasıl anlaşılacağı ve ne şekilde uygulanacağı, bu görevle fert fert bütün Müslümanlar mı yoksa Müslümanlardan bir grubun mu yükümlü olduğu hususunda Müslüman bilginler farklı anlayışların sahibi ol-muşlardır. Bu farklı anlamalarda ayetin kendi örgüsü de etkili olmuştur. Aye-tin anlaşılmasında en çok üzerinde durulan husus, iyiliği emretmek ve kötü-lükten sakındırmak göreviyle bütün inananların mı yoksa onlardan bir kısmı-nın mı sorumlu olacağı konusudur.
Müslüman bilginlerden bir kısmı bu görevle bütün Müslümanların yüküm-lü olduklarına inanmışlar, bu görüşlerini ispatlama sadedinde şu argümanları ileri sürmüşlerdir:
Ayetteki “min” harfi cerri tecridi olup, şu sebeplerden dolayı teb’iz /kısmilik ifade etmez. 1- Yüce Allah “Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız” ayetinde, bütün inananlara iyiliği emretmeyi, kötülükten vazgeçirmeyi vacip kılmıştır. Dolayısıyla Müslümanlardan yalnızca bir zümre, bir teşkilat yada bir kurum değil, inanan bireylerin tamamı bu ilahî hitabın muhataplarıdır. Bu dü-şünceye sahip olan İslâm bilginleri, bütün Müslümanları iyiliği emredecek, kötülükten sakındıracak kadar bilgi düzeyine erişmiş, bilinçli ve şuurlu insan-lar olarak algılamış veya en azından bütün Müslümanların asgari “emri bi’l-ma’ruf ve nehyi ani’l-münker” yapabilecek bir düzeyde olmalarını öngörmüş olmalıdırlar. Böyle bir öngörü, İslâm’ın insanları ulaştırmak istediği maddî ve manevî olgunluk düzeyiyle uygunluk arz ettiğinden anlamlı gözükmektedir.
2- Her mükellefe ister eli, ister dili, isterse kalbiyle olsun, iyiliği emredip kötülükten alıkoyması vaciptir. Ve yine herkese, kendisinden zararı defetmesi de vaciptir. Bu bağlamda ayetin manası şöyle anlaşılmalıdır: “Siz, hayra davet eden, iyiliği emir, kötülüğü nehyeden bir topluluk olunuz.” Buradaki “min” harfi cerri “O halde murdardan, yani putlardan kaçının” ayetinde olduğu gibi tebyin yani açıklama için olup, teb’iz yani kısmilik ifade etmez. O halde ayet, bütün Müslümanlara hitap etmekte, her Müslüman’ın ayette zikredilen nitelik-lere sahip olmasını istemektedir.
Bu görüşü kabul edenlere göre iyiliği emir, kötülükten sakındırma her ne kadar bütün İslâm toplumuna vacip ise de, onlardan bir grup bunu yerine ge-tirdiği takdirde söz konusu mükellefiyetin diğerlerinin üzerinden düşeceğini kabul etmişlerdir.
Müslüman bilginlerinden bazıları da iyiliği emir, kötülüğü nehyetme göre-viyle bütün Müslümanların değil, onlardan bir topluluğun, belli kurum ve ku-ruluşların yükümlü olduklarını ileri sürmüşlerdir ki, bunlar da görüşlerini şu şekilde delillendirmeye çalışmaktadırlar:
Ayetteki “min” teb’iz (kısmen) manasınadır. Yani Müslümanlardan belli bir topluluğa, gruba ve kitleye işarette bulunmaktadır.
Bu görüşte olanlar da farklı kanaatlerin sahibi olmuşlardır ve bu düşüncele-rini şu şekilde ifadelendirmeye çalışmışlardır:
1- Ayette “min” harfi cerrinin getirilmesinin faydası, toplum içinde, kadın-lar, hastalar ve acizler gibi, tebliğ yapmaya ve iyiliği emredip kötülükten alı-koymaya gücü yetmeyen kimselerin bulunacağını göstermektir. Dolayısıyla bu gibi kimseler sözkonusu mükellefiyetten muaf tutulmuşlardır.
2- Söz konusu bu mükellefiyet yani emr-i ma’ruf ve nehy-i münker görevi yalnızca din âlimlerine yönelik olup, onlara özgüdür. Bu görevin din bilginle-rine özgü olduğu da iki türlü izah edilmiştir. İlki: Söz konusu ayet, hayra da-vet, iyiliği emretme ve kötülükten sakındırma gibi üç emri içerisinde barın-dırmaktadır. Hayra davet etmenin şartının, iyiliğin (hayrın), ma’rufun ve münkerin ne olduğu ve bunların nasıl ve ne şekilde yerine getireceğinin bilin-mesine bağlı olduğu herkes tarafından bilinen bir şeydir. Çünkü cahil ve bilgi-siz birey, çoğu defa insanları batıl ve yanlış şeylere davet edecek, kötülüğü emredip iyiliği de yasaklayacaktır. Yine söz konusu birey, çoğu kez kendi mezhebinin hükmünü bilip, başkasının mezhebindeki hükmü bilemeyeceğin-den onu mezhebinde kötü olmayan bir şeyden yasaklamış olacaktır. Yine böy-le bir birey, yumuşak davranması gereken yerde sert, sert ve katı davranması gereken yerde yumuşak olacaktır. Bazen de günahta devamını artıracak kim-selere nehy-i münker yapacaktır. Bu şekilde bu mükellefiyetin bir başka deyiş-le iyiliği emir, kötülükten sakındırma görevinin din alimleri için olduğu kesin olarak ortaya çıkmış olur. Alimler ise İslâm toplumunun bir kısmını oluşturur-lar. Bu ayetin bir benzeri de “Mü’minlerin hepsinin toptan sefere çıkmaları doğru değildir. Onların her kesiminden bir grubun dinde (dini ilimlerde) geniş bilgi elde etmek ve kavimleri (savaştan) döndüklerinde onları ikaz etmek için geride kalmaları gerekmez miydi?” ayetidir.
Ünlü Eş’arî kelâmcısı Fahreddin Râzî (ö. 606/1210) de toplumdan bir gru-bun bu görevi yerine getirmesi halinde diğer müminlerden söz konusu mükel-lefiyetin düşeceğini dolayısıyla bu teklifin farz-ı kifaye olduğu hususunda uz-laştıklarını belirtmektedir. Toplum içerisinden bu görevi yerine getirecek bir grup belirlenip tayin edildikten sonra, emir ve yasaklamanın bunlar üzerine farz-ı ayn olduğu, bunlar farz olan görevlerini yerine getirmedikleri takdirde sorumluluğun ilk önce bunlara ikinci olarak da bütün Müslümanlara yönelece-ği kabul edilmiştir. Bu bağlamda tevhid sistemi bozulduğu zaman, ortaya çı-kacak her türlü musibet ve kötülüklerin yalnızca zalimlere isabet etmeyeceği ve bütün insanlara da zararının dokunacağı yukarıdaki görüşe dayanak olmuş-tur.
Söz konusu İlâhî emrin anlaşılması üzerine ileri sürülen görüşlerden biri de Dehhâk’ındır. Ona göre ayette kasdedilenler, Hz. Peygamber’in ashabıdır. Zi-ra onlar, Allah Resulünden öğreniyor ve diğer insanlara öğretiyorlardı. Buna göre de ayetin manası, “Sizler Resûlullah’ın sünnetini koruma ve dini öğren-me üzerinde ittifak etmiş bir ümmet olunuz” şeklindedir.
Konuyla ilgili son görüşü yani Dehhâk’ın görüşünü dikkate almazsak, di-ğer her iki görüş de kendi içlerinde tutarlı bir bakış açısına sahip görünmekte-dirler. Bununla birlikte, özelde Kur’an-ı Kerim’in genelde ise İslâm’ın ruhuna uygun olan anlayış, her Müslüman’nın bu görevle yükümlü olduğu düşüncesi-ni ileri süren bakış açısıdır. İdeal ve gerçekleşmesi arzulanan anlayış tarzı da budur kanaatindeyiz. Ancak içinde yaşadığımız dünya ve toplum gerçekleri, insanlar arasındaki görüş, düşünce ve fikir ayrılıkları hesaba katılınca her Müslüman’ın bu görevi hakkıyla yerine getirmesi imkanı yok denecek kadar zayıftır. Öyleyse ikinci bakış açısı devreye girmektedir ki bu da bu ilahî göre-vi yerine getirebilecek bilgi, güç vb. gibi niteliklere sahip belli bir grubun, ku-rum ve kuruluşun bulunması ve bu sorumluluğu üstlenmesidir.
Konuyla ilgili söz konusu ayetin manasından anlaşıldığına göre insan, hay-ra davet, ma’rufu (iyiliği) emir ve münkerden (kötülükten) sakındırmak gibi üç şeyle yükümlü tutulmuştur. Söz konusu bu yükümlülükler birbiri üzerine atfedilmiş olduklarından bunların birbirlerinden ayrı şeyler olması kaçınıl-mazdır. Bilindiği gibi hayra davetin en faziletlisi ve üstünü, Allah’ın zât ve sı-fatlarını bildirip, O’nun mümkün varlıklara benzemekten münezzeh olduğuna inanmaya davettir.
Hayra davet iki türlü olmaktadır: Birincisi, uygun olan şeyi yapmaya teş-viktir ki bu, emr-i ma’ruftur. Diğeri de uygun olmayanı bırakmaya teşviktir ki bu da nehy-i münkerdir. Demek ki insanları iyiliğe teşvik edip kötülükten vazgeçirmeye çalışmak davet kapsamında mütalaa edilmektedir.
Müslüman bilginlerin çoğunluğu bu ayet gereğince, Müslümanlar içinde iyiliği emreden ve kötülüklükten uzaklaştıran bir toplumsal kontrol kurumu-nun bulunmasının farz-ı kifaye olduğu kanaatine varmışlardır. Bu görüşle-rini desteklemek sadedinde de Hz. Peygamber’e atfedilen şu hadislere müra-caat etmeyi ihmal etmemişlerdir:
“Nefsimi kudret elinde tutan Allah’a yemin olsun ki, ya iyiliği emredip kö-tülükten vazgeçirmeye çalışacaksınız, ya da Allah’ın kendi nezdinden size bir azap göndermesi uzun sürmez. Sonra dua edersiniz, fakat dualarınız kabul edilmez.”
Hz. Peygamber kendisine takdim edilen bir soruya şöyle cevap vermiştir: “İnsanların en hayırlısı en çok Kur’an okuyanı, Allah’tan en çok korkanı, iyi-liği emredip kötülükten vazgeçirmeye çalışanı ve en çok akraba ziyareti ya-pandır.”
Ancak bu tür bir görevi üstlenecek bireylerde, görevin iyi ve hakkaniyete uygun bir şekilde yerine getirilmesini mümkün kılacak bazı şartların bulunma-sı gereğine de işaret etmekten geri durmamışlardır.
Yine Kur’an, Müslümanların insanlığın iyiliği için ortaya çıkarılmış bir ümmet olduğunu belirtirken onların bu dereceye yükseltilmelerinin sebepleri olarak da onların iyiliği emrettiklerini, kötülüğü yasakladıklarını ve Allah’a inandıklarını vurgulamaktadır: “Siz, insanlığın iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten meneder ve Allah’a inanırsınız.” Söz konusu bu ayeti kerimede İslam toplumunun /Muhammed ümmetinin ayırıcı özelliğine vurgu yapıldığı kolayca anlaşılabilmektedir. On-ların ayırıcı özelliklerinin tevhidî imana sahip olmaları ile iyiliği emir ve kö-tülükten sakındırma olduğu ve bu niteliklerle insanlar için en hayırlı bir top-lum oldukları belirtilmekte ve bu vazifenin yalnızca ülü’l-emre (emir sahipleri ve yöneticiler) ait olmadığı, genel olarak müminlerin bizzat ve dolaylı olarak bu vazifeyle ilgili olmaları gerekeceği, bunun yanında bir toplumun hayırlılı-ğının da, çoğunluğunun salih ve iyiliğiyle olabileceği bildiriliyor.
Emri bi’l-ma’ruf ve nehyi ani’l-münker hükümlülüğünün bütün durumlar-da değil de, yalnızca kendisine uyulması gereken bir devlet başkanının bulun-duğu durumlarda uygulanmasının gerekli olduğuna kâni olan kelâmcılar bu-lunduğu gibi bu görüşü iyiliğe teşvik ve kötülükten sakındırma sorumluluğuna delalet eden kitap, sünnet ve icmâaya aykırı olduğu için anlamlı bulmayan kelâmcılarımız da bulunmaktadır. Birincilerin kanaatine göre toplumda yeni karmaşalara, fitne ve fesada yol açmamak için emri bi’l-ma’ruf ve nehyi ani’l-münker faaliyetlerinde fiilî yaptırımı gerektiren müdahalelerin devletin resmi makamlarınca yapılması öngörülmüşken, sözlü teşvik ve uyarılar ise Müslü-man bireylere bırakılmıştır. Hatta bazı durumlarda sözlü teşvik ve uyarıların bile yine resmi otorite ve kurumlara bırakılması bireylerin menfaatine daha uygun bulunmuştur. İkinci kanaatin sahibi olan Mu’tezile kelâmcıları, emri bi’l ma’ruf ve nehyi ani’l-münkerin vucubiyetini ifade eden nassların böyle bir görev taksimatı yapmadığından hareketle böyle bir uygulamanın anlamsız-lığını ifade etmişlerdir. Buna göre her inanan birey iyiliği emretmek ve kötü-lükten sakındırmakla yükümlüdür. Ancak onlar da bu görevi içlerinden bazıla-rının yapmasıyla diğerleri üzerinden bu sorumluluğun düşeceği kanaatine varmışlardır.
Diğer taraftan kelâmcılar emri bi’l-maruf ve nehyi ani’l münker sorumlu-luğunu devlet başkanının yerine getireceği ve bütün inanan insanların yerine getireceği olmak üzere iki kategoride değerlendirmişlerdir. Ceza hükümlerinin uygulanması, İslâm’ın saffetinin korunması, savaş ve barış döneminde sınırla-rın korunması, asker ve orduların düzenlenip donatılması, hâkim, müftü ve valilerin tayin edilmesi, buna benzer diğer devlet işlerinin yürütülmesi ve ka-mu düzeninin sağlanması ile ilgili işler, devlet başkanının varlığıyla yerine ge-tirilebilecek emri bi’l maruf ve nehyi ani’l- münker kategorisine girmektedir. Bunların dışında kalan konularda ise örneğin içki içmek, hırsızlık yapmak, zi-na etmek ve bunlara benzer diğer kötü fiiller hususunda emri bi’l-mar’uf ve nehyi ani’l-münker yapmak bütün insanlara düşen bir sorumluluk olmaktadır. Ancak kendisine uyulması gerekli olan devlet başkanının bulunması halinde bu gibi konularda da emri bi’l-ma’ruf nehyi ani’l-münker görevinin devlet baş-kanına veya onun görevlendireceği kurumlara bırakılmasının daha uygun ol-duğu kanaatine varılmıştır.
5- Mu’tezile ve Emri bi’l-Ma’ruf ve Nehyi ani’l-Münker İlkesi
Mu’tezile kelâm ekolü, Kur’an kaynaklı, imanın şartlarından bir şart, İslâm’ın esaslarından bir esas olarak kabul ettikleri emri bi’l-ma’ruf nehyi ani’l-münker ilkesine öylesine sıkı sarılmıştır ki, bunu beş temel esaslarından (usûlu hamse) biri olarak kabul etmişlerdir. Çünkü yüce Allah yeryüzünde iktidar verdiği İslâm toplumunu iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmakla hükümlü kılmış ve Allah’ın emirlerine sıkıca bağlanmalarını istemiştir: “On-lar öyle kimselerdir ki, şayet kendilerine yeryüzünde imkân ve iktidar versek, namazı dosdoğru kılar, zekâtı verir, iyiliği emreder ve kötülüğü yasaklarlar. Bütün işlerin âkibeti Allah’a aittir.” Söz konusu bu ayet, iktidarı elinde bulunduran Müslümanların hayatında düzen ve istikrarın bu-lunmasının önemine değinmektedir. Bununla birlikte Allah’ın emirlerinden olan namaz ve zekat görevlerinin hemen sonrasında “iyiliği emretmek ve kötü-lükten uzaklaştırmak” vazifesine değinilmesi, toplumsal ahlak ve düzeni koru-yup yaygınlaştıran devlet başkanı ve idarecilerin üstün değerini ifade etmekte-dir.
İrade hürriyeti ve aklî düşünceye büyük önem vermesiyle bilinen ve bu yönüyle de İslâm düşüncesinin gelişip dünya ölçeğinde yayılmasında katkısı inkar edilemeyecek kadar büyük olan Mu’tezile kelâm okulu, iyiliği emret-mek, kötülükten sakındırmak prensibini kendilerine esas olarak kabul etmele-riyle birlikte İslâm toplumu içerisinde sıkı bir kontrol taraftarı kimliğine bü-rünmüşlerdir. Bu ilke gereğince iyiliği emretmek adına kendi mezheplerinin te’vil, görüş ve yorumlarını zorla diğer insanlara kabul ettirme yoluna baş-vurmuşlar, bunu yaparken de iktidarın gücünü kullanmışlardır. Yani dinî bir ilkeyi, siyasallaştırmışlardır. Mu’tezile, bu ilkeyi uygulamak için gözünü budaktan sakınmamış, halkın itibar ettiği büyük din bilginlerini kendi fikirle-rine katılmadıkları gerekçesiyle işkenceye tabi tutmuşlardır. Bu uygulamaları-nın en meşhuru, Abbasî Halifesi Me’mun (ö.218/833) zamanında, Kur’an’ın yaratılmış olduğu (mahluk) fikrini kabul etmeyen Ahmed b. Hanbel (ö. 241/855)’in çok çeşitli takibat ve işkencelere uğramasıdır. Hanbelî mezhebinin kurucusu olan bu büyük İslâm müçtehidi kendisine yapılan bu tür işkencelere rağmen Kur’an konusundaki görüşlerinden taviz bile vermemiştir. Ancak Mu’tezile’nin söz konusu ilkeyi uygularken sergilemiş olduğu bu sert tutum, halkın onlara beslediği sempatiyi olumsuz yönde etkilemiş, her geçen gün ar-tan taraftarlarının azalmasına sebep olmuştur. O sıralar altın çağını yaşayan Mu’tezile ekolü, tarihe Mihne devri olarak geçen bu olaylardan sonra büyük kan kaybetmiş, sonraları biraz kıpırdama belirtileri gösterse de yok olmaktan kendisini kurtaramamıştır.
Emri bi’l-maruf ve nehyi ani’l münker ilkesini hayata geçirirken Mu’tezile’yi şiddet uygulamaya yönlendiren başlıca etkenin dini, zındıkla-ra/din düşmanlarına, fâsık ve kâfirlere karşı korumak amacına yönelik olduğu görülmektedir.
6- Sonuç
İyiliğe teşvik ve kötülükten sakındırma yani el-emru bi’l-ma’ruf ve’n-nehyu ani’l- münker prensibi Kur’an, Sünnet ve İslâm bilginlerinin genel ka-bulü (icmâ) ile sabit olan dinî ve ahlakî bir yükümlülüktür. Bunun dinî bir yükümlülük olduğu hususunda İslâm düşünür ve kelâmcıları arasında herhangi bir ihtilaf yoktur. Ancak bu ilahî emrin bütün Müslümanlarca mı, yoksa iyinin ve kötünün ne olduğunu kesin bir şekilde bilenler tarafından mı yerine getiri-leceği hususunda birbirinden farklı görüşler ileri sürülmüştür. Yukarıda da de-ğinildiği üzere her Müslüman aynı bilgi, kültür ve sosyo-ekonomik düzeye sa-hip olmadığından birisinin diğerine yapacağı emri bi’l-ma’ruf ve nehyi ani’l-münker faaliyeti, toplum içerisinde yeni kötülüklere, ayrılıklara, fitne ve kar-gaşaya neden olabilecektir. Bu gibi mahzurları önlemek gayesine matuf ola-rak, bu görevi teker teker fertlerin değil de, bu görevi yerine getirebilecek dü-zeyde eğitilmiş ve resmi otorite tarafından görevlendirilmiş kurumlarca ya-pılması anlayışı genel kabul görmüştür. Fiilî yaptırımları gerektirecek emir ve nehiy faaliyetlerinde bu anlayış makul olarak değerlendirilebilir. Ancak iyili-ğin yaygınlaştırılması ve kötülüğün oluşmaması için gerekli ortamları hazır-lamak yalnızca resmî kurumlara değil, bütün bireylere düşen bir görev ve so-rumluluk olduğu unutulmamalıdır. Bu bağlamda her inanan birey, bir yönüyle de olsa emri bi’l- ma’ruf ve nehyi ani’l-münker prensibinin muhatabı olmak durumundadır.

--------------------------------
* Doç. Dr., Fırat Ünviversitesi İlahiyat Fakültesi
Kâdı Abdülcebbar, Ahmed, Şerhu’l- Usûli’l-Hamse, Thk. Abdulkerim Osman, Mektebetü’l-Vehbe, Kahire, 1416/1996, s. 741; Cüveynî, Ebû’l- Meâlî Abdülmelik, Kitabü’l-İrşâd ilâ Kavâti’i’l-Edilleti fî Usuli’l-İ’tikâd, Thk. Esad Temim, Beyrut, 1413/1992, 311
Kâdı Abdülcebbar, Şerhu’l- Usûli’l-Hamse, s. 142.
Kâdı Abdülcebbar, Şerhu’l- Usûli’l-Hamse, s. 742.
İbn Manzûr, Muhammed b. Mükerrem, Lisânü’l-Arab, Daru’s-Sadr, Beyrut, 1410/1990, IV, 26-27; el-İsfehânî, Râğıb,Ebu’l-Kasım Hüseyin b. Muhammed, el-Müfredât fî Garîbi’l-Kur’ân, İstanbul, 1986, s. 29.
İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, XV, 343-344; el-İsfehânî, el-Müfredât, 773.
Eş’arî, Ebu’l-Hasan, Makâlâtü’l-İslâmiyyîn ve İhtilâfü’l-Musallîn, thk. Muhammed Muhyid-din Abdulhamid, Beyrut, 1411/1990, I, 135; Kâdı Abdülcebbar, Şerhu’l- Usûli’l-Hamse, s. 141; Cürcânî, Şerif Ali b. Muhammed, Kitabü’t-Ta’rîfât, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1416/1995, 37, 248
İbn Manzûr, Lisânü’l-Arap, IX, 236-239.
İbn Manzûr, Lisânü’l-Arap, V, 232-233.
Kâdı Abdülcebbar, Şerhu’l- Usûli’l-Hamse, 141.
İbn Manzûr, Lisânü’l-Arap, V, 233.
Cürcânî, Kitabü’t-Ta’rîfât, 221.
Cürcânî, Kitabü’t-Ta’rîfât, 234.
el-İsfehânî, el-Müfredât fî Garîbi’l-Kur’ân, 496.
Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdi, Hak Dîni Kur’an Dili, Çelik-Şura yay., İstanbul, trs., II, 366.
Bağdâdî, Ebî Mansûr Abdulkâhir b. Tâhir, Kitâbu Usûlu’d-Din, Beyrut, 1401/1981, 24-25.
Kâdı Abdülcebbar, Şerhu’l- Usûli’l-Hamse, 141; Ahmed Emin, Fecru’l-İslâm, Mektebetu’l-Usra, Kahire, 1996, 471
Cürcânî, Kitabü’t-Ta’rîfât, 221, 234;
İbn Hümam; Kitab el-Müsâyere, (Kemaleddin İbn Ebû Şerif’in el-Müsamere’si ve İbn Kutluboğa’nın Haşiyesi ile birlikte) Bulak, 1317/1899, 151; İbn Ebû Şerif, el-Müsamere, (el-Müsâyere ve İbn Kutluboğa’nın haşiyesi ile birlikte), Bulak, 1317/1899,151; Özarslan, Selim, Matüridi Kelamcısı İbn Hümam’ın Kelâmî Görüşleri, Ankara, 2003, 63
Kâdı Abdülcebbar, Şerhu’l- Usûli’l-Hamse, 141.
Kâdı Abdülcebbar, Şerhu’l- Usûli’l-Hamse, s. 741; Cüveynî, Kitabü’l-İrşâd, 311
Âl-i İmrân, 3/110.
Kâdı Abdülcebbar, Şerhu’l- Usûli’l-Hamse, 142.
Lokman, 31/17.
El-Hac, 22/41; et-Tevbe, 9/67, 71, 112; el-A’râf, 7/ 157; Âl-i İmrân, 3/ 104, 110, 114; Lokman, 31/17 Bkz. Abdülbâkî, M. Fuat, el-Mu’cemu’l-Müfehres li Elfâzi’l-Kur’âni’l-Kerîm, İstanbul, 1408/1987, 458-459
Kâdî Abdülcebbar hadisin kaynağı hakkında bir bilgi vermemektedir. Bizde yaptığımız araştırmada böyle bir hadise rastlamadık, fakat uzaktan bu manayı çağrıştırabilecek bir hadis için bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned, Çağrı yay, İstanbul, 1413/1992, IV, 330.
Kâdı Abdülcebbar, Şerhu’l- Usûli’l-Hamse, 142; Cüveynî, Kitabü’l-İrşâd, 311.
Kâdı Abdülcebbar, Şerhu’l- Usûli’l-Hamse, 144, 741.
El-Hucurât, 49/9
Kâdı Abdülcebbar, Şerhu’l- Usûli’l-Hamse, s. 144, 741.
Kâdı Abdülcebbar, Şerhu’l- Usûli’l-Hamse, 142-143.
Kâdı Abdülcebbar, Şerhu’l- Usûli’l-Hamse, 143.
Cüveynî, Kitabü’l-İrşâd, 312; Kâdı Abdülcebbar, Şerhu’l- Usûli’l-Hamse, 745.
Kâdı Abdülcebbar, Şerhu’l- Usûli’l-Hamse, 745.
Müslim, Ebi Hüseyin Müslim b. Haccac, Sahih-i Müslim, İman, 78; Salat, 232, Çağrı yay, İs-tanbul, 1413/1992; Ebû Dâvûd, Süleyman b. el-Eşab, Sünen, Salât, 248, İstanbul, 1992; Nesâî, Ebî Abdurrahman Ahmed b. Şuayb, Sünen, İman, 17, İstanbul, 1413/1992.
Kâdı Abdülcebbar, Şerhu’l- Usûli’l-Hamse, 745; el-Beydâvî, Nasuruddin Ebî Said Abdullah Ebi Ömer b. Muhammed, Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vîl, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1416/1996, II, 75.
Kâdı Abdülcebbar, Şerhu’l- Usûli’l-Hamse, 745; el-Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, II, 75.
Âl-i İmrân, 3/110.
Kâdı Abdülcebbar, Şerhu’l- Usûli’l-Hamse, 745.
Kâdı Abdülcebbar, Şerhu’l- Usûli’l-Hamse, 746.
Kâdı Abdülcebbar, Şerhu’l- Usûli’l-Hamse, 147; Cüveynî, Kitabü’l-İrşâd, 311.
Âl-i İmrân, 3/104.
Âl-i İmrân, 3/110
el-Hacc, 22/30.
er-Râzî, Fahreddin, et-Tefsiru’l-Kebir (Mefâtihu’l-Gayb,) Daru’l-Fikr, Beyrut, 1415/1995, IV, 182-183; el-Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vîl, II, 74-75.
Ez-Zemahşerî, Muhammed b. Ömer, Tefsiru’l-Keşşâf an Hakâiki Gavâmidi’t-Tenzîli ve Uyunu’l-Ekâvîli fî Vucuhi’t-Te’vil, thk. Abdurrazzak el-Mehdî, Daru’t-Türâsi’l-Arabî, Beyrut, 1417/1997, I, 425; et-Taberî, Ebî Ca’fer Muhammed İbn Cerir, Câmiu’l-Beyân an Te’vili Âyi’l-Kur’an, thk. Şeyh Halil el-Meyus, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1415/1995, III, 53
Zemahşerî, Keşşâf, I, 425; er-Râzî, et-Tefsiru’l-Kebir, IV, 183
Et-Tevbe, 9/122.
Razi, et-Tefsiru’l-Kebir, IV, 183.
Yazır, Hak Dîni Kur’an Dili, II, 366.
et-Taberî, Câmiu’l-Beyân, III, 53; Razi, et-Tefsiru’l-Kebir, IV, 183.
Er-Râzî, et-Tefsiru’l-Kebir, IV, 184; Cihat, Tunç, Kelâm (Sistematik), Kayseri, 1997, s. 206.
Cüveynî, Kitabü’l-İrşâd, 312.
Tirmizi,Ebi İsâ Muhammed b. İsâ b. Sevrâ, Sünen, Fiten, 9, Çağrı yay., İstanbul, 1992; İbn Mâce, Ebi Abdullah b. Yezid el- Kazvanî, Sünen, Fiten, 20, Çağrı yay., İstanbul, 1992.
Buhâri, Ebi Abdullah Muhammed b. İsmail, Sahih-i Buhâri, Rikak, 34, Fazâilu’s-Sahâbe, 5, Çağrı yay., İstanbul, 1992; İbn Mâce, Ahkâm, 37; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Beyrut, 1405/1985, III, 16; V, 40,43.
Âl-i İmrân, 3/110.
Yazır, Hak Dîni Kur’an Dili, II, 369.
Kâdı Abdülcebbar, Şerhu’l- Usûli’l-Hamse, 148; Cüveynî, Kitabu’l-İrşâd, 311-312
Kâdı Abdülcebbar, Şerhu’l- Usûli’l-Hamse, 148.
Bkz. Kâdı Abdülcebbar, Şerhu’l- Usûli’l-Hamse, 741.
el-Hacc, 22/41.
Ahmed Emin, Fecru’l-İslâm, 472; Işık, Kemal, Mutezile’nin Doğuşu ve Kelâmî Görüşleri, Ankara, 1967, 73.
Bu konu yani iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak ilkesi, Vasıl b. Atâ (131/748) ile siyasi bir boyut kazanmaya başlamıştır. Konunun siyasi yönü hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Aydınlı, Osman, İslam Düşüncesinde Aklîleşme Süreci, Mutezilenin Oluşumu ve Ebu’l-Huzeyl Allaf, Ankara Okulu yay. Ankara, 2001, ss.67-775.
Hayyât, Halife b. Hayyat, Tarihu Halife b. Hayyât, (Halife b. Hayyât Tarihi), Çev. Abdulha-lik Bakır, Ankara, 2001, 566.
Işık, Mutezile’nin Doğuşu, 73.
Said Murad, Medresetü’l-Basra el-İ’tizâliyye, Kahire, 1992, 267; Koçyiğit, Talat, Hadiscilerle Kelamcılar Arasındaki Münakaşalar, 4. Baskı, Türkiye Diyanet Vakfı Yay., Ankara, 1989, 83